28 Aralık 2007 Cuma

Uçmak

yalın-alışmak zoru...
Hani bazı şarkılar vardır. Sizi alır, bulutların üzerine çıkarır. Orda sevdiğiniz anılarınızla karşılaşırsınız ve mutluluğunuz gitgide artar.

Dinledikçe bir hoş olursunuz ve 10 kere 20 kere dinleseniz de hiç sıkılmazsınız.

Hayatımın her döneminde böyle bir şarkı olmuştur benim için. Duydukça içimi eriten, hep güzel şeyler hatırlatan, mutluluktan uçacakmışım gibi hissettiren şarkılar.

Bu belki de içinde bulunduğum durumlarla ilgili, bilmiyorum. Bir şarkı kaçış yolu olabilir
mi insan için? Rahatlamaya ihtiyaç duyduğunda o şarkıyı açıp mutsuz hissetiği dünyadan ayırıp başka diyarlara götürecek olan şarkılar bulmak yine insan psikolojisiyle ilgili
olabilir mi?

Son zamanlarda bana böyle hissettiren şarkıdan bahsetmek istiyorum tam da bu noktada.

Bir gün televizyon seyrediyorum. Kanalları bir bir dolaşırken, aslında televizyonu ilk açışımda, NTV'deki (NTV bizim evdeki bütün televizyonlarda 1. kanaldadır çünkü) şu 4 bayanın sunduğu programla karşılaşıyorum. Hani 3 bayan ve bir sarışın :)) Haydi gel
benimle ol idi sanırım programın adı. Orda konuk sanatçı var. Çok şeker, insanın ona baktıkça çocukça gülümseyişi ve kardeşiymişçesine gidip yanaklarını falan sıkası geliyor. Çok masum, çok efendi biri çünkü.

Programın sonunda alıyor gitarını eline (bu arada ilk açtığımda programın sonuna zaten 2 dakika falan var) başlıyor şarkısını söylemeye. İçimde hafif bir kıpırtı oluyor ama daha şarkının "o" şarkı olduğunun farkında değilim. Aradan birkaç gün geçiyor. Aynı programın tekrarını görüp tam da aynı noktada tekrar seyretmeye başlıyorum. Tabi gitar yine ele alınıp şarkı söylenmeye başlıyor. Bu sefer daha çok etkileniyorum ve bam! İşte bu şarkı
beni bulutların üzerine uçuruyor.

Merak ettiniz mi?

Sevgili Archisugar'ın yardımlarıyla eklemeye çalıştığım ve şu an fonda dinlemekte
olduğunuz şarkıdan bahsediyorum :)

22 Aralık 2007 Cumartesi

İmdat!

Bazı cümlelerim yarıdan kesikmiş gibi oluyor. Ben yazarken hatta yazdıktan sonra düzenlemeden bakarken bile her şey normalken yayınla dediğimde bazı cümlelerin sonu neden gözükmüyor bilen var mı? :(

Yeniler

@ Salı günü cnbc-e'de C.R.A.Z.Y adlı film varmış saat 22:00'da. Ben çok beğenmiştim, meraklısına duyurulur. Konusu kısaca koccaman bir ailede yaşam. Müzikleri ayrıca çok güzel, şiddetle tavsiye ederim.

@ House'da edindiğimiz bütün bölümleri bitirdik. Zaten 3. sezondan topu topu 9 tane vardı. Hani şu senaristlerin grevi yüzünden. O da bitti işte :( House yeni ekibini oluşturdu. Bu sefer 3 değil 4 kişi seçti. Bazı bölümlerde gülmekten çatlayayazdık :) House'un pratik zekası yüzünden komik duruma düşenlerin haline acıdık falan filan. Eğlenceliydi.

@ Daddy Long Legs'in 20 bölümünü seyrettim. Bazı şeyler o kadar çocukça ki. Ama Judy de daha çocuk zaten. Şimdiki çigi filmleri düşününce eskileri ne kadar eğitici ve güzelmiş! Her bölümün öğretici bir ana fikri oluyor mutlaka. Mesela bugün seyrettiğim bölümlerden biri dürüstlük üzerineydi. Sen dürüst olursan karşındaki de sana karşı dürüst olur gibi bir cümle vardı. Judy ve arkadaşlarını dürüst olmaya iten cümleler ve olaylar. 
Bu yaşımda bile etkilendim. Ben de dürüstlüğe ve olduğun gibi görünmeye çok önem veririm çünkü. Yapmacıklıktan hiç haz etmem. Dürüst olamayacaksam susmayı tercih ederim başkalarını yanıltmamak için. Ama illa da söylemem gerekirse çok da iyi yalan söylerim.

@ Epey zaman önce Keremcem'in bir klibini seyretmiş ve çok beğenmiştim. Türk gibi değil de yabancı klibi gibiydi. Türkleri aşağıladığım sanılmasın ama bu konuda çok da iyi işler çıkardığımızı düşünmüyorum. Her neyse klibi de şarkıyı da çok beğendim ve çok farklı buldum Keremcem'in genel haline kıyasla. Bir filmin müziğiymiş meğer. Hakikaten başarılı!

@ Dün "Cenneti Beklerken"i seyrettik. Yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Derviş Zaim'in yaptığı değişik bir filmdi. Osmanlı çizgileri vardı neredeyse her Türk filmindeki gibi :) Tabi bunda biraz daha fazlaydı çünkü zaten o dönemleri anlatıyordu. Sultanlığa adaylığını koyan bir şehzadenin (Şehzade Danyal) peşinden giden asıl sultanın adamları ve öldürülecek olan şehzadeyi resmetmek üzere bu adamlarla yola çıkan bir nakkaş (Eflatun Efendi) hakkında görsel açıdan zenginleştirilmiş bir filmdi. Nakkaş, minyatur ustası Eflatun efendi rolünde Sahra dizisinden de tanıdığımız Selim Tutumluer, şehzade Danyal 
rolünde nerden tanıdığımı hatırlayamadığım Nihat İleri, yolda buldukları 
güzel hatun rolünde son günlerde Bıçak Sırtı'ndan tanıdığımız Melisa Sözen var. 
Minyaturleri filmin aralarına serpiştirmeleri ve minyaturlerden yola çıkarak hikayeyi yönlendirmeleri görsel açıdan çok hoş olmuş bence. Değişik bir tarz
görme açısından tavsiye ederim.



(Resmi burdan aldım)

"Takı"ntılarım :)



Öykücüm beni sobelemiş takıntılarım konusunda. Takıntılarıma geçmeden önce yine Öykücümün gönderdiği 
ve çok severek taktığım güzel "takı"mın resmini paylaşmak istedim sizlerle (Sevimli buzdolabı süsümüzü de uzunbacak almıştı)..

Asıl konuya gelirsek;

Ben ve takıntı, baya güzel bir ikili oluşturuyoruz sanırım :)

Biyocanın takıntılarında az buçuk belirtmiştim kendiminkileri.

@ Yolda yürürken çizgilere basmadan yürümeye çalışmak : Küçükken çok daha beterdim aslında ve yavaş yavaş atlattım bu takıntıyı. Şimdilerde daha çok oyun gibi benim için :)

@ Mutfak tezgahının her zaman temiz ve düzenli olması. Mümkün mertebede boş olması 
vs. Daha önce ablamla aynı evi paylaşırken en büyük sorunlarımızdan birinin benim bu tezgah düzeni takıntım olduğunu yazmıştım. Hala da takıntılıyımdır bu konuda ama çok faydasını görüyorum :)

@ Yatmadan ya da en kötü ihtimalle evden çıkmadan önce evi derleyip toplamak.
Öykücüm sen de bu konuda bir şeyler yazmıştın. O zamanlar aynı şeyi yapıyormuşuz diye gülümsemiştim. Ama yazı konusu ararken bunun bir takıntı olabileceğini farkettim. Bu da iyi takıntılarımdan biri aslında. Süpriz misafirlere karşı her zaman, en azından görüntü olarak, hazırızdır :) Ben bunları yaparken Badem de hep biri mi gelecek diye sorar. Belli mi olur değil mi? :)

@ Tuvalet kağıdı takıntım : Bu takıntım aslında tuvalet problemimden kaynaklanıyor. Kendi evimiz haricindeki tuvaletleri kullanmamayı tercih ederim genellikle. İlkokulda falan eve koşarak geldiğimi hatırlıyorum. Bütün bir gün tuvalete girmez, evin kapısından girerken altıma yapıverme güdüsüyle dolardım :) Lojmanlarda otururken, Allah'tan!, tuvaletimizle ev kapısı yanyanaydı. Ayakkabılarımı falan çıkarmadan direkt tuvalete giderdim :) Şimdi bu kadar kasmıyorum tabi kendimi. tuvaleti kullanmam gerekiyorsa; yine de en aza indirgeyerek kullandığım tuvaletlerde; duvardan geçebilecek 'pis'liklere karşı tuvalet kağıdını duvara değmeyecek şekilde döner hale getiriyorum: bana göre düz hale getiriyorum yani :)

@ Bütün dişlerim aynı çalışsın diye, sanki az çalışan diş "diş" işlevini yerine getirmeyecekmiş gibi, bir lokmayı yutmadan önce hem sağ tarafla hem sol tarafla çiğnerim :) Aslında bir yerde okumuştum. Örneğin çay karıştırırken hep sağ elinizi mi kullanıyorsunuz? Ara sıra sou da kullanarak beyninizin her iki lobunun da çalışmasını 
sağlıyormuşsunuz. Gerçi ben bu çiğneme mevzusunu çok önceden beri yapıyorum..

@ Ters duran terlik olduğunda hep rahatsız olur ve mutlaka düzeltirim onu. Yanyana durması falan önemli değil, tek derdim tabanının yere değiyor olması. Saçma ama içim rahat etmiyor nedense :(

@ Masa örtüsünün kenası, perdenin ucu mu bükülmüş, mutlaka kalkar düzeltirim. Bir düzen takıntım var dedim ya, bu da onun uzantısı sanırım. Yamuk duran tabloları düzeltirim, kıvrılan örtüleri düzeltirim, cd lerin biri biraz daha dışta mı kalmış, gider onu düzeltir hepsini bir çizgide sıralarım. Bir de alfabe takıntım vardır mesela. Filmler, kitaplar her şey alfabetik sıradadır bizim evde. Bu işimizi de çok kolaylaştırır tabi her aradığımızı koyduğumuz yeri çok iyi bilir ve hemen buluruz. Ama bizim düzenimizi 
farketmeyip ya da hiçe sayıp da bakmak için aldığı kitabı , cd yi farklı bir yere koyan
olursa çok kızarım.

@ Çekmece içlerinde bile rahatsız edici şekilde düzenliyimdir. Bazen çok sıkıcı oluyorum bu konuda, biliyorum. Mesela ince askılılar hep bir yerdedir, kalın askılılar başka bir yerde, üstelik bunlar koyudan açık renge doğru düzenle katlanmış giyilmeyi bekliyorlardır. Hani bir gün üşenip de kendi yerine koymazsam penyeyi o zaman ölmem ama yerini düzeltmem gerektiği konusunda aklımda her zaman bir ünlem işareti olur. Düzeltince rahatlarım :)

@ Daha fazla takıntılarımdan bahsedersem benden kaçabilirsiniz :) O yüzden bu yazıya tam da bu noktada nokta koymak isterim :) Lakin, çakılcımın ve sugarımın (archi) takıntılarını da ben çok merak ederim :)


19 Aralık 2007 Çarşamba

Eski bayramlar

İyi bayramlar :)

Eskiden ne kadar heyecanli ve mutlu geçerdi bayramlar.. Aslında bunu daha çok büyüklerimiz söylerdi. Hatta biz küçükken bile söylerlerdi. Düşünün ki aradan çok uzun yıllar geçmemesine rağmen ben bile böyle söyler oldum.

Ama eskiler aklıma gelince gerçekten bu şekilde düşünüyorum.

Ben küçükken diye başlayacağım söze :) Öyleyse, ben küçükken:

@ Her bayram köye giderdik. Ananemlerle babaannemler aynı köyde oturuyorlar. Hatta arada sadece 2 ev var. Bir anlamda güzel bu. Bir taşla iki kuş vurup bir yolculukla iki sülaleyi de ziyaret etmiş oluyorduk. Ama anneannemlerde kalınca babaannemler gönül koyuyordu. Biz de aksi gibi abla kardeş anneannemlerde kalmayı seviyorduk :) Yine de iki gün kalacaksak biri birinde diğeri öbüründe şeklinde pay ediyorduk gece kalmalarını. Ay aklıma geldi de, zaten anneannem de her gidişimizde hatırlatır, sabahları kalkıp "anane! tereyağ, bal, mımırta!" diyerek peşinde koşarmışım :) Ne güzel günlerdi bak şimdi eskilere gittim yine. Şimdi büyüdük de zaten, kimselere eziyet olmayalım diye her işimizi kendimiz görmeye çalışıyoruz. Bir de her gün her gün yumurta falan yiyemem ben be, o neymiş öyle :)

@ Annemler, canlarım benim, her bayram elde avuçta yokken bile bize yeni bir şeyler alırlardı. Alamazsak annem dikerdi falan filan. Şimdi o heyecanı kaybettik sanırım ya. Çünkü kendim bile bayram heyecanına bürünüp yeni bir şey almak istemiyorum, büyükler alsa bile o çocukluktaki mutluluk olmuyor sanki.

@ Köyde kurban kesildiği zaman kurbanın başına gider dikilirdik çoluk çocuk. Şimdi bir yandan bu ne canilik, küçücük çocuğa bir hayvanın ölüşü nasıl seyrettirilir diye düşünüyor, diğer yandan da iyki de seyretmişim o yüzden bu kadar soğukkanlıyım diyorum kendi kendime. Bugün çocuğum olsa seyrettirir miyim bilmiyorum. Sanırım midesi kaldırıyorsa, korkmuyorsa ya da istiyorsa seyrettiririm. Belki de bu soğukkanlılık doğuştandır diyeceğim ama her doktor işine soğukkanlılıkla başlamıyordur bence. Sonuçta göre göre alışma gibi bir durum söz konusu. Çocuk yetiştirmek başlı başına zor bir şey zaten, bütün anneler, ne doğrudur ne yanlıştır çocuk için nerden bulup nasıl davranıyorsunuz? Başarılar diliyorum hepinize de :)

@ Köyde sülaledeki diğer çocuklarla şeker toplamaya çıkardık. Şimdi nerdeeeeeee? Şimdi kapı kapı dolaşan çocuklara kızıyorum üstelik. Gerçi bizim burda dolaşan çocukları sevmiyorum desem daha doğru olur. Çünkü kapıyı açıp da şeker ya da çikolata ne varsa tuttuğumda abla para yok mu diye soruyorlar. Çocuktur güler geçersin tamam ama, cidden mağdur olup başı eğik çocukları görüp de bu fırlamalarla karşılaşınca hem üzülüyor hem sinirleniyorum. Hayatta da böyle değil midir zaten? Gerçekten ihtiyacı olanlar hep daha ezik, sorulmadan asla ihtiyacını söylemeyen gururlu insanlar olmaz mı? Çünkü yırtık olanlar bir şekilde yolunu bulup geçinir giderler aslında. Asıl mazlum o sessiz kalabalıktır. Ben onlara üzülür onları bilirim. Zamane çocukları da bu yüzden sinirlendiriyor işte beni.

@ Yıtık diyince aklıma geldi. Hastanede işe ilk başladığım günlerde, SSK zamanında, yardım için poliklinik eczanesine inmişim. O zamanlar eczane deli gibi kalabalık. Günde 1500 hastaya reçete veriyoruz. Bilenler bilir SSK'lıların canı çok az olur ve her zaman parlamaya hazırdırlar (istisnalar hariç), SSK hastanesinde çalışan herkes onların verdiği paralarla çalışıyor gibi abuk subuk bir düşünceye sahiptirler çünkü. Bu insanlar hırala gürele sıraya girmeden ilaç almaya çalışır, verdiğin ilacı da beğenmezler. Bir de daracık camdan sana akıl öğretmeye çalışırlar. İşte böyle biriyle karşılaşmışım o gün. Daha yeniyim ya, herkes susup oturacağım zannetmiş. Ama ben de karşılık vermişim hemen karşımdaki adama. Neymiş o benden iyi bilirmiş ilacı. Verdiğim ilaç yanlışmış. İlk günden kavga etmeye başlamışım sorunlu insanlarla :) O zaman iş arkadaşlarım bana daha önce İstanbulda çalıştığın belli o yüzden böyle yırtıksın demişlerdi. Yırtık diyince aklıma bu geldi işte :)

@ Bayrama geri dönelim. Yine kurban kesme meselesine gelirsek bunun bir anlamda vahşet olduğunu düşünüyorum. Çünkü çoğu zaman amacına ulaşmıyor. Eski zamanlarda da zengin-fakir arasında uçurum varmış ve herkes et yiyemezmiş gerçekten. Şimdi de öyle olmasına rağmen insanlar kurban kesseler de fakir fukaraya dağıtamıyorlar eti. Çevremde genelde böyle. Cidden ihtiyacı olanlar yine ulaşamıyorlar ete. Üstelik bence et yerine ihtiyacı olan birine para vermek daha güzel. Belki o parayla et alır belki çocuğuna mont alır, ne bileyim evinin ihtiyaçlarını karşılar. Yanlış anlaşılmasın ben de inançlı bir insanımdır ama dini eskiden olduğu gibi kabul etmekten ziyade güne ayak uyduracak şekile getirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Sonuçta her şey Allah'la kul arasında bence.

@ Neyse ağır konulara girmek istemiyorum. Kimse kimsenin içini bilemez öyle değil mi?
Son olarak tekrar iyi bayramlar diliyorum hepinize. Eski günlerdeki gibi tatlı geçmesi dileğiyle..

16 Aralık 2007 Pazar

Efsane geri döndü! :)



Efsane kim mi? Tabi ki Greg House, bilinen dizi adıyla House M.D.

Uzun bir ara vermiştim House'a. Yeni bölümleri elimin altında değildi çünkü. Badem sağolsun bir el atıp keyfimi yerine getirdi yine. 3. sezon, 4. müydü yoksa? O kadar çok
dizi seyrettim ve hali hazırda seyretmeye devam ediyorum ki hangisinin kaçıncı sezonu kaçıncı bölümü şaşırdım artık :)

Neyse 3. sezon diyelim. Bundan önceki sezonun en son bölümünde salak House sarı
kafayı kovmuştu, ekibin tek kızıyla çikolata renkli diğer erkek arkadaş da istifa etmişlerdi (isimlerini hatırlarsam yazacağım). İşte görüyorsunuz, iyi ki de müptelası olarak seyrediyorum diziyi! İsimleri bile hatırlayamadım şu saniyede. Bu arada 10 dakika önce yeni bir bölüm seyrettiğimi de hatırlatmalıyım..

Kendime not : Artık işi gücü bırak da bir doktora görün şu unutkanlıkla ilgili.

Dizimize geri dönelim. Bu House tüm ekibini kaybedince seksi başhekimimiz Cuddy (ah
bir de bizimkini görseniz!) House'a yeni bir ekip kurması için baskı yapar. House ise
yalnız çalışmaktan memnun görünür ama ne de olsa patronunu kırmayacaktır! :) Zaten Cuddy bütün hastaneye duyurular göndermekte ve House'un yeni bir ekip oluşturacağını haber vermektedir. Sonunda House kendini 40 kişilik bir sınıfta yeni ekibini seçmeye çalışırken bulur.

Yeni vakalarla aday doktorların karşısına çıkar ve onları bir bir elemeye başlar..

3 bölüm seyrettik henüz yeni sezondan. Hala yeni ekip oluşamadı. Bu arada eski ekibin üyeleri Chase (sarı kafa bu işte) ve Cameron (bu da tek kız) aynı hastaneye geri döner, üstelik birbirleriyle nişanlı olarak..

E hadi arkası yarın diyelim madem :)

15 Aralık 2007 Cumartesi

Ablam

Çok ilginç bir haftaydı bu hafta. Bütün hafta hem bitmek bilmedi hem de cuma çok çabuk geldi sanki. Değişik düşüncelerde, değişik duygularda olduğum için belki de..

Geceleri uyuyamamam, başhekimle yaptığımız telefon görüşmeleri, öykcüye hazırladığım paket, ablamlarım gelecek olması ve işte cuma.

Bugün İstanbul'dan ablam ve eşi geliyorlar hihoyt :) Canım ablamla keşke aynı şehirde yaşayabilseydik. Burdaki arkadaşlarım, hayatım falan güzel ama hiçbiri ablamın yerini tutamıyor. Üniversitede aynı evde kalırken güzelce geçinip giderdik ve çok mutluyduk diyemeyeceğim :) Tamam iyiydi de sürekli kavga ederdik :) Arkadaş kavgaları gibi olmazdı tabi. Sonuçta ikimizin de başka kardeşi ve yok en büyük dayanak yine birbirimizdik. Sonunda barışır eskisi gibi mutlu mesut yaşardık :)

Ablam çok dağınıktı. Hala da öyledir. Bense çok titizdim. Temizlikten ziyade düzen hastasıydım. Mutfak tezgahının üzeri mutlaka temiz ve boş olmalıydı mesela. Bir çatal bile bırakılsa çıldırırdım. Ablamsa evde tek temiz çatal kalmayana dek bütün çatalları yıkamayabilirdi :) İşte kavgalarımız da hep bu yüzden çıkardı. Canım ablam, öyle çok özlüyorum ki onu..

Ereğli'ye her geldiklerinde içim kıpır kıpır oluyor. Bugün de yine öyleyim. Heyecanla gelmelerini bekliyorum. Mutluluktan ta pazartesinden hazırladım kekleri börekleri :) Ama kahvaltıya yetişemeyecekler her zamanki gibi.. Zaten geldiklerinde de isterlerse pikniğe götüreceğiz onları. Soğukta ne pikniği demeyin! Paltoları giyip de deniz kenarına gider, mangalı yaparız. Soğukta balık ya da sucuk-ekmek yemenin tadı ayrıdır :)

Bu arada aksi gibi nöbetçiyim! Önce işe gitmem gerekiyor. Şu nöbet işini de hala tatlıya bağlayamadık zaten. Allah'ım bizi kurtar şu başhekimden ya!

Amin diyin arkadaşlar! :)

11 Aralık 2007 Salı

Hafif depresif

Blogunu her gün güncelleyenlere çok özeniyorum, misal Öykücüm.

Bu kadar gücü nerden buluyor bilmiyorum ama zevkle okuyorum. Sürekli güncellenmeyen blogları çok sevmiyorum ve son zamanlarda benimki de onlara döndüğü için çok üzülüyorum.

Hep 2008'i bekle diyorum kendime ama bana ne getireceğinden şüpheliyim aslında.. İş yerimdeki sıkıntıyı bir türlü üzerimden atamıyorum çünkü her gün yeni bir olumsuzlukla karşılaşıyorum. İş ve özel hayatını bıçak gibi keskin hatlarla birbirinden ayıranlara da çok özeniyorum ama insan işyerindeki üzüntüsünü akşam evine taşımamayı, bütün olumsuzlukları saatin 5'i vurmasıyla kafasından atmayı nasıl başarabiliyor ben hiiiiiç bilmiyorum :(

Yine yorgunum, yine üzgünüm, yine sıkkınım bugün. Kalın kafalı başhekimin yüzüne istifa dilekçemi fırlatarak kaprislerini daha fazla çekemeyeceğimi haykırmak istiyorum. Sonra
da eczanemi açıp amiri de memuru da ben olacağım kendi iş yerimde gerektiğinde elime örgümü alıp örmek istiyorum (!) (Pöh, bu çok aykırı oldu bana :) )

Bazen üniversite bitirmesine rağmen çalışmayıp da ev hanımlığı yapan ya da çoluk çocuk 
yetiştirmek için işine sonsuza kadar işine son veren kadınları çok iyi anlıyorum. Şu durumda bile bunu yapabilir miyim bilmiyorum, hayır büyük ihtimalle yapamam, ama yapsam neler olurdu çok merak ediyorum!

                            *              *              *

Bu arada Badem ve Osi'yle briçe yazıldık. Dakyüz nerde derseniz, evinde, hımbıllık
yapıyor.
Briç de tam benlikmiş! Müthiş bir hafıza gerektiren bir oyun, yok yok spormuş, eğitmenlerimiz öyle söylüyor. Daha oynamaya başlamadığımız için oyun mudur spor
mudur konusuna pek yorum yapamayacağım ama 3 derste anladığım kıvrak zekalı insanların briç oynayabileceği gerçeğidir. Ben, alzi, elimde notlar olmadan nereye gidiyorsun diye sordum bugün kendime. Bakalım nereye gideceğim..

Günün özeti :
1-Sen yine de 2008'i bekle.
2-Briç senin neyine?
3-Hadi şimdi git sıcak bir duş al da yat artık. 

7 Aralık 2007 Cuma

Hayalimdeki meslek

Eveet sıra geldi öykücümün sobesine :)

Hayalimdeki meslek.. Aslında birkaç tane var desem yeridir ama hepsini şu şekilde birleştirebilirim:

Ufak bir sahil kasabasında yaşıyorum. İnsanları evinde hissettiren rahatlıkta bir cafem var (Bunun Türkçesini bilen var mı? Kafe desem kafi olur mu acaba?).

Kafenin her bölümünü kendim yapmışım. Tabi sıvayı tahtayı alıp değil. Benim beğenilerim doğrultusunda yaptırmışım her şeyi diyelim :)

Kafenin manzarası da çok güzel. Önümüzde masmavi deniz uzanıyor. Kasaba halkı beni çok iyi tanıyor, tabi ben de onları. Kafem dolup taşıyor o yüzden.

Bir duvar raflarla kaplı. Kitap arşivimi kafeme taşımışım. İnsanlar gelip kafemde sıcacık kahvelerini içip benim yaptığım keklerden yerken bu kitaplardan alıp okuyorlar. Kitabın sonunu merak edip de her gün kitap okumaya gelenler bile var! :) Onlar okurken ben de zaman zaman kendim bir şeyler yazıyorum. Küçük bir okuyucu kitlem bile var.

Duvarların birinde müzik aletleri var. Her zaman kullanılmıyorlar. Çoğu zaman müzik makinesinin çaldığı güzel şarkılarla ortamı renklendiriyorum. Ama bazen de çıkıp kendim söylüyorum sevdiğim şarkıları. Arkadaşlarım da eşlik ediyorlar bazen.

Çok mutluyum, keyfime diyecek yok! :)

Çakılcım ya sen?

The Lost Room

Dün The Lost Room'u bitirdik. Zaten 6 bölümlük demiştim ya, 3 bölüm kalmıştı onu da seytrettik rahatladık :) Aslında dizinin sonu itibariyle çok da rahatlamadık çünkü odanın gizemi hakkında bir şey öğrenemedik.



Joe Miller (Peter Krause) bir dedektiftir. Kızı Anna (Elle Fanning) ile yalnız yaşamakta ama bir yandan da velayet davası sürmektedir.
Bir gün önlerine gelen davada insanların garip bir şekilde yandığını ve görgü tanıklarından 
birinde de bir otel odası anahtarı olduğunu görür. Görgü tanığını kendi de tanımaktadır ve otelle ne işi olduğunu anlayamaz. Çocuğu sorguya çekse de bilgi edinemez ama çocuk ondan kaçarken garip bir şeye tanık olur. Çocuk dedektifin oda kapılarından birini açmış ve yok olmuştur. Bunun üzerine Miller anahtarı araştırmaya başlar ve her şey karmaşıklaşır.



Anahtar sadece nesnelerden biridir ve bazı nesnelerin aksine çok değerlidir. Her kapıyı açma gücü vardır. Üstelik her seferinde Sunshine otelinin 10 numaralı odasına açılır kapılar. Odaya girip kapıyı tekrar açtığınızdaysa aklınızdan neresi geçiyorsa oraya açılır kapı..

Ama anahtarı bilen çok kişi vardır ve hepsi de onun peşindedir. Böylece Miller'ın da başı belaya girer. Üstelik anahtarı ondan almaya gelen sansar ve adamları yüzünden kızı korkmuş ve anahtarı denemeye kalkmıştır. Ama Anna kapıyı açsa da son anda sansar anahtarı Anna'nın elinden alıp kapıyı kapatır ve Anna anahtarsız odada kalır. Aynı kapı tekrar açılığında Anna artık odada değildir. Odaya ait olmayan her şey oda kapandığında resetlenir çünkü. Yalnızca anahtarla birlikte odaya giren tekrar odadan çıkabilmektedir.

Miller Anna'yı bulabilmek için her şeyini ortaya koyacak ve olayları çözmeye çalışacaktır. Bu sırada nesnelerden;
"otobüs biletine" sahip olan Wally (Peter Jacobson) ile, otobüs biletini insanların alnına tuttuğunda onları Gallup diye bir kasabaya yollar,
"tarak"a sahip olan Harold Stritzke (Ewen Bremner) ile, tarak zamanı 10 saniyeliğine durdurmaktadır,
birçok nesneye sahip olan Karl Kreutzfeld (Kevin Pollak) ile, saat pirinci süblimleştirebilmekte, votka kutusu insanı nefessiz bırakabilmekte, kol düğmeleri tansiyon düşürebilmektedir,
"törpü"ye sahip olan Jennifer (Julianna Margulies) ile, törpüyü yönelttiğiniz insan bayılmaktadır,
yardım alarak yoluna devam eder.



Jennifer'ın amacı bütün nesnelerden kurtulmak ve nesneler yüzünden aklını kaybeden abisini eski haline getirmektir.

Wally otobüs biletiyle kendini güvende hissetse de aslında istediği eski yaşantısına dönmektir.



Karl'ın oğlu Isaac'ı lösemi hastasıdır. Nesnelerden cam gözün etkisinin iyileştirici olduğunu düşünmekte ve oğlunu iyileştirmek için bu nesneyi aramaktadır.

Sonunda Miller'ın kıvrak zekası sayesinde kayıp olan 40 kadar nesnenin saklandığı kasayı bulurlar ve Karl cam gözü alır ama Miller'la işi bitmiştir artık ve onu kasada bırakarak kendi kaçar. Ama Miller akıllı adamdır ve o odadan da kurtulmayı başarır.

Sonunda ne mi olur? Merak eden olursa yorumlarda sorduğunda cevaplarım. Ama sonunu öğrenmeden diziyi seyretmek isteyenler olacaktır. O yüzden burda bitiriyorum :)

(Resimleri burdan aldım)

Ama o zamana kadar hadi bir sobe başlatayım. Bu nesnelerden hangisi sizin olsun isterdiniz ve neden? (Bütün nesnelerin amacını öğrenemedik biz de, saydıklarımı beğenmediyseniz nasıl bir şey istediğinizden de bahsedebilirsiniz!)

Hadi bakalım öykücüm, çakılcım, archisugarım ve biyocancım, sobeledim sizi! :)

6 Aralık 2007 Perşembe

Ağlamaklıyım sayın okuyucum :(

Hüngüüüüüüüüürt :((

Bu satırları "evim güzel evim"den yazıyorum size. Buraya kadar her şey normal evet, ama ben bu blogu hep iş yerimdeki boş vakitlerimde (aaaah eski zamanlar) yazdığım için bu bir yenilik..

İş yerimizde artık sınırsız internetimiz yok :( Sevgili BAŞ amirimiz interneti yasakladı bize. Sanki verilen işleri internette lak lak yapmaktan bitiremeyen biziz.. Sanki imkansızı başarmak için geceleri 11 lere kadar kalıp çalışmıyoruz.. Of adalet istiyorum artık ya!!

İş yerimi yine bir kenara bırakmak istiyorum..

Haftasonu Ankara'ya gittik Badem'le. Badem'in annesi, evet kayınvalidem, ufak bir ameliyat geçirdi. Korkulacak bir şey yok, safra kesesi ameliyatı oldu ve şu anda çok iyi.

Ama işte ameliyattır, gelen giden olur, yemek yapmak gerekir falan diye cumartesi sabah çıktık burdan yola. 2 gün de izin aldım. Geldiğimde masamdaki işler ufak çapta bir dağ oluşturmuştu (çakılcım bilir bu konuyu). Onları halledeyim bloguma sonra uğrarım falan derken bizim blog falan hikaye 
olmuş meğer. Artık evden eve yazacağım anlayacağınız.. Eskisi kadar sık da yazamam 
heralde :((

O zamana kadar arayı kapatmak için başlıyorum:

* Badem bir dizi bulmuş yine. Hani bizim telekomcular gibi Hollywood senaristleri de
greve girmiş ya, müptelası olduğumuz dizilerin, Lost, Hereoes, Grey's Anatomy, House
gibi, sonraki sezonları yokmuş efendim. Seyircisine veda etti gibi üzücü haberlerini okudum en son. Bir hüngürt de buraya o zaman. İşte Badem de beni bu kadar üzgün görünce başka bir dizi bulmuş : The Lost Room. Konu bir yerden acaip tanıdık gelse de
dizi çok heyecanlı ilerledi. Zaten topu topu 6 bölümden oluşuyormuş ve biz dün heyecan içinde ilk 3 bölümünü seyrettik bile. Bugün de sonuna geleceğiz yani. Size de tavsiye ederim. Kısaca bahsedeyim konusundan. Özel eşyalar var. Anahtar, tarak, saat gibi
sıradan görünen yaklaşık 100 tane eşya varmış. Bazıları bu eşyaların Tanrının olduğuna inanıyormuş çünkü her birinin farklı bir gücü, farklı bir özelliği varmış. Örneğin anahtar her kapıyı açıyormuş, üstelik her kapıyı aynı otel odasına açıyormuş.  Odadaki kapıyı açtığındaysa nerede olmak istiyorsan oraya açılıyormuş. Tabi ki iyi adamlar ve kötü adamlar var bu dizide. Ama kötü adamların bile kendilerin
e göre bir sevimlilikleri var inanın :) Oyunculuk da çok süper değil ama heyecan için seyredin derim ben :)

* Efendim evelsi gün ilk defa kereviz yaptım evde. Ben eskiden hiç sevmezdim kereviz falan. Ama Ankara'da ananemle oturduk kayınvalidem için kereviz yaptık. Gaz oldu bu da bana, Ereğli'ye döner dönmez gittim aldım :) Evde havuç yokmuş tabi onu almayı unutmuşum. Yine de kereviz, patates, soğan ve taze sıkılmış portakal suyuyla yaptım kerevizi. İlk yiyen de bugün temizliğe gelen Sezi oldu. İlk yapılmasına rağmen fena
olmamış. Öyle dedi :))

* Geçen hafta sevgili Tabiat Ana Öykücü'ye güzel yorumlar bırakmıştı benden de bahsederek. Öncelikle güzel sözler için teşekkür ederim. Bunu yorumlara ek olarak yazacaktım aslında ama eski yazılara gelen yeni yorumlardan haberi olmuyordur belki diye buraya yazıyorum. Öykücüyle dostluğumuz çok eski yıllara dayanıyor evet. Bıkmadan usanmadan bırakmadık peşimizi. Üniversite yıllarımızda başlayan dostluğumuzu bugünlere kadar getirebildik, üniversiteye 1997 yılında girdiğimizi düşününce 10 seneyi devirmişiz işte.. Nice 10 senelere :)

Arkadaşlık çok değerlidir benim için. Çok emek veririm ben. Emeğimin karşılığını alamadığımda ya da alamadığımı düşündüğümdeyse çok kırılırım. Hani sevgi karşılıksızdır derler ya bazen, yalan o. Karşılıksız sevgi ancak annenin çocuğuna duyduğu sevgidir aslında. Arkadaşlık karşılıklı sevgidir. Ama yanlış anlaşılmasın bu "karşılıklı" ifadem. Çıkar anlamında değildir. Karşılıklı olması, bazen bir gülümsemedir, bazen hatırlanmaktır,
bazen sesini duymaktır. Bir nevi manevi tatmindir. Bu da bir çıkar değil midir diye soracaksınız. Bana göre değildir. En azından burda bahsettiğim çıkar ilişkisi maneviyatla değil maddiyatla ilgilidir.

* Daha önce Öykücü'mün gönderdiği kitaplardan "Biri Benim Üç Nikah (Chris Manby)" okduğumdan ve çok beğendiğimden bahsetmiştim. Hala kitapayracıma ekleyemedim gerçi ama Ankara yolunda yine 
Öykücü'mün gönderdiği kitaplardan "Yalancının Mumu (Chris Manby)" nu okuyayım dedim. Bir de ne göreyim, tanıdığım karakterlerden Lizzie Jordan
ve arkadaşları bu kitapta da var. Meğer ilk önce okuduğum kitap bu kitabın sonrasını anlatıyormuş, Star Wars misali :) Sanki eski arkadaşlarımı bulmuşum gibi çok mutlu oldum kitabı okurken. İkisini de ekleyeceğim kitap ayracıma (hala umutluyum!)(birini ekledim bile) :)

29 Kasım 2007 Perşembe

Cudiii Abottooooo :)

Evet ne zamandır yazamadım..

Yazamadım ama takip ettim sevdiğim yazarları. İşlerim yine çok yoğundu, okurken bile sizi bıktırmışımdır eminim :) Ama ben daha fazla bıktım siz de buna emin olun.. Ocak için önümü parlak görüyorum yine de :)

Yazamadığım bu zamanda neler yaptım peki? Bir sürü film seyrettim, şimdi isimleri bile aklımda değil çoğunun :) Daddy Long Legs'i yeniden seyretmeye başladım. En sevdiğim çizgi karakterlerden olan Juddy Abbott, kendi okuyuşuyla cudi abotto :), çocukluğumdan kalan güzel anılarım arasındadır. O kadar çok çizgi film seyrederdim ki çocukken.. Haftasonları saati 7 ye kurarak uyanıp çizgi film seyrettiğim günler dün gibi aklımda :) Neler seyretmedim ki? Red Kit, Tommiks, Şeker Pembe, Şeker Kız Candy, Yedi Renkli Çiçek (bunun asıl ismi Çiçek Kız Lulu'ymuş, Realfiesta'dan baktım), Uzun Bacaklı Baba (Daddy Long Legs), Voltran ve daha birçokları.. Bütün çizgi filmler için RealFiesta'yı tavsiye ederim. Resimli ve açıklamalı üstelik :)

İşte Daddy Long Legs'i yeniden seyretmeye başladım. Daha önce uzun bacakla başlamıştık bu sefere ama onun yoğunluğu nedeniyle ara vermiştik. O arada kendi oturup hepsini bitirmiş meğer! Hain :) Ben de tek başıma seyretmeye karar verdim bunun üzerine. 6. bölümdeyim şimdi. 52 bölüm var yanlış hatırlamıyorsam. O kadar keyifli gidiyor ki.. Eski günlerdeki gibi tıpkı. Hala çok seviyorum. Hala gülümsüyorum seyrederken ve hala heyecan duyuyorum :)

Candy'leri de arşivledik bunun için. Onun da sırası gelir yakında..

Öyleyse ne diyoruz? Sıradaki! :)

Eksik giderme :)

Dün Wo Hu Cang Long'u (Crouching Tiger Hidden Dragon - Kaplan ve Ejderha) seyrettim nihayet. Kaç senelik film, üstelik ödüllü! Ama bir türlü seyredememiş, bunu kendime dert edinmiştim. Badem'e bu durumumu anlatınca hemen oturduk film seyretmeye başladık tabi :))

Filmde güzelliğiyle dikkat çeken JenYu'yi (Ziyi Zhang) daha sonra (yeni film) 2046'da seyretmiş ve beğenmiştik. Tabi bana göre daha sonra değil daha önce oldu 2046'yı seyretmek :) Aynı zamanda çok beğenerek seyrettiğim Hero ve henüz seyredemediğim Bir Geyşanın Anıları'nda da oynamış bu güzel kızımız.


Güzel wudan insanı Yu Shu Lien'in (Michelle Yeoh) ise 1983 Malezya güzellik kraliçeliği varmış meğer! 1997'de de dünyanın en güzel 50 insanı arasında gösterilmiş.

Filmin çok ayrı bir havası vardı gerçekten de. Benim gibi eksik kalmış olanlar varsa tavsiye ederim. Filmin sonunda hüsrana uğrasam da wudan olmakla jedi olmak arasında kararsız kaldım :))

Evet, bana dün ne olmak istersin diye sorsalardı hiç tereddüt etmeden "jedi" derdim. Yıldız Savaşları (Star Wars) fanatiğiyseniz siz de benim gibi, o zaman çok iyi anlayacaksınız beni. Ama işte şimdi yine de wudan olmak da isterdim diye düşünüyorum. O zaman hiç korkmazdım yalnız kalmaktan da, karanlıktan da.. Önüme kim çıksa döverdim :))

25 Kasım 2007 Pazar

Şirin Devrim ve Maeve Binchy

Bir süredir Şirin Devrim'in Şirin'ini okumakta olduğumu yazmıştım. Kısa bir kitaptı. Yanlış hatırlamıyorsam 228 sayfaydı. Ona rağmen 4 kasımdan beri elimdeydi. İşler güçler, bir yandan pilates derken bir müddet elimde süründü kitap.

Şirin Devrim kendi hayatını yazmış bu kitapta. Kitap ayracında ayrıca bahsetmeyeceğim. O yüzden burda kısaca özetlemek istiyorum.

1926 yılında doğmuş Şirin Devrim. Bir İstanbul bir Amerika bir bilmem nere derken aldığı tiyatro eğitimleri ve tecrübeleri sayesinde dünyaca ünlü Tük tiyatrocu ve rejisör haline gelmiş. Bense hiç duymamışım ismini. O da benim ayıbımdır. Tiyatro seyretmeyi çok sevsem de (üniversitedeyken her haftasonu gitmeye çalışırdım) oyuncuları, rejisörleri vs bilmem. En azından ismen bilmem.

Sanırım Şirin Devrim'i de o yüzden bilmiyordum. Kitap sayesinde öğrenmiş oldum. Bu açıdan güzeldi. Bir insanın hayat hikayesini okumak her zaman ilgi çekici gelmiştir bana.. Ama yine de insanı bir anda içine alıveren kitaplardan değildi..

Sonunda Şirin'i bitirdim ve bir Maeve Binchy kitabı olan Aşıklar Korusu'na başladım. Maeve Binchy'nin kitaplarını kız kitapları olarak tanımlıyorum. Hani "kız içkisi" olarak tabir edilen Baileys ya da Sheridans gibi.. Ben çok seviyorum kız içkilerini ve kız kitaplarını :)

Ama Badem'in oturup da Aşıklar Korusu'nu falan okuyabileceğini hiç hayal edemiyorum :)

Badem'le çıkmaya başlamadan önce, çıkmak lafı da saçma aslında ama flört etmek fiilini
de çok Avrupai bulup Türkçe'ye yakışıtramıyorum-bu arada Türk Dil Kurumu'nun resmi sitesi tdk dan baktığım kadarıyla Avrupai de flört 
etmek de Türkçe sözlükte mevcut! :), Maeve Binchy'nin İtalyanca Aşk Başkadır adlı
kitabını almıştım. O zamanlar Badem bana biraz İtalyanca öğretiyordu. Aramızda kıvılcımlar çakmaya başlamış olsa da henüz isimlendiremediğimiz için bu kitabı aldım
ama vermeye utanarak kendim okudum :))

İşte o zamandan beri Maeve Binchy'i çok severim. Ta ilk kitabından beri.. Her kitabını da okudum.

Bu arada çıkmaya başladıktan sonra Badem'e kitabın benim için olan hikayesini anlattım
ve o da kitabı okudu. Ama onun bir anısı vardı da okudu. Diğer kitaplarını okuyacağını hiç sanmıyorum :)

Neyse ben bu kitabı bitireyim de bunu "kitapayracı"ma koyarım :)

24 Kasım 2007 Cumartesi

Hafıza durumum ve facebook

Televizyonlarda görmüşsünüzdür, hatta belki kayıt bile olmuşsunuzdur şu meşhur facebook'a. "Yüz defterine" yani..

Ben de kayıt oldum. Sevdiğim ve görmeyi istediğim tüm arkadaşlarımla zaten görüşüyorum, facebook neyime şeklinde yorum yapan insanların aksine, ilkokul,
ortaokul-lise, üniversite, eski işyeri ve hatta eski mahalle arkadaşlarımın şimdi
nerelerde olduğunu, neler yaptığını, şimdiki hallerini merak ediyorum ben. Sırf bu yüzden kayıt oldum ve fiziksel olarak değişen, evlenen ve hatta çoluk çocuk sahibi
olan arkadaşlarımı buldum ve çok mutlu oldum. Şimdi birbirimizi resimlerden takip
edebiliyoruz :))

Asıl konuya geleyim. Daha önce, şu an hastanede üstlendiğim amelelik işinden önce, İstanbul'da bir ilaç firmasında insani şartlarda çalışıyordum. Ablamla birlikte bir evde kalıyorduk. Ama İstanbul canımıza tak etmişti artık. Yollarda geçirdiğimiz ev-iş arası arttıkça artan saatler yüzünden İstanbul'un güzelliğini yaşayamıyorduk. Ve sonunda
doğup büyüdüğümüz o sahil kasabasına (Küçük İstanbul ve Küçük Paris adlarıyla da bilinir) dönmeye karar verdik. Ablamın işi kolaydı (!). Erdemir'de işe başlayacaktı. Benimse devlet kurumuna kabul edilmem gerekiyordu. Ama öyle bıkmıştım ki olsun dedim, ablamla birlikte memleketimize döneriz. Ben hemen işe başlamasam da olur. Birkaç ay evde oturur, hem kafamı dinlerim.

Böylece başvurumu yaptım. 15 gün içinde başvurumun kabul olduğu (meğer eczacı ihtiyacı varmış memleketim hastanesinde) bildirildi. Ablamın işiyse olmadı. Böylece ben memleketimize dönmüş ablamsa İstanbul'da kalmış oldu. Nerden nereye diye buna deniyor sanırım. Çok üzücü bir dönemdi. Ablacım yalnız kalmaya alışık değildi, üstelik 5 senedir abla-kardeş şeklinde yaşamaya alışmıştı ve benim dönüşümün ilk dönemlerinde eve bile girememişti :(

Böyle üzücü günleri atlattıktan sonra, aradan günler, aylar, yıllar geçtikten sonra o da evlendi ben de evlendim. Artık ikimiz de yalnız değildik. Ablam liseden beri birlikte olduğu sevgili eniştemle evlendi. Yani çok da yalnız değildi 
aslında İstanbul'da. 

Her neyse, yine konudan sapmışım. Facebooktan bahsediyordum..

Geçenlerde S. diye bir kız arkadaşlık talebinde bulundu. Tanımadığım için kabul etmedim. Bir daha bulundu. Yine kabul etmedim. Bir daha bir daha derken baktım bu kız arkadaş benim eski iş yerinden bi arkadaşımın arkadaş grubunda da var. Hemen mesaj attım arkadaşıma. Bu kız kim diye.

Cevap basitti. Eski iş yerimde çalışıyordu. Ben yine de tanıyamadım arkadaşı ama onlarca talebin üzerine mesaj atıp sormaya karar verdim. "Pardon hatırlayamadım ama tanışıyor muyduk acaba?"

"Ben bilmem ne firmasından S. Hani A. ve N. nin arkadaşı. Unutulmak ne kötü.."

Offf!! Unutmuş muyum kızı yani? Ama bu resimler hiç tanıdık değil ki.. Allah Allah.. O zaman kızın kalbini almak lazım şimdi diye düşünüp hafızamnın iyice yerlerde süründüğünün verdiği üzüntüyle yazıma başladım.

"Ama aradan 5 sene geçmiş, hafızam da çok kötü. Kusura bakma nolur vs"

Bir mesaj iki mesaj derken S. mesajlarından birinde benim manken gibi bir kız olduğumu ve beni hiç unutamadığını söyledi. Ben, manken! :)) Bir şeylerin ters gittiği belliydi :) Daha önce1,58 lik  48 kilo "buçukluk" olduğumdan bahsetmiş miydim size? Manken olarak adlandırılmam imkansızdı. İşte o zaman aklıma ben gitmeden yerime alınan kız geldi. Tesadüfe bakın ki onunla adaştık. Belli ki S. beni onunla karıştırmıştı :) Bir yandan olayın vehametine gülerken bir yandan da derin bir oh çekmiştim. Hafızam sandığım kadar kötü değildi, ben unutmamıştım, kız cinarları karıştırmıştı :))

Hemen durumu açıklayıcı bir mesajla S. ye beni karıştırdığını, diğer arkadaşın nerde olduğunu ise bilmediğimi söyledim. 
Bir iki gün mesaj gelmedi. O da araştırmasını yaptı, sonra cevapladı beni :) Evet ben 
haklıydım o karıştırmıştı :))

Facebook'un güzelliği de burdaydı. Bir arkadaş daha edinmiştim. Puhahahah! :))

20 Kasım 2007 Salı

Hayat bu işte..

Dınnn!! Saat 06:30.

Hemen kalkmalıyız! Daha uyanıp kendimize geleceğiz.. Uyandık, kendimize geldik. Listemizi kontrol edip eksiğimiz var mı yok mu diye kontrol ettik. Her şey tamam. Yola çıkmaya hazırız..

Arabaya atladık. Eskiden hapishane gözüyle baktığımız lisemize gittik. Tam da vaktinde. 
Minibüs bizi bekliyor.

Etrafta oynayıp zıplayan bir de zıpır var! Ortak! :) Cooker mı ne, köpecik cinslerinden anlamıyorum. Şeker sahibesi öyle diyor. Ortak'la hemen arkadaş oluyoruz :)

Saat 07:00. Minik tur arabamız hareket ediyor ve yedigölleredoğru yola çıkıyoruz. Kahvaltı molasında arabamıza bir arkadaşı daha almak için köye uğruyoruz. Sabahın körü, ama ailecek kalkıp 16 kişiye kahvaltı bile hazırlamış Sezer ailesi.
Neler yok ki tepsilerde! Dumanı tüten gözlemeler, köy peynirleri, yağsız sacda pişen yumurtalar, zeytinler.. Karnımızı bir güzel doyurup 19 kişi olarak tekrar yola koyuluyoruz.

Yolda başımıza gelen kötü bir şey yok. Molada Ortak'ın çişini yapmasını saymazsak tabi.. Hayvan napsın, yıkanacak değil ya! Ama minibüsün içi dar. Koridorda bir aşağı bir yukarı gezindikçe kötü kötü kokular geliyor burnumuza :(

Neyse yedigöllere geldik. Bu ilk gelişimiz. Belki de o yüzden aşık oluyoruz manzaraya. İyi ki getirmişiz fotoğraf makinesini. Bir Badem, bir ben derken tam 430 resim çekmişiz. Bazıları da çok sanatsal :)





Tur rehberlerimiz 10 senedir sürekli gidip geldiklerinden bölgeyi çok iyi tanıyorlar ve her yere götürüyorlar bizi. Görmediğimiz göl, ağaç, yol kalmıyor. Batı Karadenizin en yüksek noktasına kadar çıkıyoruz.




Ama yorulduk artık. Üstelik acıktık da.. Zaten hava da kararmaya başlamış. Yemek saati diye inliyoruz. Herkes kendi için yemek getirsin dendi. Ama o ne? Herkes bir orduya yetecek şey getirmiş. Herkes bir çeşit ama. E bunlar anlaşmış o zaman! Allah'tan cimrilik edip de keki iki dilimle sınırlamamış pişirip kestiğim gibi getirmişim! :))


O ne börekler, mercimek köfteleri, kurabiyeler.. Bizim kek çerez gibi kaldı. Neyse kim neyi getirdi bilmiyoruz. Racon buymuş. Her şeyi herkes yapmış, herkesin eline sağlıkmış! Sevdim ben bu işi ya :)

17 Kasım 2007 Cumartesi

Balık hafızam ve Balık :)





Önce Sönmez Balıkçıya gidilip en iyisinden iri iri mezgitler temizletilerek alınır. Eve gelindiğinde balıklar tekrar yıkanır. Sonra balıklar tuzlanır ve mısır ununa bulanır. Buraya kadar hep aynı.

Daha sonra balıklar kuyrukları tavanın merkezinde birleştirilerek, başları çepere bakacak şekilde tavaya dizilir. Az biraz da sıvı yağ konarak kızartılmaya başlanır. Ara ara tava sallanarak balıkların tavaya yapışmaması sağlanır.

Bu tavayla uyumlu düz bir kapak da olması gekelidir ki balıkların bir tarafı kızardığında bu kapak yardımıyla ters düz edilerek pişmeyen taraf kalmayacak şekilde kızarması sağlanır.

Peki bütün bunların balık hafızamla ne ilgisi vardır? İşte böyle bir ilgisi vardı.

Afiyet olsun!

Badem'in çekmiş olduğu güzelim resimleri de ters sırada eklemeyi başarmışım bu arada! :)


14 Kasım 2007 Çarşamba

Çıldıracağım ey sevgili günlük

Ühü ühü :(

Kaç gündür yazacağım bir türlü yazamadım.. Hem işlerim çok yoğun hem sıkkınım (genel).

Ama ısrarlara dayanamayıp kısa kısa da olsa şu sevdiğim madde madde yazma işine girişeyim hemen :)

* Evelsi gün sabahın köründe kalkıp, mesai saatimden daha önce, işe gelirken bir kaldırımın dibinde bir kedi gördüm. Boylu boyunca uzanmış zavallıcık, ölmüş.. Heralde geceki ayazda ve fırtınada donarak öldü. Çok üzüldüm bunu gördüğüme. Sonra da düşündüm. Kediler gibi evsiz barksız insanlar da soğuktan donarak ölüyor. Bizse kendi derdimizi herkesinkinden fazla sanıyoruz zaman zaman :(

* İş yerimde işler yine karışık. Hala çözümleyemediğimiz mevzular var. O yüzden detaylardan sonra bahsedeceğim, her şey belli olduktan sonra..

* Eylülün başından beri pilatese gidiyorum. Zayıflayacağım gibi bir derdim yok. 49 kiloda 1,58 lik bir buçukluğum. Ama daha önce 40 kiloya kadar düştüğüm için bu kilom bende patlayacakmışım durumları yarattı. Yine de zayıflamak değil derdim. Derdim bel ve sırt bölgemde bulunan omurlardan 5'inin yapısal olarak bozukluğa uğramış olması. Geceleri uykumdan uyandıracak kadar ağrı yapardı önceleri. Hareket etmeye başladığımdan beri ağrılarım geçti. Pilatesten önce geçmişti yani, mevsim yazdı ya, yüzme vs iyi gelmişti baya. Her neyse, amacım hem kaslarımı güçlendirmek hem de sıkılaşmaktı. Eylülden beri 1 hafta izindeydim, hadi bir hafta da gidemedim diyelim, nerdeyse 2,5 aydır pilatese gidiyorum ama sırtımda birkaç kas harici hissettiğim bir değişiklik yok sanki.

* Öykücüm bana yine süper bir koli göndermiş. Doğumgünüm için :) İçinden yine bir sürü şey çıktı. Kitaplar, cd'ler, mumlar, mumluklar ve süper bir yüzük. Kırmızı kırmızı iki tane boncuk taşı var. Bereket ve şans getiriyormuş. Hadi bakalım :)

* Haftasonu Dakyüz, Osi ve Harkon'la limandaki kayalara gidip oturduk. Günün adını "Sıcak Şarap" olarak tanımladık ama sadece Badem ve Harkon içti bu şaraptan. Hazırlık aşaması çok komikti. Bizde termos yoktu. Badem'e her seferinde termos alalım dediğimde gerek yok demesine rağmen, bunu hatırlattığımda "Aa ne zaman?" gibi anlaşılmaz bir soru sordu :) Harkon'un annesine sorulduğunda "Bir termosumuz var, bir de büyük çay termosumuz var" cevabı alındı. "Yani termosumuz var değil mi?" diye sorulduğunda, içine çaydan başka bir şey koymamamız gerektiğini hatırlatırcasına üzerine basa basa "Büyük çay termosumuz var" cevabını aldık. Biz yine de içine şarap koyduk tabi. Ama sonrasında güzelce yıkadım merak etmeyin :)

Yağmur yağıp rüzgar esmeye başlayınca kendimizi çorbacıya attık ve sıcacık çorbalarımızı da içip dağıldık. Hoş bir gün oldu.

* Geçen gün Black Sheep diye bir film seyrettik. Çok gereksiz buldum onu da. Kısaca bir çiftlikte koyunların genleriyle oynanıyor ve koyunlar insanları yemeye başlıyor. Bu arada film komedi filmiydi. Beğenmedim :(

Bugünlük bu kadar yeter sanırım..

6 Kasım 2007 Salı

Maddenin y hali :)

Şu madde madde yazma işine çok sıcak baktım :)
Öykücüm, Mor Koyun ara ara bu şekilde yazıyor. Hem daha kolay okunuyor hem de her şeyden bahsedilmiş oluyor..

* Dün nihayet gidip saçlarımı boyattım ve kestirdim. Saçlarım uzunken bir anda gidip hiç cesaret edemediğim kadar kısa kestirmiştim. Hala uzatmaya çalışıyorum :) Ne renge mi boyattım? Her zamanki gibi koyu kızıl. Güneşte kırmızı kırmızı parlamasını seviyorum.

* Dün akşam yemek yedikten sonra Badem'le Inside Man'i seyrettik. Okumak istersiniz belki diye filmaniaca da ekledim. Ben çok beğendim. Zekice hazırlanmış planları severim.

* Kaç zamandır bahsedeceğim. Şebnem Ferah'ı çok seviyor ve çok "ayrı" buluyorum. Piyasadakiler gibi değil. Kendine has. Sadece müziğiyle gündemde. En son konseriyle ilgili bir albüm de çıkardı. İlk dinlediğimde çok etkilenmiş ve yazmaya karar vermiştim. Kısmet bu paragrafaymış. Albümü ilk açıp da sevenlerin çığlıklarını duyduğunuzda tüyleriniz diken diken olacaktır..

* Emre Aydın'ı da çok severim. Benim en sevdiğim şarkısına da klip çekmiş sonunda. "Git".

* İş yerindeki pencerelere jaluzi taktırdık. Gül kurusu rengi. Montumla aynı renk :) Eczaneye acaip ciks bir görünüm kattı. Ciks ne demekse :) Türkçe'de yeri yok yani. Havalı ve zengin diyelim.

* Geçtiğimiz pazar doğumgünümdü. İkea'dan bir sürü hediye almış oldum kendime. Arkadaşlardan birinin aldığı hediyeyse tam beni anlatıyordu. Beyaz bir t-shirt. Önünde komik bir resmim. Arkasındaysa yoruma gerek bırakmayacak bir söz : İtinayla dilekçe yazılır.

* İş yerinde eskisi kadar sıkılmıyorum. Senenin sonuna az kaldı çünkü. Artık devredeceğim bu sıkıntılı işi. Evelki sene çalıştığım yere döneceğim. Servis eczanesine. Çok rahat olacağım çooooooook :)

* Evelsi gün ve ondan önceki gün Wrong Turn ve Wron Turn 2'yi seyrettik. Wrong Turn çok gereksiz bir filmdi. Wrong Turn 2 ise daha da gereksiz bir filmdi. Bu tip filmler çok yapılır oldu. Bir ormanda kaybol, hatta kaybolmasan bile bir ormana gir, değişik yaratıklar ya da cani insanlar tarafından parçalan vs. Kan, insanların bağırsaklarının deşilmesi gibi şeyler seyretmeyi seven varsa seyretsin, ben uzun uzadıya anlatmak istemedim filmaniacta. Cidden gereksizdi yani.

* Ayşe Kulin'in kitaplarını çok seviyorum. Meşhur bir Şakir Paşa ailesi var. Kendi sülalesi yani. Kitaplarında onlardan birini görmek ve hayatlarına dair bir şeyler öğrenmek çok hoşuma gidiyor. Zaten gerçek hikayeler anlatan kitapları çok severim. Biyografiler ya da otobiyografiler gibi. Füreya ve Adı : Aylin bu tip kitaplardandı ve hala arşivimin en değerli kitapları arasında sayarım. Şimdilerde yine aynı sülaleden Şirin Devrim'in Şirin adlı kitabını okuyorum. O da çok güzel. Zamanla unuttuğum, daha doğrusu bir yerde görmeden aklıma gelmeyen insanları, bir kitapta daha bulmak ve daha ayrıntılı öğrenmek çok güzel. Hele 1926 doğumlu Şirin Devrim'in çocukluktan bugüne resim resim hayatına tanık olmak çok güzel. Ama yaşlanmasını kare kare görmek biraz da hüzünlü..

Gecikmiş cevap



Nihayet sevgili Archisugar'ın sobesine yanıt verebiliyorum, yani umarım bu sefer verebileceğim :)

Aşağıdaki resmi geçen sene, 2006'da, Atatürk Orman Çiftilği'nde bulunan hayvanat bahçesinde ben çekmiştim. Anne ayı ve yavru ayı kendilerince, 
gidebilecekleri en uzak yere, ayılar için oluşturulmuş bölümün en kenarına gidip güneşin altında yayılmışlar. Yavru ayı gerinmelerde. Ya yeni uykuya dalıyor ya da yeni uykudan uyanıyor. Bu görüntüye bayılmıştım ben ve bunu paylaşmak istedim :)

5 Kasım 2007 Pazartesi

Cumartesi günü eğlencesi

İkea çılgınlığımız dizginlendi :)) Bütün bir cumartesi gününü, 5 kişi olunca, İkea'da geçirdik. Aslında 3 saat sürebilecek yolun uzun sürmesi de bu 5'linin mutluluğuyla göbeği arasındaki bağın çok kuvvetli olmasındandı :) Mola yerlerinde masadaki her şeyi silip süpürene kadar beklediğimizden öğlene doğru ancak İkea kapılarına ulaşabildik, sabah 7 de yollara düşmüştük.

Hem yolculuk hem İkea turu çok eğlenceli geçti. Kaptan şoför de sağolsun 4 kızın çenesini hiç laf etmeden saatlerce dinledi.

Artık hava kararıp da yola çıkma zamanı geldiğinde oturduğumuz yemek masasından üzülerek kalktık ve son bir tur daha attık :) Aslında "hiçbir" şey almadık ama hepimizin aldıkları kocaman combo'nun bagajını nedense (!) tıka basa doldurdu. Eve gelip de aldıklarımı masanın üzerine dizdiğimde hangisinin o kadar para olduğunu bilemedim :) Ama rakamlar doğruydu (yok canım o kadar da abartmadım!), tek tek bakınca çok ucuz ama toplamda göl oluşturmuştu.

Yine de büyük bir sevinçle mutfağa aldığım mor kadifemsi halıyı serdim :) Güzel olmakla birlikte üzerine dökülen her şeyi ayan beyan gösterdiği için bir iki günde bir silkelemem gerekecek sanırım :) Puhahah!

Bu arada evdeki bağlantımız yüzünden
archisugarın beni mimlediği "en doğal halinizin resmi" konusuna hala resim ekleyemedim. Aslında ne de güzel bir resim buldum ama bu satırları işyerinden yazdığım için söz konusu resmi eklemem mümkün değil. Bu akşam evden yine deneyeceğim. Eğer olmazsa artık taşınabilir belleklerle işyerine getireceğim resmi ve burdan halledeceğim. Gecikme için af diliyorum o yüzden..

Alışverişe geri dönelim! :) O kadar özenerek bahsettiğim kutulardan hiçbirimiz almadık. Bizim ev zaten her köşesinde ayrı bir kutu barındırdığı için benim ihtiyacım yoktu. Evdekilerden değişik bir kutu da yoktu zaten. Ben daha çok mutfak eşyasına yöneldim bayıla bayıla :) Hemen bir muffin kalıbı aldım ve eve gidince de güzel ve şeker ablacımın tarifiyle muffin yaptım. Tarif 12 li kaba biraz (!) fazla geldiğinden
Öykücümün daha önce gönderdiği 4'lü kalp desenli silikon kaba da böldüm. Evde de tek fırın olunca ve hatta o da midi fırın olunca biri altta biri üstteyken ilk defa iki tepsi koyduğumdan ne olur ne olmaz diye bir ara tepsilerin yerini değiştirdiğimden olsa gerek muffinlerin o "vay anasını" dedirtecek kabarıklığı bir anda sönüverdi :) Olsun tadı güzeldi yine. Hem tecrübem oldu işte. Bir daha deneyeceğim aynı tarifin yarısını. Bu sefer başarılı olabilirsem buraya da yazarım tarifi.

2 Kasım 2007 Cuma

Yeni bir macera

Geçen haftalardan beri hazırlık içindeyiz. Azmettik iş yerindeki kızlarla birlikte İKEA'ya gideceğiz. Alışveriş delisi insanlar değiliz (tamam aramızda öyleleri var hatta ben bile zaman zaman çıldırabiliyorum :)) ) ama hepimiz de ev eşyalarına karşı dayanılmaz isteklerle donatılmış vaziyetteyiz. Bakmak bile eğlenceli bizim için.. :)

Ben özellikle mutfak eşyasına bayılırım. Böyle çanak çömlek olsun bakayım, paşabahçeleri gezeyim falan.. Almama da gerek yok bu arada. Yeni neler çıkmış bakayım mutlu olayım. Tek derdim bu :) Almak istesem de çok şey alamıyorum zaten, malum mutfağımız mut'tan ileri gidemiyor, çok küçük.

Sonra o kutuların güzelliği.. Evde her şey düzenli bir şekilde dursun isterim. Ortalıkta incik cincik çok şey olmasını sevmem ben. O yüzden kutu, sepet ne varsa bayılırım o tip şeylere. Şunların güzelliğine baksanıza :)
















İkea'dan bahset bahset arkadaşları da merakta bıraktım sonunda. Katalogdan gördükleri kadarıyla çok beğendiler ve sonunda günübirlik tur düzenlemeye karar verdik.

Bu hep birlikte uzağa yapacağımız ilk yolculuk. Düşünün 4 bayan, kocca bir alışveriş mekanı, üstelik ev eşyasıyla tıka basa dolu! Bakalım bu süreç kaç saat sürecek? Dahası bakalım gezi sonrası eve nasıl döneceğiz :))

Animelere devam..

Geçenlerde Shrek The Third'ü seyrettik. İlk Shrek'e bayılmıştım ben. Çok komik, eğlenceliydi.. Ama sonrakilerde aynı tadı bulamadım. Bu 3. seriyi de bayıla bayıla seyretmedim hani. Sonuçta her animede bir eğlence mevcuttur bu da öyleydi ama çok ahım şahım bir şey değildi biline. Yine de merak edenler olabilir diye filmaniaca ekledim, bakabilirsiniz.

Bu arada Prenses Fiona'yı Cameron Diaz seslendiriyor. Donkey the eşşek'i Eddie Murphy ve tabi Shrek'i ise Mike Myers seslendiriyor. Sesler çok eğlenceli :)

1 Kasım 2007 Perşembe

Sevimli minik fare :)

Merakla beklediğim Ratatouille'yi sonunda seyrettim. Aslında seyredeli siz deyin 1 ay ben diyeyim 2 ay, yok yok o kadar da çok değil. Tatil dönüşü seyrettik işte. Çok keyifliydi. Aradan epey zaman geçtiği için ilk günkü heyecanla anlatamadım belki, mazur görünüz. Ama yine de bakmadan geçmeyin filmaniaca :) Buyrunuz : Ratatouille.

30 Ekim 2007 Salı

Tatil mi dediniz?

Haftasonu tatili 3 gün olacak yaşasın dediler. Vallahi hiç anlamadım. Tatil mi haftaiçi mi, iyi mi kötü mü, dinlendim mi yoruldum mu bilemedim. Kalabalıktık yine.. Aslında seviyorum böyle hırala gürele ama yoruluyorum bu da bir gerçek..

Kayınvalidemler geldiler haftasonu. Hatta kayınvalidem ve kayınpederim haftaiçinden gelerek ananade kaldılar. Haftasonu görümcem de katıldı. Kayınvalidemler bize geçtiler, görümcem ananede kalınan yerden devam etti :)

Tabi kalabalık bizde olunca kahvaltılar akşam yemekleri falan bizde yendi. Ben, hımbıl, güzel güzel kahvaltılar hazırladım. Akşam yemeği için kolay olsun diye balığı tercih ettim yine. Bu sefer de resim çekemedim. Ama bugün alabilir de resimlersem çok süper olur. Özellikle mezgit ve barbunu tercih ederim balık konusunda. Evde yaptığımda hem kokusu çok olmaz hem lezzetini pek severiz hem de şekil icabı çok güzel olur.

Balıkları mısır ununa buladıktan sonra başları tavanın geniş tarafına, kuyruklarıysa tavanın merkezine gelecek şekilde inci gibi dizerim. Balık tavasının özel düz kapağıyla kızarınca çevirir pasta gibi servis ederim :) Herkes bu görüntüye bayılır.

İşte kayınvalidemler gelince de bu yöntemi tercih ettim. Güzel oldu. Allahtan mutumuz (mutfağın küçüğü bizimki) yemek masamıza yakın da getir götür işlerinde çok yorulmadım :)

Aaaa saat 5 olmuş. Hemen çıkmam lazım :)

29 Ekim 2007 Pazartesi

29 Ekim





Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun..

25 Ekim 2007 Perşembe

Korku filmleri

Öykücüm, bugün sırf senin için girdim bloguma. Aslında sık sık girip senin ve diğer sevdiklerimin yazılarını okudum tabi ama kendi bloguma yazacak kadar vakit tanımadım kendime.

Hani beni sobelemiştin ya, belki de unutmuşsundur yıllar oldu nerdeyse, eh işte onu yazmak için geldim :)

Bu şekilde biraz zaman da kazandım aslında çünkü konu zordu. Korku filmlerini sevmeme ve son yıllarda nedense bir gözüm kapalı izlememe rağmen şöyle uzun soluklu düşünsem de çok korktuğum 3 film getiremedim aklıma.

İnternette ufak çapta bir araştırma bile yaptım senin için :)

Yazını okuduğumda aklıma gelen tek film "Perili Ev" idi. Bu filmi de şimdi seyretsem korkmam belki ama ilk seyrediş zamanım ilkokul çağımın masum hallerine denk düştüğü için pek bir korkmuştum. Konusunu tam hatırlamamakla birlikte korku filmlerinde sıkça kullanılan 3 katlı büyük eski bir evde geçiyordu hikaye. Uzun merdivenlerin başında birdenbire beliriveren boş tekerlekli sandalyeler, biri sürekli vuruyormuşçasına sesler çıkaran borular, tek başlarına zıplayan toplar falan filan.. Meğer eski zamanlarda orda yaşayan ailedeki baba, oğlunu bir küvette boğarak öldürmüş. Çocuk direnirken borulara vurduğu içinmiş o sesler falan. Tek hatırladığım da bu. Ama o zamanlar çok korkunçtu öykücü abla :)

Bu arada film o kadar eski ki internette yaptığım araştırmada benim seyrettiğim Perili Ev'i bulamadım. Onun üzerine bir sürü çekilmiş.. :)

İkinci olarak aklıma gelen "Ringu". Bu da son yıllarda bizi güzeller güzeli Naomi Watts ile tanıştıran Ring filminin asıl olanı. Japon yapımı. Hani film sonrasında bu da çok korkutmuyor belki ama seyrederken bir hayli gerildiğimi hatırlıyorum.









3. olarak ne söylesem bilemedim ya. Aklıma gelirse yazacağım ama :)

Bu iki film yeter de artar zaten bana. :)
Bırrr!!

Evet 3. film olarak Descent'i yazabileceğime karar verdim. Aslında genel olarak hiçbir filmden sonra aman da şöyleydi böyleydi diye korkmuyorum. Varsa yoksa film esnasındaki gerilimim ve ürkekliğim. Film sonrasında aslan kesiliyorum :))

Neyse Descent'ten de bahsedeyim. Bir grup mağara meraklısı arkadaş bir mağaraya girip keşfe çıkıyorlar. Tabi bir zaman sonra yollarını kaybedip mağarada kısılı kalıyorlar. Çıkış yolu arama esnasında mağarada yalnız olmadıklarını anlıyorlar falan filan.. Mağaradaki insanımsı yaratıklar beni çok germişti..

21 Ekim 2007 Pazar

Harry Potter

Haryy Potter bitti..

7. ve son kitap bitti.. Ölüm Yadigarları.

Bitti ama bende kitap okuma istediğini de aldı gitti.

Tüm seriyi bitirdim çünkü. Büyük bir heyecan içinde bitirdim. Sonunu düşünmeden okudum bitirdim. Kitabın kapağını ilk açtığım andan itibaren bir an önce okumak için adeta çıldırdım ve yavaş yavaş sindire sindire fikriyle savaş içinde olarak bitirdim.

Şimdi uzunca bir zaman için kitap okumak istemiyorum. İçimde hala büyük bir heyecan var. Bu heyecanı şimdilik başka bir kitapta bulabileceğimi sanmıyorum..

Bir de çocuk kitabı diye bütün bir seriyi küçümseyenler var. Anlayamadığım insanlar..

Dünyayı kurtarmıyoruz içindeki bilgilerle. Sihir, büyü.. Gerçekçi olmayabilir. Ama bir kere gerçekliğin içine girdiniz mi gerisi yalan oluyor. Önemli olan gerçek olmayana inanmak ya da inanmamak değil. Ufkunu genişletmek, mucizeye inanmak.. O kadar da zor değil..

16 Ekim 2007 Salı

Rahatlamıştım

Blog tarihimde en uzun yazımı yazmışım. Amma da dolmuşum. Okurken bana acımayın lütfen :)

Güzel şeyler de yazacağım ama önce resimleri ayarlamam lazım. Mesela henüz okuduğum kitaplardan bahsedemedim. Onların resimleri sorun değil gerçi..

Seyrettiğim filmler için güzel kareler bulmam lazım. Bir de Harry Potter fırtınasından bahsetmek isterim :)

Tatile gitmeden ideefixe ten ısmarlamıştım. Ben tatildeyken kargo geldiğinden tatile götürüp de okuyamadım. Hala devam ediyor mu bilmiyorum ama ideefixe te % 25 indirimle satılmakta idi. Ben o şekilde aldım. Kampanya bittiyse ilknoktaya da bakabilirsiniz. Orda da % 20 indirimli idi..

Neyse bir yandan okumak için çıldırırken bir yandan da öykücümün yazdıklarını düşünüyordum. Ha bu arada sevgili öykücüm pasını aldım, aklımda, en kısa zamanda cevaplayacağım ama okumuşsundur stresden ölmek üzereyim bu aralar. İşte sonunda merakıma yenik düştüm ve kitaba başladım hatta 200 ü falan geçtim. Nöbettir falan derken evde çok kalamadığımdan henüz bitiremedim ama çok güzel gidiyor bunu söyleyebilirim. Çakılcım sen de en son dördüncü kitabı okuyordun bitirebildin mi bilmiyorum, gerçi önünde bş ve altı da var yediden önce. Onlar da çok güzel, önceki kitap yorumlarımdan okumamışsındır büyük ihtimalle. Sonundan bahsetmiştim çünkü. Merak edersen bakabilirsin buralardan Zümrüdüanka ve Melez Prens.

Son zamanlarda neredeydim

Merhaba sevgili takipçilerim.. O kadar uzun zamandır yazamadım ki hala takipçim olup olmadığından emin değilim aslında..

Başım her zamanki gibi belada. Yine anlatacak çok şeyim, dalacak çok insanım, parçalayacak çok başıbüyüğüm var. Hep güzel şeylerden bahsedebilsem keşke. Mesela dün sonunda Ratatoulle'i seyredebildik Badem'le. Büyük bir hevesim de vardı güzel güzel anlatayım diye. Anlatacağım da ama ruhum o kadar sıkıldı ki..

Geçen hafta izindeydim bildiğiniz gibi. Öpüşen balıklarla geçen güzel bir tatil geçirdik Badem'le.

Dönüşümüzse tam bir kabustu. İşe Pazartesi günü öğleden sonra başladım. Masamın üzeri gelen malzeme faturaları, kontrol edilmesi gereken reçeteler, talep edilmesi gereken ilgisiz dilekçelerle dolu..

İlk gün zaten problem çözmeyle geçti. Bir de nöbet sırası bana gelmiş, bütün hafta ben nöbetçiymişim. Nöbet dediğim de icap nöbeti. İcap ettiğinde gelip eczaneyi açıyoruz yani. Dün iş çıkışı bir de pilates kursum vardı. Dışarda acaip bir yağmur var. O kadar ki kurs çıkışı Badem gelip beni alamayabilir, taksi çağırıp gideceğim. Neyse Dakyüz arabayla gelmiş o gün, o bırakmak için ısrar edince onunla eve döndüm. Eve girdim tak telefon çaldı. İş yerinden arıyorlar. Işıklar açık kalmış!!

SSK dönemindeyken her tarafı eczane olarak kullanılan ve eczane için yapılmış 3 katlı koca bir eczane binamız var. Hala da eczane binası olarak geçer. Ama biz ikinci katta tıkıldık kaldık. Üst katımızı arşive alt katımızı da sigorta servisine verdiler. Alt kat komşumuzla problemimiz yok, giriş çıkış kapılarımız ayrı çünkü bağlı bulunduğumuz kurumlar da ayrı. Onlar SSK, biz S.B.

Ama üst kat komuşumuz feci. Daha önce de yaşanmış bir vukuatımız var kendisiyle. Bunlar da hep seni mi buluyor diyeceksiniz. Hayır, ben onları buluyorum. Salaklığa ve haksızlığa tahammülüm yok çünkü..

Neyse, dün akşam, vukuat 2, üst kat komşumuz kendi mekanının ışıklarını ve camlarını açık unutmuş! Yağmur deli gibi. Mekan da arşiv mekanı. Sırf kağıt yani. Su görse ziyan olup gidecek. Ama yukardaki o kadar büyük insan ki ( yukarda ya, kendini harbi üst mevkilerde zannediyor) camları falan kapatmadan iş yerini terk edebiliyor. Bizim mekan da eczane. Başka bir deyişle para. Yani büyük sorumluluk.. Dolayısıyla pek bilinçli ve sorumlu üst kat komşumuzla mecburiyetten aynı kapıyı kullansak da tek anahtar bizde. E cam açık ne olacak. Nöbetçi eczacı var ya, o çağırılıacak cam kapatmak için. Ben yani. Bir numaralı amele.

Giderim tamam, ama cam falan kapatamam ben. Kim açık bıraktıysa o gelir, ben kapıyı açarım, o camını kapatır..

"Tamam" diyor nöbetçi memur "o da gelecek zaten."

Bu arada şoförün gelip beni alması için 40 dakika kadar yağmur altında bekliyorum. Evde beklemiyorum çünkü hemen geliyorum dediler. Safım ya çünkü. İyi niyetli bir salağım. Hemen geleceklerine inanıp dışarı çıkıyorum.. Neyse 40 dakikalık ıslak bir bekleyişten sonra meşhur eczane binasının önüne gidiyorum. Güvenlikçi arkadaş da geliyor. Ona soruyorum biri gelecek cam kapatmaya değil mi diye. Evet diyor bana. Birlikte bekleşiyoruz. Aradan 10 dakika geçince ben yine aramalarıma geçiyorum. Hep cepten.. Önemli değil. Memleket meselesi ya hemen çözmem lazım..

Meğer cam kapatmaya gelecek arkadaş, benle bekleşen güvenlikçi arkadaş! Ama memleketim insanı o kadar akıllı ki beni beklediğinin farkında değil!

Neyse bu konuyu da hallediyoruz. Kapıyı açıyorum. Güvenlikçi arkadaş ışık ve camları kapamaya gidiyor. Aradan 5 dakika geçiyor bir gelişme yok. Merak edip merdivenin altına gidiyor ve sesleniyorum. Yukarda bir kişiden fazla var. Sesler geliyor..

Meğer üst kattaki süper zeki komşumuz temizlik personelini kendi yerine odasında bırakıp işlerini ona devrediyor. Bizim safko da, üç kuruşluk maaşını kaybetmek korkusuyla amirinin sözünü dinliyor ve hiç işi olmamasına rağmen evrak düzenlemeye çalışıyor.

İşin acısı, bu dahi ayıcık arandığında bu konudan bahsetmiyor ve ben boşu boşuna özel yaşantımın 1,5 saatini hastane yollarında, sinir hastası olma yolunda harcayıp gidiyorum. Islanmışım ona mı yanayım, nöbetçi eczacıyım ama ilaç vermek yerine her türlü ıvır zıvır için bile nöbete çağırılabiliyorum ona mı yanayım, bu konuda koltuk meraklılarına tutanak tutup yolluyorum ama olumlu bir sonuç alamıyorum ona mı yanayım, sıcacık evimde oturup güzel güzel filmimi seyredememişim ona mı yanayım, o saate kadar aç kalmışım ona mı yanayım?

Bütün yaşadıklarım bundan ibaret de değil.. Bugün, işe başlamışım izinden sonra daha ikinci günüm, farkeder mi ayrı, her zamanki gibi mesai saatim bitince 17:00 da işten çıkmışım. Durakta minibüs yok. Mecbur taksiye atlamışız arkadaşla, çarşıya ineceğiz. 5 dakikalık çarşı ama biz daha ulaşamadan tak telefon. Nöbetçi memur yine nöbetçi eczacıyı arıyor. Yine ne var? Bir serviste ilaç bitmiş. Ne ilacı? Öksürük ilacı. Hayata haiz değil yani. Üstelik bugün aynı servise bir kaç şişe söz konusu şuruptan vermişiz. Ama olmaz diyor hemşire. O başka hastanın. Bir gece bir ölçek alıp idare edemeyiz. Niye?

Kılsınız çünkü kardeşim! O yüzden idare falan edemezsiniz de bu kıllık nereden geliyor onu anlayamadım.. Her türlü yardımı gösteriyoruz biz size. İlaçları tanımıyoruz diyorsunuz her birine ayrı ayrı poşet hazırlayıp üzerlerine isimlerini yapıştırıyoruz. Muadil ilaç bilmiyoruz diyorsunuz. Hepinizin elinde vademecum var oysa. Ama bakması zor geliyor. Neyse o da problem değil. Eczacı olan biziz. İlacı biz biliriz doğru deyip güzel bir muadil listesi hazırlıyoruz. Üstelik liste iki şekilde işliyor. İkisi de alfabetik. Birinden her ilaca tek tek bakıp muadillerini bulabiliyorsun diğerinden bir bakışta bir ilacın bütün muadillerini görebiliyorsun. Ama o da yetmiyor. Niyeyse anlayamıyorlar bir türlü..

Bu arada ben hala şoför bekliyorum. Bu sefer akıllıydım oysa, şoför gelmeden evden dışarı çıkmayacaktım. Ama aksilik bu ya, bu sefer evde yakalamadılar beni. Zaten dışardayım. Gelen şoförü haşlıyorum. Ama aslında onun hatası değil. Sonuçta hastanede tek nöbetçi şoför var ve bir hastayı hastaneye yetiştiriyor. Benimki mesele değil zaten de mesele ediyorlar işte. Neyse özrümü de diliyorum şoförden ama sinirlerim bozulmuş bir kere. Koca bir hüngürt çekip ağlıyorum. Deli gibi. Susturabilene aşkolsun. 1 senedir yaşıyorum işte ben bu problemi.

Yarın yine dilekçe günü. Zaten iş yerinde olmasa bile aşağı yukarı her gün bir yere dilekçe yazıyorum. Bir firmanın malı mı kusurlu, şapırt dilekçe, kargolar geç mi getirdiler, şapırt dilekçe. Adım dilekçeçi eczacıya çıktı. Ha bir de sıfırcı perihan var. O da benim! Adım perihan değil ama perihanın da bir mazisi var benim için :) O yüzden sıfırcı perihanım.

Yarın da eczaneleri teftişe çıkacağım. Bu sinirle kimle kapışacağım bilmiyorum. Çünkü eminim bir sürü aksaklık bulacağım ve tutanak yazmak da sıfırcı perihan ve dilekçeci eczacı olarak bana düşecek. Ne diyeyim hayırlısı..

12 Ekim 2007 Cuma

Öpüşen balıklar

Bu seneki yaz tatilini eşimin izni olmadığı için kısa tutmak zorunda kalmıştık. 1 hafta yetmedi tabi. Kış tatili olarak geçen (eşimin iş yerinde) ekim ayı içinse çok güzel planlarımız vardı. Geçen seneki gibi Fethiye'ye gittik. Fethiye'nin o güzelim koylarından birine kurulmuş ve hatta koyu kapatmış olan Hillside Beach Club'a gittik ikinci defa..

Deniz o kadar güzeldi ki, balıkların serbestçe gezdiği sulara atlıyordunuz. Derinlik ölçemeyeceğiniz bir metrede olmasına rağmen hem dipteki kayalar hem de balıklar sanki elinizi uzatsanız değecekmişsiniz gibi. Deniz çok temiz ve berrak çünkü. O temizlik bizim memleketimizde kalmadı işte artık :(

Badem o kadar balığın içine atlamaktan çekindiği için zaman zaman yemekten balıkları düşünerek aşırdığımız simit ve ekmekleri balıklara atarak onları atlayış bölgemizden uzaklaştırmaya çalıştık. Manzara inanılmazdı. Sanki karşımızda bir insan var ve ekmek verdiğimiz için bize öpücükle teşekkür ediyor :) Balıklar ekmeklere ulaşmak için birbirlerinin üzerinden atlayıp öpücük vere vere yediler ekmek ve simitlerini.

Otele gelince, efendim otel bir yamaca basamak şeklinde sıralanmış odalardan oluşuyor. Deniz kıyısındaysa restoranlar ve şezlonglar var tabi ki. Her gece animasyonlar çeşitli oyunlar da oluyor. Biz hepsine katılamadık çünkü yaz bekarı gibi gittiğimden gündüz güneşlenerek bronzlaştığım yerde akşamları üşümekten pek bir şey yapamadım. Aslında bu biraz da benim densizliğimdendi belki. Çünkü ben kot pantolon ve polar ceketle ortalıkta dolaşırken Badem şort ve penyeyle geziniyordu :)

Gittim, gezdim (oh!), geldim..

İşte geldim burdayııııım! :)

Önce herkese iyi bayramlar diliyorum..

Giderken iki satır yazacak vakit bulamadım, birden bire gittim gibi oldu böylelikle. Oysa gidiş aşaması oldukça uzun ve stresliydi. Gidiş kararı ve iş toparlaması yani.. Yoksa yollar gayet iyiydi. Hele tatil.. Anlatacak çok şeyim var :)

Öykücümün iki kitabını okuma firsati buldum böylelikle. Bir sürü film de seyrettim. Dedim ya anlatacak çok şeyim var ama önce biraz dinlenmeliyim..

Çakılcım iyi dileklerin ve beni merak ettiğin için çok teşekkür ederim. Özledim hepinizi. Sayfalarınızı okumak için sabırsızlanıyorum.

Önce dinleneceğim ama. Yarın tekrar yazacağım..

:)

1 Ekim 2007 Pazartesi

Hadi bakalım buyrun

Haftasonu arkadaşlarla birlikte iki film birden yaptık. Ama öyle bildiğiniz iki film birdenlerden değil. Biri Hostel Part:2 diğeri Planet Terror.

Buyrun okuyun..

30 Eylül 2007 Pazar

Cuma gecesi korkusu

Cuma günü 1408'i seyrettik Badem'le. Filmin ilk dakikalarında biraz gerildiğimi itiraf etmeliyim. Ama sonuna kadar dayanıp da film bittiğinde "Eeeee?" dedim kendi kendime. Bu mudur yani?
Sevdiğimiz abimiz John Cusack'ı daha iyi filmlerde görmeye alışmıştık biz ya. Mesela Identity'deki performansı bana göre süperdi. Serendipity'de çok şekerdi vs. Abim 1983'ten beri oynuyor filmlerde ve ımdb'de kayıtlı 56 filmi var. Gayet güzel bir rakam yani. Olmadı John abicim!

28 Eylül 2007 Cuma

Üçüncü oldu sanırım

Bugün bomba gibiyim ya :) Film üzerine film yazdım. Sanki kendim çekmişim gibi :))


Aslında hala sinirlerim bozuk. Dünkü olaylardan sonra. Ama şimdilik iş yerini sallamaya karar verdim. Dilekçemize cevap gelene kadar böyle..


Neyse filmimize dönelim. Çok eğlenceli olmasa da yazalım..


Filmimiz Evan Almighty. Birinci film olma özelliğiyle Bruce Almighty çok eğlenceli bir filmdi. Belki de Jim Carrey'nin keyifli oyunculuğuyla.. Bu filmde ilkindeki etki yokru. Komik de değildi. Tek güzel tarafı Gilmore Girls'teki anne rolüyle beğenerek izlediğimiz Laura Graham'ı burda eş rolünde görmekti sanırım. Yine de filmaniaca ekledim. Film özetini ordan bulabilirsiniz.

Sevimli insanlar kafilesi :)

Hem de ne sevimli. Şimdiye kadar oynadığı rollerin de etkisi var belki diyeceğim ama yok yok tipten kaynaklanıyor. Charlies' Angels'ta gayet vurdum kırdımdı ama orda da esprili bir kişiliği vardı..

Kimden mi bahsediyorum? Tabi ki Drew Barrymore'dan. En son Lucky You adlı filmini seyrettiğimizden bahsetmiş ama konudan pek bahsedememiştim. Çok uzun olmasa da ekledim bir şeyler filmaniaca.














Rol arkadaşı Eric Bana'yı da en iyi Hulk'tan biliyoruz sanırım. Sevimli yeşil canavar yani :)


Filme gelince gelişimini filmaniacta okursunuz. Kısaca sevdim diyeyim..

Bir film daha..

Tamamdır, Bug'ı da ekledim filmaniaca. Merak ediyorsanız tıklayınız şekerler. Ben seyrederken içim bayıldı gerçi ama belki böyle filmleri sevenler vardır diye ekledim. Bir de emeğe saygı tabi.. :)

27 Eylül 2007 Perşembe

Bir Film Ekledim!

Nihayet Knocked Up'ı ekledim filmaniac kısmına.

Güzeller güzeli Katherine Heigl ve Seth Rogen'in şeker oyunculuklarıyla çoğu zaman komik bazense sinir bozucu bir filmdi. Seyredin bence, eğlenceli sonuçta.


Bir de sonunu da fısıldadım yorumlarımın sonunda :)) İşte son budur canım :) Diğer türlüsünü sevmiyorum ben. Ne gerek var değil mi ama?


Katherine Heigl'i çok severek seyrettiğim Grey's Anatomy dizisinden yakınen tanıyoruz pek de seviyoruz. Hem güzel hem sevimli hem oyuncu. E daha ne olsun :)




Seth Rogen'ın ise Dawson's Creek'te bile oynamışlığı varmış. Hiiiiiiiiç hatırlamıyorum. Gerçi ilk sezonda oynamış, hatırlamamam normal yani.


Donnie Darko'da ve You, Me and Dupree'de de oynamış ki onlarda da hatırlayamadım. Bu arada bu iki film de güzeldi.


You, Me and Dupree çok eğlenceliydi :) Owen Wilson acaip eğlenceli bir karakter zaten :) Seviyoruz kendisini..

Amirin ahlaklısı makbuldur..

Yok yok! Bu şekilde olmaz.. Şu istifa işini ciddi ciddi düşünmeye başladım ben. Bir çıkış yolu arıyorum sürekli ama savaşımı yaparken asıl adamdan destek alamayınca hep sonuçsuz kalıyor çabalarım..

Eskiden 5 olan depo sayısını 4'e indirmişler. Bu da a, b, c olmayan her şeyin d sayılmasını dolayısıyla bana yüklenecek ek işler geleceğini anlatıyor bana ve mesai arkadaşlarıma. Anlatamıyoruz! Saymaya d'den başlarsanız göreceksiniz ki aslında bu d'ye de girmiyor. Hadi d'den başlayalım birlikte. Bu malzeme d, a, b değil. Öyleyse c'dir. Böyle bir mantık yok ki. Elmayı armut deposuna sokmaya çalışıyorlar. Bu şekilde dünyanın malzemesi yetkime veriliyor. Bu kadar yük altında sadece 1 insanı ezmek hangi iş ahlakına uyuyor peki? Uyup uymaması sorun değil ki. Sen eşşeksin işte. Eşşek kadar yükü tek başına sırtında taşıyabilirsin.

Vallahi yok. Ben buraya marangoz sıfatıyla alınmışsam marangozluk yapmalıyım. Hastanede çalışıyorum diye hastabakıcılık yaptırılmamalı bana. Ama şu an yapılan bu işte. Ya eczacıyım ben. İşe girerken bunu bilerek aldınız beni. Kapı gibi diplomamı verdim size. Eczacı sıfatımı da verdiniz. Ama şu an yaptırdığınız amelelik ya. Hani ilaç nerde? Görmüyorum ki ben ilaç falan. Eczacı meczacı fasa fiso diyorlar bana. Sen sağlık personelisin. Tıpkı doktorun ve hemşirenin de sayıldığı gibi. Bu işi sen yapacaksın.

Aynı sayılıyorsak doktor yapsın o zaman bu işi. Ya da hemşire. Olmaz! Adam yok.

Koskoca hastane. 450 yataklı. 100 küsür hemşire var. 60-70 doktor var.

Eczacı sayısıysa 6.

Hemşire yetersiz, doktor yetersiz. Ama eczacı sayısı çok. Saymakla bitmez. Tamı tamına 6! Altı.. 1-2-3-4-5-6. Altmışın onda biri. Yüzyirminin yirmide biri. Ama çok işte..

Bu nasıl bir anlayıştır ya?

26 Eylül 2007 Çarşamba

İftar vakti

Dün uzunbacak ve sevgili eşi body bize geldi. Niyetimiz birlikte iftar etmekti. Biz Badem'le oruç tutmuyoruz ama uzunbacakları çok sevdiğimizden maksat muhabeet olsun diye her fırsatta yemeğe çağırıyoruz. Dakyüzleri de öyle. Onlar da bizi tabi :)

Neyse, niyetimiz dedim çünkü biz oruç tutmadığımız için ramazan cahili olarak dün saat kaçta ezan okunacağını hesaba katmadan hazırlıklara başladık Badem'le. 7'ye 5 kala zil çaldı. Baktık uzunbacaklar geldi. Oh dedim içimden. Daha hiçbir şey hazır değil. Uzunbacak biraz yardım eder. En azından o çorbayı karıştırırken ben de salatayı hazırlarım.

Çat ezan okundu! Benim ağzım hangar kapısı gibi açılmış o dakika. "Aa" diyip kalmışım. En son annemlere gittiğimizde çeyrek geçe okunmuştu yaa.. Sanki daha önce oruç tutmadım! Tuttuuuuum. Ama dalgınlığıma gelmiş, dakikaların değiştiğini unutmuşum!

Allahtan yemekte çorba, balık ve salata vardı da çok vakit harcamamız gerekmedi. Neyse günü sonunda arkadaşlarımız aç kalmadı da biz de rahat bir nefes aldık :)