30 Aralık 2010 Perşembe

Mutlu yıllar!





Bir önceki yazımdan yanlış bir çıkarım olmasın. Anne-bebek bloglarına karşı değilim. Bilakis annelerin çocukları ve tecrübe sahibi anneleri dinlemek isteyen yeni anneler için harika yazılar yazdıklarını düşünüyorum. Hele çocukları için gerçekten çok güzel anılar bunlar. Ama benim bu blogu yazmamdaki amaç bu değildi. Onun için böyle bir şeye dönüşmesini istemiyorum. Amacım kitaplar ve filmler hakkındaki görüşlerimi paylaşmak ve tavsiyelerde bulunmaktı. Gerçi zaman zaman bunu da değiştirip kendimden de bahsettim. Fena da olmadı aslında, kendimden bahsettikçe, paylaştıkça sizlerle yakınlaştım. Tamamiyle anne-bebek blogu olmasa da ara sıra kendimden bahseder gibi Çınar'dan da bahsederim muhtemelen. Göreceğiz bakalım :)

Yeni yıla girerken umut doluyum diyebilirim. Hayatımda yeni bir güzellik var, kendimden önce her şey onun için güzel olsun istiyorum. Her şeyin en iyisini bulsun istiyorum, o mutlu ve sağlıklı olursa biz de mutlu olacağız nasılsa. Elbette sağlık en birinci dileğim. Hepimiz için sağlıklı yılların başlangıcı olsun, bu yıl isteyenlere bebek, isteyenlere koca, isteyenlere iş versin daha ne diyeyim :)

Bu arada ben 2 ay depresyondaydım ama Badem çok olgun karşıladı her şeyi. Benden çok daha iyi uyum sağladı Çınar'a. Çınar da ayrı bir aşkla bakıyor zaten babasına. O gelince deli oluyor, birlikte oynamaya bayılıyor. Anne meme, baba oyun şeklinde bir durumu var :)

Hamiş : Evet görünürde oğlum bana benzemiyor. Aslında annem benim küçüklüğüme çok benzetiyor ama bebeklik fotoğrafım olmadığı için bu durumu ispatlayamıyorum. Çınar doğduğunda babasının bebeklik fotoğraflarının tıpkısının aynısıydı. Büyüyüp kilo almaya başladıkça ve göz rengi iyice belirginleştikçe anneme çok benzemeye başladı. Şimdi annemi tanımayanlar bana (ben bu kadar güzel değilim elbette), tanımayanlar Badem'e çok benzetiyorlar.

Hamiş 2 : Aysun'cum ben hala bir friend request bekliyorum ama? :)

27 Aralık 2010 Pazartesi

Yeniden..

Hayır burayı bir anne-bebek blogu haline getirmeyeceğim. Ama yazmayalı o kadar uzun zaman oldu ve bu zamanda hayatım o kadar Çınar'dan oluştu ki geçen zaman içinde olanları anlatmak için Çınar'dan bahseden bir yazı yazacağım :)

oğlum neredeyse 6 aylık oldu. İlk 2 ay kabus gibiydi. Ben kendimde değildim resmen. Zaten depresyona girdim. Malum lohusa depresyonu. Girmem heralde diye düşünüyordum doğumdan önce ama Çınar'la girmemek mümkün değildi. Ameliyatım iyi geçmesine rağmen sonrasında çok zorlandım. Epiduralli sezeryan ile doğum yaptım. Sonrasında çok ağrım oldu. Gerçi o da 2-3 gün falan sürdü. Çınar da oldukça zor bir bebekti. 7/24 emmek istiyordu. Emmediği ve uyumadığı zamanlarda bağıra çağıra ağlıyordu sadece. Ömrüm öyle geçecek diye acaip bir karamsarlığa düşmüştüm. 2. aydan sonra biraz biraz oyalanmaya ve aralıksız 10 dakika falan ağlamadan durmaya başlayınca ben de biraz olsun rahatladım.

Şimdi o zamanları unuttum bile. Artık oğlum bizi tanıyor, bize gülüyor hatta kahkahalar atıyor. Eskisini düşündükçe şimdi çok şükür çok rahatız. Yine de zor bir bebek ama o ilk 2 ayı atlattık ya ona şükrediyorum resmen :)

Anlatılacak çok şey var aslında. Belki oğluma ayrı bir blog hazırlarım fırsat bulursam, belki her şey bende kalır. Ama burayı anne-bebek blogu haline getirmeyeceğim. Hem bu arada benim seyrettiğim bir sürü dizi ve film oldu. Onları falan da anlatmam lazım bir ara. Ama şimdilik böyle kısa bir giriş yapayım dedim merak eden sevgili dostlar için. Hepinizi de çok özledim :)

Hamiş : Sevgili Yaşamın Kıyısında, çok haklısınız, fotoğrafsız olmazdı ama bu yazıyı yazıp daha fotoğrafı yükleyemeden Çınar ağlamalarına başlayınca mecburen bilgisayar başından kalkmıştım. Sizin de hatırlatmanızla şimdilik bir fotoğraf yükleyeceğim. Bu fotoğraf 1 Aralık 2010'da çekildi. Yani 5 ayına 2 gün kala diyelim :)

8 Temmuz 2010 Perşembe

Çınarlar için tarihi gün! :)

03.07.2010

16:10

... ve anne oldum! :)

Her ikimiz de iyiyiz çok şükür. Bir müddet buralarda olamayacağım ama mümkün olan en kısa zamanda tekrar yazışmak ve paylaşmak dileğiyle hepinize de kocaman sevgiler.

14 Haziran 2010 Pazartesi

Son 22 gün :)



Oğlumuza kavuşmamıza 22 gün kaldı. Ben doğum öncesi iznimi de başlattım tabi bu arada. Sürekli evdeyim. Gerçi yine ara ara dışarı çıkıyorum. Çıkamadığımda da evin içinde sürekli hareket halindeyim. Hareketin iyi geldiğini de düşünüyorum çünkü. Aslında oturmak, yatmak, hele hele oturduktan ya da yattıktan sonra tekrar ayağa kalkabilmek tam bir marifetmiş bu son ayda. Çok kilo almamış olmama rağmen zorlanıyorum. Ayaklarım bile beni taşımıyor artık. 5-10 dakikalık ayakta kalmayla bile ayaklarım müthiş ağrıyor. İdare ediyorum anlayacağınız :)

Mentalist'in 2. sezonuna başladım. Seviyorum ben Patrick Jane'i. Geçtiğimiz ay da Grey's Anatomy'nin 6. sezonunu bitirmiş ve hormonlar nedeniyle son bölümde ağlamıştım. Mentalist için de böyle bir duyum aldım bakalım ne olacak :)

Nermin Bezmen'in kitabına başladım ama 15. sayfadan sonra koltuğun kenarına koydum öylece kalakaldı. Bu aralar hiçbir şey yapasım gelmiyor nedense. Mentalist'e başladım dedim ama onun da 1 bölümünü bile birkaç parçada ancak seyredebiliyorum. Oturmak bana bir hayli rahatsızlık verdiği için yatarak izlemem gerekiyor. O zaman da 10. dakikada falan uykum geliveriyor. Biraz uyuklayıp kaldığım yerden devam ediyorum falan filan. Zevksiz gibi ama hiç yoktan iyidir işte.

Lost'un sonu beni de tatmin etmedi sorular anlamında. Ama en azından mutlumsu bir son oldu. Yani tek başına bir bölüm olsaydı, öncesini değerlendirmek gerekmeseydi en azından sevenler kavuştular denilebilirdi. Ama ilk sezonlarda gözümüzü kırpmadan bölüm üstüne bölüm izlediğimiz böylesi bir diziden daha çok şey, en azından onca soru işaretine birkaç açıklama beklerdim.

Biz aslen Ankara'lıyız. Aslında pek Ankara'lıyız demem ben. Çünkü annemle babamın memleketi orası. Ben doğma büyüme Ereğli'liyim. İnsan baba kütüğü neredeyse oralı sayılmaz bence. Evlenince de eşinin kütüğüne geçiyorsun. Hoş onun babası da Ankaralı olduğu için benim adres değişmedi ama misal Adanalı olsaydı bundan sonra Adanalıyım mı diyecektim? Her neyse, annemler Ankaralı olduklarından sık sık gider gelirdik Ankara'ya. Ama büyükler merkezde oturmadıklarından gidişlerimiz pek şehiriçi olmazdı. Köye gider orada vakit geçirirdik. Dayımlara gittiğimizde merkeze giderdik ama o da beni hiç açmazdı. Açmazdı derken Ankara'yı hiç sevmezdim. Çok kasvetli ve gri bir şehir gibi gelirdi. Ne zaman ki eşimle evlendik, daha sık gider gelir olduk. Eşimin ailesi de Ankaradaydı çünkü. En yakın arkadaşları da Ankaradaydı. Onun arkadaşları diye ayırmak istemiyorum, zaten bizim arkadaşlarımız olarak bakıyorum çoktandır da, anlaşılsın diye burada eşimin arkadaşları ifadesini kullanmak zorunda kaldım. İşte o güzel dostlar, dostluklar sayesinde Ankara çok sevdiğim yerler arasına girdi birden. Her gittiğimizde görmeden dönmediğimiz Melih ve Ayça-Selim ikilisi Ankaraya anlam vermişti benim için. Önce Melih terketti Ankarayı. O zaman Ankaranın gözümdeki değeri düştü itiraf edeyim. Şimdi de Ayçalar taşındılar. Ankara ciddi anlamsızlaşmaya başladı. Ayçalar çok uzağa gitmediler en azından Melih gibi. İstanbul'a gittiler. Bu da yine sık sık görüşebileceğimiz anlamına geliyor. Gerçi Melih Avustralya'da olmasına rağmen sık sık telefonlaşıp haber alıyoruz birbirimizden ama yüzyüze görüşmenin keyfi elbette farklı. En azından Ayça'larla hala yüzyüze görüşebilme şansımız var. Bazen eşime çok imreniyorum bu yüzden. Lise arkadaşlarımız ortak ve hala görüşüyoruz yakın olduklarımızla. Ama onun üniversiteden arkadaşları çok farklılar. Ben bunu kendi arkadaşlarımda yaşayamadım maalesef. Üniversitedeyken çok yakın olduğum insanlar şehir değişikliğinin ilk gününde bütün yaşananların üzerine bir silgi çektiler sanki. O yüzden görüştüğüm 1-2 kişi vardır en fazla. O da ben aradığım müddetçe görüştüğüm insanlardır. Aramadıklarında, akıllarında olduğuma dair inancımı henüz yitirmediğim için aramaya devam etmekteyim şimdilik. İşte eşimin arkadaşlıkları bu açıdan çok farklı ve değerli. Kendimi şanslı hissediyorum ben de o yüzden. Onun sayesinde tanıdım çünkü bu değerli insanları. İyi ki varlar ama keşke daha yakın yerlerde yaşayabilseydik bütün sevdiklerimizle..

Bizim taşınma işi hala beklemede. İş bulmak ne zormuş! Ben 1 sene izinliyim bundan sonra. 1 sene sonrasında ne olur ne gider bilinmez elbette ama bıraktığım işe dönme gibi bir hevesim yok şimdilik. Ne yapacağımı ben de bilmiyorum. Bir de bir eczane devredilecekmiş. Acaba bu işe girişsek mi onu da bilemedik. En kötü ihtimalle ne olur, eşim iş bulur bu sefer de ben eczaneyi devretmek zorunda kalırım. Ki aslında bu da kötü bir ihtimal değil. Zira eşimin istediğimiz şehirde iş bulması süper bir olay olur aslında. Devir işi de eninde sonunda halledilir. Ama o arada eczane açmak isteyip istemediğimden emin değilim. Halbuki kararsız bir insan da değilimdir. Ama tam da doğum arifesinde yeni bir işe girişmek ne kadar akıllıca olur onu tartıp biçemedim henüz.. Hayırlısı diyeceğim.

Bendeki haberler bunlar şimdilik. Ara ara yazmaya çalışacağım. Hepinize sevgiler :)

30 Mayıs 2010 Pazar

Mobilya Kokusu :)

Mobilyalarımız geldiiiiii :) Adamlar ilk önce şifonyeri çıkardılar eve. O zaman acaip bir moral bozukluğu yaşadım çünkü bebe mavisi olarak belirlediğimiz renk yerine koyu mavi bir çekmece çıktı karşımıza. Allahtan bütün çekmeceleri renkli istemedik. Çoğu beyazdı zaten. İkisi mavi ikisi yeşil olacaktı. Yeşiller doğru geldi de maviler başka bir desen için beğendiğimiz tondan geldi. Neyse mobilyacı kadınla konuştuk, adamlara iade ettik. Doğru renkte boyanıp gelecekler. Mobilyanın geri kalan kısmını çok beğendik ama. Zaten mağazada da çok beğenmiştik, belirli yerlerindeki lacivert-kırmızı renkler yerine bebe mavisi-yeşil uyumu olsun istemiştik.



Modoko'yu bilenler bilirler. Kocaman bir yer. Bir caddesi de bebek mağazalarına ayrılmış. Ama o kocaman yerde topu topu 3 dükkanı beğenmiştik. Lara Baby, Çocuk Kalbi ve Yıldızlar Bebe Genç. Ereğli'ye döndüğümüzde yeni doğum yapmış olan bir arkadaşımızın da Lara Baby^den alışveriş yaptığını duyduk. Uzunbacak da Tunişkocumun oda takımını Çocuk Kalbi'nden almıştı. Onun mobilyası şimdiye kadar gördüğüm en güzel mobilya zaten. Mağazada gördüğümüzde de beğendik ama evdeki duruşu çok daha farklıydı. Meğer zevkli arkadaşım beğendiği modeli, beğendiği motiflerle süsleterek yaptırmış onu. Onda olmasaydı kesin biz de o modeli alırdık. Ama aynı olmasın dedik ve kararımızı Yıldızlar Bebe Genç'te kıldık. Mağaza sahibi Ümran Hanım müşterileriyle çok ilgili bir kere. Mobilyayı en ince ayrıntısına kadar anlatıyor, mobilyanın en güzel tarafı da ayrıntılarda gizli. Çekmece köşelerinin güvenlik nedeniyle fazlasıyla yuvarlatılmış olması, boyası, ray sistemi vs. Henüz kullanmaya başlamadık elbette. Daha bugün geldi zaten, dedikleri günde de teslim ettiler bu arada ki bu bir satıcıda en çok aradığımız özelliklerden biridir. Güvenilir olması çok önemlidir. Bu açıdan da güvenimizi boş çıkarmadı.



Bizim bebek odası yaptığımız oda eskiden misafir odasıydı. Bekarken kullandığım tek kişilik ikiz yatak, şifonyer, kitaplık ve annemin ta evlendiğinden kalma 4 kapılı bir gardrop vardı odada. kitaplık haricindekilerinin hepsini boşalttık. Bebek gardroplarının da en büyüğü 3 kapılı olduğu için başta siparişimizi karyola ve şifonyer olarak vermiştik. Ama siparişe yönelik çalıştıkları aklıma gelince Ümran Hanımı arayıp daha önceden bir mobilyacıya yaptırmayı düşünerek çizdiğim 5 kapılı dolaptan bahsettim. Tabi yaparız deyince çok mutlu oldum :) Bize bir de oyuncak sandığı ile 2 tane duvar rafı hediye ettiler sağolsunlar. Gerçi fiyat olarak diğer mağazalara göre biraz daha pahallıydı ama yine de değdi diye düşünüyorum. Mobilya bakan biri varsa Yıldızlar Bebe Genç'i öneririm kısacası.

Temizlik sonrasında 1 hafta kadar havalandıracağız mobilyaları. Aslında 1 ay kadar bütün kapaklar açık kalsın dediler ama biz temizleyip yerleştireceğiz yavaştan. Çünkü evin her heri her yerde halinden iyice gına geldi bana. Zaten bu aralar hormonlar tavan yaptığından mıdır nedir iyice tuhaf oldum. Hala temizlikçi bulamadığımız için de moralim çok bozuktu. Bu koca göbekli halimle yemek bile zor yaparken temizlik imkansız oldu. Geçenlerde bari azıcık ütü yapayım dedim. Sıcakta da hiç çekilmiyormuş. Çok yorulmadım gerçi ama sinirlerim çok bozuldu. Oturdum ağladım.

Sonra Grey's Anatomy'nin 6. sezonunu da bitirdim. Onun da sonunda ağladım. Halbuki hiç ağlamam böyle şeylere. Hele bir filme ağladığım çok sık görülen bir şey değildir. İşte dediğim gibi bana bir haller oldu :)

Kör Randevu’yu bitirdim. George Levanter her çeşit ortama rahatlıkla girip çıkan, kendini her türlü belanın içinde bulup onlardan da ustalıkla sıyrılmasını bilen bir iş adamı. Daha önce memnuniyetsizliğimi belirttiğim tecavüz meselesi bir arkadaşıyla ilgiliydi aslında. Gerçi aynı deneyimi bir kez de kendisi yaşadı. Ama kitap baştan sona bu konudan oluşmuyordu en azından. Ben çok beğenmedim yine de. Ama sevgili Vladimir ve sevgili 7. Oda’nın tavsiyeleriyle Çelik Bilye ve Şeytan Ağacı ile bir şans daha vereceğim bu yazara. Nermin Bezmen’in kitaplarından birine başlamayı düşünüyorum bundan sonra. Evde vakit geçmiyor zaten. Gerçi şu mobilya yerleştirmesi vs bir müddet oyalar beni. Bir de Badem’cim Mentalist’in 2. sezonunu hizmetime sunmaya hazırlanıyor :) Bakalım, bir sıraya koyacağız hepsini de.

Dün de Romantik Komedi’yi seyrettik bu arada. Aslında Uzunbacak çok seyretmek istiyordu ama onsuz seyrettik. Eğlenceliydi bence. Moral bozukluğu yaşadığım şu günlerde güzel kızlar, güzel mekanlar görmek iyi geldi. Yoksa film çok içerikli değildi yanlış anlaşılmasın. Hoş vakit geçirmek için güzeldi yalnızca. 3 güzel kadın. Biri yeni evli, diğerleri bekar. Esra’nın işini ve sevgilisini terk etmesini kutlamak üzere bara gider ve epey sarhoş olurlar. Bar çıkışı dizi oyuncusu Cem (Engin Altan) ve onun yakın arkadaşı reklam ajansında çalışan Mert (Cemal Hünal) ile tesadüfen karşılaşır hatta çarpışırlar bir araba mevzusu nedeniyle. Esra’nın aklı Mert’te, Didem’in (Sinem Kobal) aklı Cem’de kalır.

Esra bir iş görüşmesine gittiğinde tesadüfen Mert’le karşılaşır. İş görüşmesine gittiği şirkette çalışmaktadır Mert. Esra adama iyice abayı yakar. Didem’se kafayı Cem’le bozmuştur ama ona okuduğu kitaplarla taktik yapmaya çalışır kaçan kovalanır misali. Sonunda Cem’in de aklına düşer Didem. Bıdı bıdı bıdı ve mutlu sooooon :)

23 Mayıs 2010 Pazar

Artık Evdeyim! :)

Sonunda izne ayrıldım. Evde oturmak gayet güzel falan demem gerekirdi aslında ama henüz oturabilme şerefine erişemedim. Evdeki işler, hazırlıklar falan daha bitmedi. Temizliğe gelen kadın da bizi bırakınca işler iyice sarpa sardı. Kadın da hamile olduğu için istemeyerek de olsa bırakmak zorunda kaldı. 1 ay aramız var.

Bugün de gidip rutin tahlillerimi yaptırıp raporumu alacağım. Sanırım 31 mayısta 1 gün daha çalışıp sonra tekrar rapor alacağım. O gün için de izin ya da rapor alabilirim aslında ama nisan sonundaki nöbet listesinde bu zamanları hesap edemeyip o günkü nöbeti bana yazmıştık. Değiştiredebiliriz ama gerek yok. Zaten 1 gün daha geleceğim diye kimseyle vedalaşmadım. Geri dönmemeyi ciddi ciddi düşünür oldum son zamanlarda. Birlikte çalıştığımız arkadaşlardan biri de işe son gittiğim Salı günü akşamı ağlamaklı bir sesle beni aradı. Ben son gününüz olduğunu düşünemedim, sizinle vedalaşamadım diye. Çok duygusaldır zaten kendisi, ama sesini duyup da hakikaten bir daha dönmeyebileceğim gerçeğiyle yüzleşince bana da hüzün çöktü birden.

Zonguldak'ta yaşanan faciaya her aklı başında insan gibi ben de çok üzüldüm. Hatta o şehirde yaşamış olmanın da verdiği ayrı bir üzüntüm daha vardı. Eskiden daha sık yaşanırdı böyle facialar. Ya da biz mi fazla duyuyorduk bilmiyorum. Sonra arası açıldı biraz. Ama son yıllarda tekrar çıkmaya başladı. RTE'nin bunu bir kader olarak nitelendirmesine inanamadım. Zonguldak haklı alışkındır demesini aklım almadı. 30 canın arkasından böylesi bir mazerete sığınarak kendisini haklı çıkartmaya çalışması karşısında şaşırıp kaldım. Bu nasıl bir kader olabilir? Sen tedbidirni alma, denetimleri faso fisodan yapılsın, sonra haydi kardeşim bu senin kaderin deyip asansörle mezarlarına yolla. Olacak iş mi? Oğulcuğunun gemiciği olması da kader o zaman buna göre. Çalıp çırpmasıyla falan hiç alakası yok. Bakanlardan biri de onu destekler biçimde kaderin önüne geçilmez demesin mi? Ben şahsen kömürle ısındığımız zamanlardan utandım. Bir tek kömür parçasını çıkartmak için girilen tehlikeler, kazanılan meslek hastalıkları ve ölümleri düşündükçe gerçekten içim titredi. O günün akşamı da tesadüf House'daki bölümde bir göçük oldu. Göçüğün altında yalnızca 1 kişi vardı ama bırakın 30 kişiyi o 1 kişiyi çıkartmak için bile delice mücadele verdiler ve kadını göçükten kurtardılar. Aynı akşam belgesel kanallarından birinde de maden ocaklarında kullanılan yeni bir kazıcı alet üretmişler. Onu tanıtıyorlardı. Bilmem kaç dakikada bilmem kaç metre kazabiliyormuş da, insan gücüne gerek kalmıyormuş da. Bütün bunları da görünce iyice içim titredi.

Ama son günlerdeki gelişmeler sonucunda artık ülkem ve kendim için umutluyum. Bayram havasında geçen kurultayın bizi güzel günlere taşıyacağını düşünüyorum. Artık bir şeyler değişmeli zaten. Yıllardır ilk defa bu kadar umutla bakabiliyorum yarınımıza. Ve olabilecek güzel şeyleri heyecanla bekliyorum. Ben ki politikadan bu kadar uzak bir insan olarak günlerdir canlı yayınların başından ayrılmadan seyrediyorum, hakikaten bir şeyler değişecek demektir :)

Kilolu insanları daha iyi anlıyorum artık. Çok kilo almadım şimdiye kadar ama göbek mevzusu insanı düşündüğümden daha çok rahatsız ediyormuş meğer. Çoraplarımı giyemiyorum, ayakkabılarımı çok zor bağlıyorum çünkü eğilemiyorum. Yataktan destek olmadan kalkamıyorum. Sürekli aynı tarafa yatmak zorunda olmanın bu kadar ağrılı bir şey olacağını da düşünemezdim. Kan akışını engellememek için sola yatmak tavsiye ediliyor. Yüzüstü zaten imkansız ki ben normalde öyle yatardım. Sırtüstü acaip rahatsızlık verici şu anda. Sağa yatınca da damarlara baskı yapıyorum vicdan azabıyla 5-10 dakika sonra tekrar sola dönmek zorunda kalıyorum ki o dönmelerde de acaip zorlanıyorum. Dolayısıyla kalça kemiklerim özellikle ağırlığın, daha doğrusu sürekli ağırlığın etkisiyle ağrıyor geceleri. Sık sık tuvalete kalktığım için baskıyı biraz da olsa ortadan kaldırmış ve rahatlamış oluyorum ama bütün gece baya ızdıraplı geçiyor. Zaten sabah olunca da (5 gibi) daha fazla dayanamayacağımı anlayıp kalkıyorum. Ha aralarda saat 1 oluyr, 3 olur, uyanıp yine kalkıp tv karşısına geçtiğim de oluyor tabi. Bir de bizim oğlumuz biraz babası gibi karadelik sanırım. Ne yesem doymuyor. E ben de denildiği kadar iki kişilik yemiyorum. Yiyemiyorum daha doğrusu. Varsa yoksa sebze meyve. Sanırım o yüzden çok kilo almadım. Ama bebeğin kilosu baya iyi. 33. haftaya girdik yeni. Ve şu an 2400 g. Ben ki 7 aylık ve 900 g doğmuşum (aslında 1250 g diye biliyordum ben ama annem 900 dedi en son) bizimkinin maşallahı var şu anda. 8 aydır ilk defa bana da benzetti doktorumuz. Her gittiğimizde aynı babası diyordu. Kullandığı cihazlar baya güzel. Çok net veriyor resimleri. Kemik yapısını falan hep Badem'e benzetiyordu (aslından bundan sonra Badem yerine Sakar da diyebilirim, yakında evde benden başka bir şey kalmayacak lakin :) ). Tabi o zamanlar bebek biraz daha minikti. Şimdi epey büyümüş, yanakları dolmuş, gıdısı çıkmı, artık bana benzetmeye başladı. Sanki ben toparlacık bir şeyim de kilo alınca bebek bana benzedi :))

Bu arada Grey's Anatomy'nin 6. sezonunu bitirdim. Fringe ve House'da da sezon sonuna geldik. Yakında True Blood başlar. Alice in Wonderlands, A Simple Man, Duplicity de seyrettiğimiz filmlerden aklımda kalanlar. Bir ara yazmaya çalışacağım.

16 Mayıs 2010 Pazar

YENİ DÜNYA

Hayır, Kör Randevu’yu henüz bitirmedim. Ama bir kitabı her gün işe sonra eve taşımak çok mantıklı gelmediği için daha önce de Kumpanya’yı getirmiştim işe. Bunlar kısa kitaplar olduğu için hemen bitiveriyorlar. Şimdi de Sabahattin Ali’nin Yeni Dünya’sına başladım.

Kitabın içinde 13 kısa hikaye var ;

Asfalt Yol, bir öğretmenin tayinle bir köye gitmesi ve köyün yolunun düzeltilmesi için uğraş vermesi, yol yapıldıktan sonraysa hemen bozulduğu anlaşılıp lastik tekerleği olmayan kağnı gibi taşıtların asfalt yoldan men edilmesi sonucu köylünün öğretmeni sevmemesi üzerine adamcağızın pılını pırtısını toplayıp köyden ayrılmasını konu almış.

Onun dışında Hanende Melek, Çaydanlık, Ayran, Isıtmak İçin, Uyku, Selam, Bir Mesleğin Başlangıcı, Bir Konferans, Yeni Dünya, İki Kadın, Sulfata, Hasanboğuldu isimli hikayeler var.

* * *

Ya bir insanın her gün bankada işi olabilir mi ya? Her sabah aynı bahaneyle işten çıkıp gitmek ve 10 dan önce dönmemek, mümkünse 11 de falan dönmek nasıl mümkün olabilir? Benim de eşim amirim olsaydı ben de böyle yapar mıydım acaba? Belki isterdim ama eşim bile bana bu kadar müsamaa göstermezdi sanırım. Diğer arkadaşım zaten raporlu kaç haftadır. E birinin de her gün bankada işi olduğundan her sabahki işler bana kalıyor. Vallahi küstürecekler, hepten gideceğim ya. İznimi doğum sonrasına aktarma düşüncem olmasaydı çoktan gitmiştim yani. Ama işte bir yandan da bebeğimizi düşünüyorum. Onunla daha fazla ilgilenebilmek ve vakit geçirebilmek için ne gerekiyorsa yapmak fikrinde olduğum için bir müddet daha katlanacağım bu gidişle bu banka (!) işlerine. Zaten 9 senedir katlanıyorum(z). Adaletin bu mu dünya??

Bugün alt komşumuzun da Ege adında bir oğlu olacaktı. Şimdi aradım eşini, meğer gündüzü bekleyememiş oğluş. Gece arkadaşımın suyu gelmiş ve acilen hastaneye gitmişler. 3 gibi de doğmuş :) Umarım bizimki zamanında doğar. 1 gün çok fark ettirmez gerçi de, öyle aylar ya da haftalarca erkenden gelmez umarım. Gene de sağlık olsun tabi ki. Sağlıklı doğsun umarım..

* * *

1 hafta sonra..

İş yeri hala aynı. Her gün bankalara gitmeler, gelmeler. Öğlene kadar oh mis gibi vakit geçiyor vallahi beyefendi için. Bugün artık dedim ki her gün her gün bankada ne yapıyorsunuz? Zaten bu soruyu belirli aralıklarla soruyoruz ama umrunda değil. Ne de olsa amiri kendi eşi! Kimi kime şikayet edeceğiz.. Annesinin elektrik faturaları varmış, kendi faturaları varmış. Otomatik ödeme de yapamazlarmış. Hesaplar karışırmış bıdı bıdı.. Neyse sinirlenmeyeceğim. Şunun şurasında 1 hafta daha buradayım. 20 sinden itibaren ayrılıyorum işten. 1 sene sonrasında da geri gelir miyim hakikaten bilmiyorum. İlk düşündüğüm şey taşınma olasılığımız. Badem arasıra İzmir’e gidiyor iş görüşmelerine. Ama kafamıza yatan bir iş çıkmadı şimdiye kadar. 1 sene içinde bu değişebilir. İkincisi ben eczane açabilirim. Bu salak hastanede daha fazla çalışmayabilirim yani. Sanki madalya veriyorlar. Eşek gibi çalışıyoruz da ne oluyor. Diğer türlü en azından kendi işim derim. Bilmiyorum işte. Ne diyeyim, hayırlısı..

Dün House ve Fringe seyrettik yine. Epeydir film yerine dizileri tercih ediyoruz. Malum dizilerin süreleri daha kısa olduğu için bana daha uygun oluyorlar. Ben uyuyunca da Badem’cim oyun oynuyor mecburen(!) :)

Fringe’in bundan önceki bölümü çok kıytırık geldi bana. Her zamanki gibi bir konu yoktu bir kere. Bizim Fringe seyretmemizin nedeni garipliği zaten. Bir önceki bölümde Peter gerçekleri öğrenip babası Walter’dan uzaklaşmak için kaçınca bu bölümü de ana karakterlerle eski zamanlardan kalma dedektiflik oyunlarına benzetmişler. Aslında bu, Walter’ın Olivia’nın yeğenine masal anlatmasıyla karşımıza çıkan bir bölüm oldu. Ben sevmedim kısacası. Ama dünkü bölümle birazcık eskiye döndüler gibi. Peter ortaya çıktı. Geri dönmedi gerçi ama bela onu buldu diyelim :)

Allahım yazamıyorum da. Aklımda olan tek şey iznim!!

Sabahattin Ali’nin Yeni Dünya’sını okumaya başladığımdan bahsetmiştim. Bu aralar kitaplar da mı beni sarmıyor yoksa hakikaten sıkıcı bir kitap mı karar veremedim. Kitaba da haksızlık etmek istemiyorum çünkü. Ama hikayeler falan beni açmadı yine. Kumpanya’da da beklediğimi bulamamıştım. İşte belki de bende var bir şeyler bu aralar. Bundan sonra normalde çok seveceğim bir türe başlayacağım. O zaman belli olur bende bir şey olup olmadığı :)

Geçen hafta ilçemizde bulunan Güzel Sanatlar Lisesi’nin Bahar Konseri vardı. Bundan önceki senelerde de hep gitmiş ve çok keyif almıştık. Bu sene de niyetlendik. Kayınvalidem de bizdeydi hatta, ona da bilet aldık. Ama kısmet olmadı maalesef. Kayınvalidem rahatsızlandı. Acilde geçirdik o akşamı. Bu hafta da Cuma günü İdil Biret konseri var. Ona da niyetlendik ve biletlerimizi aldık. Ama ona da gidemiyoruz :( Bu seferki tercih oldu gerçi. Hastanemizde yine bir tiyatro sevdası başladı. Bu sefer ben katılmadım malum.. Onu da tam bu cumaya denk getirdiler işte. Hep arkadaşlar oynuyor. Bir de geçen seferki keyfi bildiğim için onu da çok seyretmek istedim. Bu sefer tiyatrodan yana kullandım o yüzden şansımı. Daha doğrusu kullanmaya karar verdim. Daha Cuma olmadı ne de olsa. Gün doğmadan neler doğar demişler.

Bugün de Erdemir kuruluş yıldönümü kutlamaları kapsamında yine eski iş arkadaşlarımdan birinin de bulunduğu Türk Sanat Müziği konseri var. Normalde hep koroda kalıyordu ama bu sefer solo da söyleyecekmiş. Ona gideceğiz. Öncesinde de açık havada bir yere gidip besleneceğiz elbette :)

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Cevizli Çikolatalı Kurabiye

Dün TV seyrederken Beşiktaş Ihlamur'da bir kafeyi tanıttılar. Hiç gitmedim ama gayet cazip görünüyordu. Dikkan sahibi bir de kolları sıvayıp bir kurabiye yapmaya koyuldu, zaten kendi de geçiyormuş hep mutfağa. Sunucu kız ballandıra ballandıra bir anlattı bir anlattı, yok kokusu şöyle mis gibi, yok görüntüsü böyle güzel.. Eee durur muyum? Program bitince ayaklandım. Zaten görümcemler de yoldaydı. Badem meşhur kısırını yapıyordu. Ben de bayıla bayıla yenilen şu kurabiyeyi bir deneyeyim dedim.

2 yumurta
1,5 su bardağı şeker
168 g tereyağı
3 su bardağı un
bir çay kaşığı kabartma tozu
1 su bardağı iri kıyılmış ceviz
1 su bardağı damla çikolata

Tam tarif bu. Ama ben 168 g tereyağı yerine 4-5 küp tereyağı ile iki kaşık zeytinyağı koydum. Damla çikolata da yoktu evde. Eti bitter'lerden 1,5 paketi bıçakla küçülterek ekledim tarife.

Önce yumurta, yağ ve şekeri karıştırdım. Sonra un ve kabartma tozunu ekledim. Sonra da ceviz ve çikolatayı. Kurabiyenin özelliği büyük olmasıymış. Kimisi avuçiçi kadar, kimisi daha da büyük. Tabi fırına girince biraz daha yayılıyor unutmayın.

Sonuç gerçekten güzel oldu. Ben ağızda un tadı bırakıp insanı susuz bırakan kurabiyeleri çok sevmem. Bu tam bana göreydi o yüzden. Kıyır kıyır :) Sütün ya da kahvenin yanına iyi gider gerçekten de. Püf noktası bütün malzemelerin oda sıcaklığında olmasıymış bu arada. Ben yumurtaları dolaptan çıkardığım gibi kullandım gerçi vaktim olmadığı için. Tereyağı da buzluktan çıktığından onu da azicik ısıttım itiraf edeyim :))

Görümcemler de çok beğendiler kurabiyeyi. Hatta kafe açma hayallerimiz gün yüzüne çıktı yeniden. Bizde ailecek var galiba bu hayal :)

Afiyet olsun.

30 Nisan 2010 Cuma

İZNE AZ KALA

İnanılır gibi değil. Önümüzdeki hafta izne ayrılabiliyorum normalde. Zaman ne kadar da çabuk geçmiş. Aslında hem çabuk hem de yavaş her zamanki gibi :) Hak etsem bile hemen izin almayı düşünmüyorum. İş yerinde yeterince sıkıldım aslında. İşlerim eskisi gibi yoğun olmasa da gidip gelmek sıktı artık beni. Muhtemelen “ayrılabileceğim” düşüncesi kafamda dolanıp durduğu için. Nisan başında işleri başka bir arkadaşa devredebildim sonunda. Aslında diğer iş için sorumluluk verilecekti her halukarda bana (diğer meslektaşlarım emekli olacağı için!) ama hamilelik nedeniyle vazgeçildi. 5 haftayı doğum sonrasına aktarmak için rapor düzenleteceğim önümüzdeki hafta.

Havaların düzelmesini iple çekiyorum. Hem psikolojik olarak ihtiyacım var hem de elbise ve terlik giymek için ölüyorum resmen. Sabahları soğuk oluyor. Hala sis var burada ya. Sabah pencereden her baktığımda inanılmaz bir hayal kırıklığı ve sinir krizi yaşıyorum :( Bir de zaten ayaklarım falan şişmeye başladı. Terlikel çok rahat ediyorum o yüzden. Güneş yüzünü gösterdiğinde de hemen terlemeye başlıyorum. Bir soğuk bir sıcak ben de anlamadım. Hormonsal sanırsam..

Kitaplardan bahsederken Sait Faik Abasıyanık’ın Kumpanya’sından bahsetmeyi unutmuşum. Onu da okudum. 100 sayfalık kitap zaten. İncecik. İçinde 3 farklı hikaye var. İlki kitaba ismini de veren Kumpanya. En güzeli de oydu zaten. Kendi çaplarında tiyatro yapmaya çalışan bir grup insanın sağdan soldan para bularak yola çıkması, oyunculardan biri olan genç bir kıza önce tiyatro müdürünün sonra baş aktörün aşık olması, sonrasında kızın ikisini birden atlatıp başka bir oyuncuyla kaçması arasında geçenler gayet güzel okunabiliyor. Yalnız sonrasındaki hikayeleri anlamadım ben yahu :))) Hele son hikayeden hiçbir şey anlamadım.

Bugün babamın başına çok ilginç bir şey geldi. Babam kredi kartlarından oldum olası korkmuştur zaten. İnsan biraz da korktuğu için mi böyle şeyleri başına çeker, yoksa böyle şeyler hep dürüst insanların mı başına gelir bilmiyorum. Babamın arkadaşlarından biri HSBC’den kredi almış vakti zamanında. Hiç harcama yapmamış ama kartı iptal etmeyi de ihmal etmiş. Bir gün epey yüklü bir borçla dayanmışlar kapısına. Çok çekmiş o da. Nasıl halletti falan sonrasını hiç bilmiyorum ama babam da böyle şeylerin kendi başına gelmesinden korkardı işte hep. Bugün cüzdanını karıştırırken hiç kullanmadığı bir kredi kartı daha olduğunu fark etmiş. Banka aynı banka. HSBC! Gidip iptal ettireyim diye düşünüp bankaya gitmiş. Ve ne demişler dersiniz? 5 yıl önce bir alışveriş yapılmış ve ödenmemiş. Üzerinden çok zaman geçtiği için de babamı icraya vermişler. Ama elimize ulaşan ne bir fatura var ne de icra mektubu. Tabi babam tutuştu birden. Bir de o kart üzerinden ablama ek kart çıkartılmış yıllar yıllar önce. Görüşmeler sonucunda alışverişi ablamın yaptığı ama 150 tl’lik borcun tamamını ödeyerek kartı iptal ettirdiğini öğrenebildik. Bu gerizekalı bankaya göreyse o 150 liranın küsüratı ödenmemiş görünüyormuş. Artık 1 kuruş mu şimdiki parayla 2 kuruş mu onu söylemiyorlar. Ama işte o kuruş 5 senelik faizler sonucunda 100 tl’ye ulaşmış. Halbuki kuruş bile olsa borç göründüğü taktirde kart kesinlikle iptal ettirilemez. Ben vadesiz hesabımı bile kapattıramamıştım sırf bu yüzden vakti zamanında. Ödenmiş borcun küsüratının borcu nedeniyle icralık olmuşuz yani olacak iş mi? Dedim ki millet milyarları götürür, milyarlarca borçlanır da kimseler dokunamaz onlara nedense, bizim kuruşluk borçla sadece bizim gibiler icraya veriliyordur herhalde!

Neyse sonuçta babam gitti ve ödedi 100 tl yi. Ve de az bir borçla yırttım diye çok sevindi. Aslında kendi hatası değil ama memleketim insanı bu hale getiriyor işte. İnsan suçsuz olduğuna emin olsa bile yırttım diye seviniyor sonunda :) Canım babam benim :)

Lie To Me’de ilk sezonu bitirdik. İkinci sezonun da ilk 3 bölümünü seyrettik şu ana kadar. Dr. Lightman karakterini canlandıran Tim Roth’un insanları dinlerken ağızlarına girecek kadar yaklaşıp bir omzunu indirerek durması biraz tuhaf olsa da sevdik biz bu diziyi.

Fringe de çok güzel gidiyor. Bu sezon daha da heyecanlı. Peter’ın hayatındaki sır perdesi açılıyor yavaşça. Velhasıl bilimkurguyu çok seviyorum :)

27 Nisan 2010 Salı

NINJA ASSASSIN (2009 - 6,4)



(görsel buradan alınmıştır)

Bu film hareketli ve kanlı dedi Badem tanıtım girerken. Sen seversin dedi :) Sevdim de :)))

Filmde acaip bir ninja olan Raizo’nun (Rain ve Sung Kang) geçmişine göz atıyoruz. Raizo, daha küçücük bir çocukken Ozunu Klanı tarafından sokaklardan alınıp ninja eğitimine başlanıyor. Raizo çok başarılı çıkıyor ve kimsenin alt edemediği bir ninja haline geliyor. Ama Ozunu Klanının kurallarının ona uymadığını fark ettiğinde, ki bu da sevdiği ve onunla aynı eğitimi alan kızın klan tarafından öldürülmesidir, kaçar ve kendi başına hareket etmeye başlar.

Öte yandan Berlin’de birçok cinayetin efsane olarak görülen Ozunu Klanı’yla bağlantısı olduğunu düşünen ajan Mika (Naomi Harris) dosyalarda derinlere indikçe örgütün yeni hedefi haline gelir. Ama Raizo onu kurtaracak ve klana karşı savaşmaya devam edecektir. Elbette ki birinden biri ölene kadar.

Film bence güzeldi. Biraz fazla kanlıydı. Öyle başların kan fışkırtarak kesilmesi, bağırsakların deşilmesi falan gibi görüntülere katlanamıyorsanız hiç seyretmeyin baştan uyarayım. Ama sizi etkilemiyorsa, heyecan ve aksiyon dolu bir film sizi bekliyor :)

Yönetmen James McTeigue'yi daha önce Matrix Revolutions, Matrix Reloaded, Matrix, Star Wars II : The Attack of Clones gibi harika filmlerin yardımcı yönetmeni koltuğunda gördük. The Invasion ve V For Vendetta'nın da yönetmen koltuğunda gördük. Seviyoruz kısacası :)

26 Nisan 2010 Pazartesi

Of Ben Of :)

Ben yazdıklarımı yayınlayana kadar ohoooo, Harper’s Island’ı bitirdim, bu sefer de ablamların ve sevgili Çakılımın tavsiyesi üzerine Lie To Me’ye başladım bile :)

Harper’s Island güzeldi, ama böyle ne bileyim bir Dexter, Six Feet Under, House M.D. ya da şu an aklıma gelmeyen diziler kadar içine çekmedi beni. Çok büyük bir heyecana kapılıp seyremedim. Karakterler birçok salaklık yaptılar çünkü :) O da beni sinir etti. Henry’nin yapmacık gülüşü baştan beri sinir ediyordu beni. Abby desen eblek eblek bakıyor sürekli. İşte bir dizide karakterleri sevmeyince dizinin de içine giremiyorum. Sonuna da sinir oldum işte hıh! :)

Lie To Me eğlenceli geldi. İnsanların yüz hareketlerine bakarak nerede yalan nerede doğru söylediklerini anlayabilmek süper bir şey bir kere. Fikri bile güzel. Daha 3. bölümde biz bile “aha, yalan söylüyor” diyebildik mesela bir kadın için. Dizide tabi. Gerçek hayatta yapılabilir mi bilmiyorum. Zira dizide görüntüleri dondurup iyice anlattıkları için anlamak kolay oluyor :) Tim Roth da zeten çok sevdiğimiz biridir. Süper rol yapar bana göre. İşte sevilen karakerlerle dizi çekmenin avantajı! :)

28. hafta içine girmiş bulunuyorum. Tabi acaba siz bunları okurken kaçıncı haftada olacağız kimbilir. Çok tembelim hihoyt :) Vallahi son zamanlarda aklım da beş karış havalarda zaten. Bu çocuk bende akıl bırakmadı şimdiden. Hafızam falan zaten berbat. Dün iş arkadaşlarımdan biri ameliyat oldu. Ameliyathaneye girmeden göreyim diye karşı binaya doğru yola çıktım. İş yerindekilere de dedim ki, her şey hazır olunca ben sizi ararım öyle gelirsiniz. Elbette unuttum ve aramadım. Neyse ameliyata girince geri geldim tabi masama. Utanç içinde :) sonra da çıkışına gideyim dedim. Tabi yine çıktığı zaman ben sizi ararım sözüyle birlikte. Yine unuttum. Bundan sonra söz vermek yok :) Ama elimde değil gerçekten unutuyorum..

Tuna’cım büyüyor. İlk dişi bile çıkmış. Ben henüz göremedim gerçi. Anneciği ona güzel bir blog da hazırlamış. Anne-bebek bloglarına bir yenisi daha eklendi anlayacağınız. Bol bol fotoğraf ve deneyimlerini de koymuş arkadaşım. Beğeneceğinize eminim.

Sonracıma Empati’yi bitirdim. Adam Fawer’ı seviyorum ben. Sevdim daha doğrusu. Bu okuduğum ikinci kitabı ne de olsa. Olasılıksız’ı da çok beğenmiştim. Empati de şöyle bir sorun oldu. Sonundan hoşlanmadım. Ama son ana kadar çok değişik ve heyecanlı geçti. Değişik derken, Heroes dizisine benzettiğimden bahsetmiştim sanırım daha önce. Tabi karakterlerin özellikleri Heroes’daki kadar binbir çeşit değil. Hepsininki empati adı altında toplanabiliyor burada. Biri renklerle görüyor duyguları, biri kokularla, biri müzik duyuyor vs. Sonuç olarak ben beğendim ve okumanızı tavsiye ediyorum.

Şimdilerde Jerzy Kosinski’nin Kör Randevu’sunu okuyorum. Sevgili 7. Oda’nın tavsiyesi ile aramaya başlamış ama internet sitesinde ne 7. Oda’nın ne de sevgili Vladimir’in bahsettikleri kitapları bulamayınca aynı yazarın bu kitabını almıştım. Kitap 304 sayfa ve ben şu an 82. sayfadayım. İlk kitap olarak çok doğru bir tercih olmadığını söylemeliyim. Çünkü kitapta beğendiği kızlara tecevüz eden ve saldırıları hep arkadan yaptığı için yüzyüze gelmeyen ve bu nedenle Kör Randevu ismi takan bir sapık var! Kitabın ilerleyen sayfalarında neyle karşılaşacağım bilmiyorum elbette.

Rec’in ve Descent’in ikinci filmleri çıkmış. Badem heyecanlı ama ben şu an için seyretmeyi uygun görmedim. Zaten uykum kaçıyor sürekli ayaktayım geceleri. Karanlıktan da hiç hoşlanmam. Badem horul horul uyurken karanlıkta bir de aklıma korku görüntülerini getirerek kalakalmak istemiyorum :)

HARPER'S ISLAND (2009 - 7,3)

Sonunda sevgili 7. Oda’nın tavsiyesiyle Harper’s Island’a başlamış bulunuyorum. Dün bir oturuşta 5 bölümü de bitirdim. Zaten anladığım kadarıyla tek bir sezon var. Devamı olacak mı bunların 7. Oda?

Henry (Christopher Gorham), çocukluk aşkı Trish (Katie Cassidy) ile evlenmek için seneler önce terk ettikleri Harper adasına gitmeye karar verir. Bunun için yine adadan ayrılmış olan Henry’nin en yakın arkadaşı Abby (Elaine Cassidy) ve birkaç arkadaşı daha teknede parti yaparak adaya geçerler.

Adada 7 sene önce Wakefield adında biri 6 kişiyi öldürmüştür. Abby’nin annesi de kurbanlar arasındadır. Ama arkadaşı için adaya geri döner 1-2 günlüğüne de olsa. Her şey düzeldi, adada yaşam eskisine döndü diye düşünseler de insanlar teker teker ölmeye başlarlar.

Filmin başlangıcında “one by one (birer birer)” diyor küçük bir kız. O lafı duyunca aklıma Agahta Christie’nin On Küçük Zencisi geldi. Belki bir başkası da benzetmişti daha önce ve ben okumuştum. Oradan da kafamda canlanmış olabilir, emin değilim. Ama seyrettikçe de değişmedi fikrim. Her biri teker teker ölecek, katil de aralarından biri çıkacaktır işte :)

24 Nisan 2010 Cumartesi

LIFE, 2009

Bu belgeseller harika. Hele bir de görüntü yüksek çözünürlükte ise hakikaten bir görsel şölen. Sineklerin gözlerine kadar her ayrıntıyı görebiliyorsunuz görüntü küçükse bile.

İçerik zaten harika. Seyrederken sürekli olarak bilimkurgu filmi seyrediyormuşum gibi hissettim. Dünya üzerinde olup da görmediğimiz, duymadığımız ve hatta bilmediğimiz o kadar çok canlı türü var ki. Filmlerde görsem şaşırmam. Hayalgücü ne tuhaf ve güzel diye düşünürüm. Ama bütün hepsinin gerçek olduğunu bilerek seyredince insan şaşırmaktan alamıyor kendini. Kısacası mutlaka seyretmelisiniz bence.

Her bölümün sonunda bazı özel sahnelerin nasıl çekildiğine dair 10'ar dakikalık görüntüler de mevcut. Daha önce seyrettiğimiz Planet Earth belgeselleri gibi bölüm bölüm bu belgeseller de. Böcekler, memeliler vs gibi toplam 10 bölüm var. Her biri ayrı güzeldi. Dünyamız hakkında görmemiz gereken çok şey var. Çoğu şeyin de henüz keşfedilmemiş olduğunu düşününce insan çıldırıcak gibi oluyor bazen.

İyi seyirler.

22 Nisan 2010 Perşembe

The Imaginarium of Doctor Parnassus (2009 - 7,3)



(Görsel buradan alınmıştır)

Bu film yeniymiş meğer. Yani gösterime yeni giriyormuş meğer. En azından ülkemizde. Biz bir-iki hafta kadar önce seyrettik sanırım (aslında 1 aydan fazla olmuştur şimdiye kadar). Badem sayesinde bir sürü film seyretmiş oluyoruz. Dün Uzunbacak’la da konuşurken itiraf ettim, Badem olmasaydı film seyretmeyi çok sevmeme rağmen sanırım bu kadar fazlasını seyredemezdim tek başıma. İyi ki varsın canım benim! :)

Filmin fragmanını seyrettim bu sabah tesadüf. Çok cezp edici görünüyor. Değişik bir ortam, kostümler, manzara vs. Fena değildi film. Ama fragmandaki kadar ilgi çekici değil bence. Son zamanlarda da aman aman beğendiğim bir film olmadı sanırım. İyice gıcık bir insan olmaya başlamışım!

Filmin en önemli tarafı Heath Ledger’ın son performansını seyretme şansımız olması bence. Aslında ben son performans olarak Dark Knight’ı biliyordum ama meğer buymuş. Dark Knight’ın çekimleri Ledger ölmeden bitebilmiş. Bu film bitmeden öldüğü için rolünü Johnny Depp, Jude Law ve Colin Farrell tamamlamış. Onlar da hoşluk katmışlar bence filme.

Filmde arabasıyla şehir şehir dolaşıp gösteri yapan yaşlı adam Dr. Parnasus (Christopher Plummer), kızı Valentine (Lilly Cole), Anton (Andrew Garfield) ve bir cüce var. Dr. Parnasus’un görevi insanların hayalgüçlerinden yararlanarak onlara farklı dünyalar sunmak. Tabi ki kısa bir süreliğine. Diğer insanlarsa sadece dekor :) Bir gün köprüden iple sarkıtılarak asılmış bir adama, Tony (Heath Ledger) rastlarlar. Adamı kurtardıktan sonra adam da onlarla birlikte dolaşmaya başlar. Her şey yolunda giderken bir gün Dr. Parnasus beklediği kötü sonla karşılaşır. Meğer o, yıllar önce şeytanla anlaşma yapmışmış. Şimdi de ödeşme vakti gelmiştir. Dr. Parnasus sonsuz yaşam karşılığında kızı 16 yaşına geldiğinde kızını ona vereceği konusunda anlaşma yapmıştır. Ama artık bunu istemez. Tony de ona yardım edecektir.

Filmde sihirli bir ayna var. Aynanın diğer tarafına geçtiğinizde hayalgücünüzle bağlantılı olarak farklı bir dünyaya geçmiş oluyorsunuz. İşte Tony'i canlandıran diğer aktörlerle de bu dünyalarda karşılaşıyoruz.

Heath Ledger'ı en son Dark Knight'ta seyretmiş ve hayran kalmıştık. Seneler senesi seyrettiğim Dawson's Creek'te Jen rolüyle (bizdeki Mine) sempatimizi kazanan Michelle Williams'ın da kocası ve çocuğunun babası olmasıyla da dikkatimizi çekmiştir. Elbette bizde özellikle ismiyle de çok dikkat çeken Brokeback Mountain'da (2005), The Brothers Grimm'de (2005), Monster's Ball'da (2001) ve daha birçok filmde rol almıştı.

Johnny Depp'i ise 21 Jump Street dizisiyle tanıdık diyebilirim. Aslında ondan önce Elm Street'te oynamış ama filmi diziden daha sonraki senelerde seyrettiğim için sonradan haberim oldu :) Malum film çekildiğinde ben 6 yaşında falan idim :)) Sonra da onu hep değişik filmlerde seyrettik. Şimdilerde Johnny Depp deyince aklımıza ilk gelen isim Tim Burton olmalı. Edward Scissorhands, Arizona Dream, What's Eating Gilbert Grape, Ed Wood, Don Juan DeMarco, Donnie Brasco, Fear and Loathing in Las Vegas, Ninth Gate, The Astronaut's Wife, Sleepy Hollow, The Man Who Cried, Chocolat (hmmm :) ), Fom Hell, Secret Window, Finding Neverland, Charlie and the Chocolate Factory, Sweeney Todd : The Demon Barber of Fleet Street seyrettiğimiz diğer filmleri. Tabi ki Pirates Of The Caribbean serisindeki Kaptan Jack Sparrow rollerini de unutmamak gerekir :)

Jude Law yine karşımıza çıktı işte :) Ama iyi ki de çıkıyor. Beyaz perdeye çok yakışıyor bence :)

Colin Farrel 2003'te Al Pacino'yla oynadığı The Recruit'le ses getirdi. Aslında daha öncesinde Hart's War, Minority Report ve Phone Booth gibi filmlerde de oynamıştı. Daha sonra Daredevil, S.W.A.T., Alexander, The New World, Miami Vice, In Bruges (Bu film de güzeldi tavsiye ederim), Pride and Glory gibi filmlerde oynadı.

Christophe Plummer yaş itibariyle de en uzun filmografiye sahip olan kişi elbette burada. 1953'lerden beri oynamış olduğu filmleri saymakla bitmez ama en aklımda kalanlar 1980 yapımı Somewhere in Time (Bunu da sevgili evvelzamaniçinde'nin tavsiyesi üzerine seyretmiştim), Star Trek, Twelve Monkeys, The Insider, A Beautiful Mind. Alexander ve New World'de Colin Farrel'la yine buluşmuşlar :)

21 Nisan 2010 Çarşamba

Weather Girl (2009 - 6,0)



Digiturkumuz iptal oldu sonunda. Zaten geçen seneye kadar da almamıştık. Ama geçen sene kamuya acaip bir indirim yapmışlardı. Badem de maç falan sevdiği için hadi alalım demiştik. Nisan’ın 2 sinden beri yok digiturkumuz. Kablolu da yok. Yani bir televizyonda var da, salondakinde hiçbir şey yok şu anda :) Dün de normal kanallardan birinde voleybol maçı olunca Badem sana romantik bir film koyayım ben de maç seyredeyim dedi. Weather Girl ile de bu şekilde tanışmış oldum.

Seyrederken sıkılmadım ama çok gerekli bir film olarak da görmedim. Badem getirmeseydi benim ille de seyredeceğim diye bir talebim olmazdı öyle söyleyeyim :)

Konusuna gelince, bir kanalda hava durumu sunan Slyvia (Tricia O'Kelley), aynı kanalda haber spikeri olan Dale’in (Mark Harmon) kendisini aldattığını öğrenince canlı yayına geçtiklerinde Dale’e ağzını geleni söyler ve sonra da kameralara dönerek durumu açıklar. Sonra da çeker gider. Ama o günden sonra herkes Slyvia’yı tanımaya başlar. Bu olay ona belli bir ün kazandırmış olsa da o işinden ve sevgilisinden olmuştur aslında. Başı eğik, mecburen erkek kardeşi Walt’un (Ryan Devlin) yanına taşınır. İlk gün Walt’ın arkadaşı Byron (Patrick J. Adams) ile de karşılaşır. Byron da Slyvia’yı ve kendini kaybedip Dale’e yüklenişini internette seyretmiş ve kadını çok hoş bulmuştur. Gördüğü ilk andan itibaren Slyvia’ya yazmaya başlar. Ama kadın karşılık vermez başlarda. Sonra kaybedeceğim ne var ki düşüncesiyle Byron’la birlikte olmaya başlar.

Slyvia ilişkilerinde hiçbir duygusallık ve beklenti olmadığına dair Byron’la anlaşma yapmış olsa da Byron ilk zamandan beri Slyvia’dan hoşlanmaktadır. Gel zaman git zaman Slyvia’nın ünü iyice artar. Eski çalıştığı kanal bu durumda onunla tekrar irtibata geçer ve bu sefer haber spikeri olarak işe başlamasını isterler. Dale de çok üzgün olduğunu ve yeniden başlamak istediğini söyler. Slyvia’nın cevabı evet olur ikisine de. Walt ve Byron şaşırırlar ilkten. Ama Slyvia kamera önünde kendini kaybetmesiyle ünlenmiştir bir kere :)

Tricia O'Kelley'i daha önce bir sürü dizide görmüş olabiliriz. Birçoğunda birer bölümde bile olsa rol almış çünkü. Get Real, Suddenly Susan, Malcolm in the Middle, Gilmore Girls, CSI, Two and a Half Man bunlardan birkaçı.

Patrick J. Adams'la ise yine Lost, Without a Trace, Lie To Me gibi severek seyrettiğimiz dizilerde görmüşüz.

2 Nisan 2010 Cuma

Sherlock Holmes (2009- 7,6)



Bu filmi seyretmeyi uzun zamandır istiyordum aslında. Ama çok da beklediğim gibi çıkmadı itiraf edeyim. Holmes’un insanın yüzüne bakar bakmaz donuna kadar açıklaması karşısında insanların şaşırmasını seyretmek keyifliydi. Ama ben biraz daha atraksiyonlu bekliyordum sanırım. Görüntüler de güzeldi. Bir de tabi Jude Law, efendime söyleyeyim Rachel McAdams gibi güzel oyuncuları seyretmek güzel oluyor :)

Filmde Sherlock Holmes ve yardımcısı Watson, kötü adam Blackwood’un peşine düşüyor. Başta kaçırdığınız bazı detaylar da film boyunca aralıklarla karşınıza çıkıyor. Blackwood’un mezarından nasıl çıktığı ya da insanları nasıl öldürdüğü gibi.

Sherlock Holmes rolünde seyrettiğimiz Robert Downey Jr.’ı bir sürü filmde seyrettik. Sanırım en son Iron Man’de bahsetmiştim.

Jude Law’dan ise en son My Blueberry Nights’ta bahsetmiştim.

Rachel McAdams’ı en son Time Travelers’ Wife’da (Zaman Yolcusunun Karısı) seyretmiştik en son. Beğenmiştim o filmi. Henüz seyretmediyseniz tavsiye ederim. Filmde Eric Bana eşlik ediyordu ona. Ondan önce de The Lucky Ones’da (Şanslı Olanlar) seyretmiştik ki o da bence güzel bir filmdi. 3 askerin eve dönüşünü anlatan keyifli bir filmdi.

31 Mart 2010 Çarşamba

New Moon (2009 - 4,6)



(fotograf şu siteden alınmıştır)

Daha önce Twillight’i (Alacakaranlık) seyretmiştik. Stephenie Meyer’in kitaplarından uyarlama olan filmlerin ilk serisi fena değildi. Ama Türkçe’ye “Yeni Ay” adıyla çevrilen bu film tam bir felaketti diyebilirim. Filmde hiçbir şey yoktu ya bu kadar olmaz. Filmin ilk 20 dakikası falan Bella’nın (Kristen Stewart) Edward’a (Robert Pattinson) bön bön bakması ve birbirlerini nasıl sevdiklerini sözle değil de böyle abuk bakışlarla bazen de Edward’ın hastalıklı kısık sesiyle anlatmasıyla geçiyor. Sonrasında birden Edward şehri terk edip Bella’yı yalnız bırakıyor. Sonra Bella’nın öldüğünü zannedip o da kendini öldürmeye çalışırken Bela yetişiyor. Ve burası çok komik işte. Bella beni terk ettin deyince Edward “yalan söyledim, sen de çok kolay inandın ama” diyor. Ve film bitiyor.

Yani bence seyretmenize hiç ama hiç gerek yok. İnanın hiçbir şey kaybetmezsiniz seyretmeyince. Dahası vaktinizi de boşa harcamış olursunuz. Benden söylemesi :)

R. Pattinson’ı daha önce Harry Potter ve Ateş Kadehi’nde Cedric olarak seyretmiştik. Orada gayet iyiydi bence. Ama bu filmlerde çocuk biraz tuhaflaştı sanki. Genç kızlar ölüp bitiyorlar gerçi ama o kısık sesle konuşma, saçı başı dağınık tutma ve başını eğerek konuşma falan popülerliğin getirisi midir yoksa götürüsü müdür düşünmek lazım.

K. Stewart’ı da daha önce Adventureland’de seyretmiştik. Çok da keyifli bir filmdi bence. Kız gene biraz tuhaftı ama :)

Bu filmle ilgili hoşumuza giden bir detaysa Dakota Fanning’i büyümüş olarak beyazperdede görmekti. İlk gördüğümüzde o olduğunu anlamadık gerçi ama isimleri okuyunca anladık.

25 Mart 2010 Perşembe

Son Gelişmeler

Bundan önceki yazılarımı yazalı çok olmuştu aslında da, yayınlamaya ancak elim erdi (tıpkı bunu yazalı haftalar olduğu gibi).

İyi dilekleriniz için çok teşekkür ederim. Anneannem, ben o yazıları yazdıktan sonra bir kez daha Genel Yoğun Bakım’a indirildi maalesef. Hastanede çalışan biri olarak bir kez daha Allah kimseyi hastanelere düşürmesin diye dua ettim. Tanıdık biri yoksa işiniz çok zor gerçekten de. Burada olsa çoğu şeyi halledebilirdik ama elim ta Ankara’ya kadar uzanamadı. Sürekli telefonda kaldım. Yoğun bakım doktorlarıyla görüştüm sık sık. Son gidişinde biz durumunu stabilize ettik artık servise çıkabilir dediler. Ama servistekiler bir türlü almak istemediler. Neyse yoğun uğraşlar sonucunda yoğun bakım doktorlarından biri sağolsun, servis doktorlarıyla kavga etmeyi göze alarak servise çıkıp anneannemi zorla servise aldırttı. Biz de rahat ettik elbette. Çünkü yoğun bakımda olunca annemler falan hep koridorlarda kaldılar. Hasta yanına kimseyi almıyorlar çünkü. Günde bir kere 1-2 dakikalığına aldılar aldılar, onun haricinde ne hastayı görebiliyorsunuz ne de haber alabiliyorsunuz. Doktorlarla görüşmek zaten hayal. Nasıl bir hastanedir anlamadım ben. Ben telefon edip haberleri öğrenmeye çalıştım hep.

Neyse, servise geri çıktı anneannem. Ama yine doktorlarla görüşemiyorsunuz. Günlük vizite geliyorlarmış mesela, bütün hasta yakınlarını odadan çıkartıp doktor ve asistanlar olarak muayenelerini yapıp hemen gidiyorlarmış. Çıkınca falan da kimse görüşmüyormuş hasta yakınlarıyla. Bizimkiler yine kalakaldılar yani. Asistanlardan biriyle görüşebilmişler neyse sonunda. İşte biraz enfeksiyon + antibiyotik tedavisi. Bakalım, hala bekliyoruz. Neredeyse 15 gündür yatıyor anneannecim..


* * *

Bebek alışverişiyle ilgili www.bebekaskisi.com diye bir site önermiştim daha önce. Modeller çok cici gerçekten de, ama İstanbul’da yaşayan arkadaşlar için Tahtakalede aynılarının tanesini 2 TL’ye gördüğümü belirtmek isterim. İnternet alışverişini tercih edenler için www.ozelcan.com.tr adresi de çok iyi bir alternatif olabilir. Ankara’da yaşayan arkadaşlar, kendi mağazasına gidip peşin ödemek isterlerse epey indirim de yapıyorlar haberiniz olsun.

Dexter 4. sezonu da bitirdik. Hevesinizi kırmak istemediğim için her şeyi açık açık yazamayacağım ama son bölüm bizi şaşırttı ve üzdü. Melih’cim bir uyarıda bulunmuştu son sezonu seyretmemizden önce. Çok etkileyici, bence seyretmeyin demişti. Ben iki gün uyuyamadım demişti. Hoş, o kadar etkileyici bir durumla karşılaşmadık ve bunu arkadaşımızın her zamanki duygusallığına verdik ama son bölümde neden böyle bir şey yaptılar anlamadım. Diziden çıkan herkesi öldürmek zorundalar mı??

Empati güzel gidiyor. Daha yarısına bile gelemedim gerçi. Ama Adam Fawer’in iki kitabı da bana seyrettiğim dizileri ya da filmleri anımsattı. Empati’de de Heroes’u hatırladım misal. Renkler, duygular vs. Bakalım ilerleyen sayfalarda ne düşüneceğim.

Birkaç ay önce Dakyüzlerden sonra bir arkadaşımız daha işten ayrılarak şehir dışına taşındı. Yeni bir iş buldu. Eşiyle yazıştık geçenlerde. Her şey mükemmel diye cevap yazmış bana. Bu “mükemmel” kelimesini hep enterasan bulmuşumdur. Çok kullandığım bir kelime değil, belki de o yüzden. Özellikle yaşantım için hemen hemen hiç kullanmam. Belki gördüğüm bir fotoğraf ya da çiçek böcek vs için kullanabilirim ama sadece o kadar. İnsanın hayatındaki her şeye bakıp da her şey mükemmel diyebilmesi için kör gözlerle bakması gerektiğini düşünüyorum. Ya da kendini kandırması gerektiğini. Buradan çok kötü bir hayatım varmış izlenimi vermeyeyim. Çok şükür, her şey yolunda. Ama iş yerinde sıkıntılarım var, evde tamam Badem’le çok iyi anlaşıyoruz ama her evde olduğu gibi bizim de ara sıra ters düştüğümüz zamanlar olabiliyor vs, genel durumda en basitinden havalar bile kötü gidiyor yahu! Ben mi çok karamsarım ya da gerçekçiyim yoksa insanlar mı çok iyimserler ya da hayalperestler anlayamadım :)

16 Mart 2010 Salı

Macera mı dediniz?

Evet, nerede kalmıştık? Yine bir sürü şey oldu bu arada. Anneannem komaya girdi. Hem de yok yere. Çok şükür şimdi daha iyi. Ama hikaye oldukça ilginç. Anlatacağım.

Geçtiğimiz hafta birkaç gün izin aldım. Daha fazla şişip zor yürür duruma gelmeden bebek alışverişi yapayım diye düşündüm. Tabi anneciğimi de yanıma kattım. Hiç de gelesi yoktu nedense. İçine doğmuş belki de. Yoksa her için o kadar hevesliydi ki aslında. Sürekli açım ve tuvaletim var şeklinde dolandığım için alışveriş kısmının hayli zorlayıcı olacağı ve uzun süreceği düşüncesiyle kimseyi arayamadım. İlk gün annemle şöyle biz gezindik. İkinci gün de zaten anneannemin haberi gelince annem apar topar Ankara’ya gitti. Yakın bir yer olmadığı için iznim yanmasın işe döneyim diyemedim tabi ki. Ablacım sağolsun o izin aldı. Bir elimiz telefonda, moralimiz sıfır. Yine de evden dışarı çıktık her gün. Tabi istediğimiz gibi dolaşamadık. Aklımız hep anneannemdeydi.

Teyzem anneannemin köyüne yakın sayılır. O gitmiş en son yanına. Bu arada dedem de sağ çok şükür. İkisi bir evde geçinip gidiyorlardı. Teyzem 1 hafta kalmış yanlarında. Pazartesi eve dönmüş. Salı günü anneannem rahatsızlanmış. Akut diyare olmuş. Tabi teyzemler de psikolojisine bağlamışlar hemen. Anneannem yanına biri gelip gidince hemen yatak döşek hastalanıyor çünkü. Moral bozukluğu nedeniyle. Çarşamba günü de dayım gidiyor anneannemlere. O da erkek başına çok bakamıyor tabi. Perşembe günü yengem gidince durumun aciliyetini anlıyor ve hemen hastaneye kaldırılıyor anneannem. Şiddetli ishal nedeniyle. O 2 gün boyunca 1 bardak su bile içmediği için iki böbreği de iflas ediyor ve komaya giriyor. Tabi Ankara’da hastaneye ilk kaldırıldığında doktorlar hikayesini bilmiyorlar ve anneannemin durumundan yıllardır böbrek hastası olduğu sonucunu çıkarıyorlar. Oysa daha önce öyle bir problem yok. Doktorlar anneme, teyzeme, yengeme acaip yükleniyorlar. Annenizi yıllardır nasıl bu kadar bakımsız bırakırsınız diye. Bizimkiler de şaşırıp kalıyorlar tabi çünkü anneannemin bakıma muhtaç bir hali yok. Diyare olmuş diye anlatsalar da dinleyen olmuyor. Sonradan anlaşılıyor ki anneannem hakikaten diyare nedeniyle o ağır duruma düşüyor ve doktorlar da ondan hemen önce gelen hastayla kendisini karıştırdıkları için annemlere o kadar yükleniyorlar. Annemler anneannemin durumuna mı üzülsünler, kendilerine yapılan haksızlık nedeniyle doğru olmadığını bilseler de vicdansız damgasını yediklerine mi üzülsünler şaşırıp kalıyorlar elbette.

Neyse ki atlattık bunların hepsini. Böbrekler çalışmaya başladı çok şükür. 1 haftalık yoğun bakımdan sonra normal servise çıkartabildiler anneannemi. Şimdi konuşması falan biraz bozuk olsa da bilinci açık, yataktan kalkamasa da idrar çıkartabiliyor ve yemek yiyebiliyor. O

1 bardak suyun önemi de bir kez daha anlaşılmış oluyor. Su gerçekten de hayat kurtarıyor. Aranızda su içmeyen varsa lütfen bu yazıyı okuduktan sonra sandalyenizden kalkıp bir bardak su için kendiniz için. Anneannem tansiyon ilaçlarını bile susuz içermiş. O kadar sevmezmiş suyu. Annem de bir benzeri maalesef. Zorla içiriyoruz suyu. Ablam da çok farklı değil. Ama şimdi hepsinin de elinde bir pet şişe. Bardaklar dolup dolup boşalıyor.

İstanbul maceramıza gelince, herkesin ağzında bir Havuzlu Han ismi vardı. Biz de merak ettik gittik. Biberon, emzik, bebe şampuanı vs gibi ihtiyaçlar için güzel bir yer. Piyasaya göre gerçekten çok uygun. O tip ihtiyaçlarımızı hep oradan karşıladık. Ama aslında bu gidişimdeki asıl amaç bebek arabası, pset, mama sandalyesi gibi büyük ihtiyaçları karşılamaktı. Mümkün olmadı. Olsun. Aklımda belirli zaten alacaklarımız. Zamanı gelince onları da halledeceğiz umarım. Tekstil konusundaysa Mothercare’in ürünlerini tavsiye ederim. Çoklu paketleri hem çok uyguna geliyor hem de kalitesi gerçekten çok güzel. Yumuşacık bir kere. İndirim zamanına da denk gelirseniz çok süper oluyor. Tavsiye ederim :)

Nip / Tuck’ta sona geldik artık. Sanırım bir ya da iki bölüm kaldı. İyice zıvanadan çıktı dizi. Ama seviyorduk yine de. Lost zaten herkes gibi “bu kadar seyrettik, sonunu görmeliyiz” merakı ve düşüncesiyle devam edilen sıkıcı bir dizi haline geldi. Dexter 3. sezon tam gaz :)

Çınar'ı beklerken

Pekmezi ciddi anlamda seven var mı? Peki, şöyle değiştireyim: pekmezi babamdan başka ciddi olarak seven var mı? :) Kansızlık başladğından beri (aslında çok da düşük değil de, kendi bünyeme göre düşük) pekmez yemeye çalışıyorum sabahları. O da midemi bulandırıyor. Yedikten sonra biraz uzanmam gerekiyor yani o kadar.

İş yerinde masamda da kuru üzümler, yaban mersinleri, kuru incirler. Yok yok :) Böyle giderse işe gelip giderken yuvarlanacağım..

Dün oturup Hayat Var’ı seyrettik. Filmle ilgili en hoşuma giden nokta film bittikten sonra Badem’in yaptığı yorum oldu :) Bazı filmlerden sonra ciddi ciddi yorum yapmasını istiyorum ondan. Ve benim anlamadığım ya da görmezden geldiğim gerçekleri bir çırpıda söyleyiveriyor. Bu da gerçekten çok hoşuma gidiyor. Hayat Var ile ilgili olarak da “büyük gemilerin yanında küçük gemiler de yaşamaya çalışır. Onlarda da hayat vardır ve her şeye rağmen yaşarlar çünkü hala umut vardır.” Sanırım sırf bu açıklama için bile seyredilebilir. Aslında filmin ilk 45 dakikasında neredeyse hiçbir şey olmadı diyebilirim. Oldukça sakin bir filmdi çünkü. Annesiyle babası boşanmış, babası ve hasta dedesiyle yaşamakta olan 13-14 yaşlarında bir kız var, Hayat. Okulda sorunlu, dışarıda kendi yaşıtında bir arkadaşı yok. Babasının büyük gemilere pazarladığı birkaç kadın var tanıdığı. Hayat’ın olgunlaşmasını zevkle seyreden bir bakkal, sürekli babasını arayan bir adam, annesinin yeni eşi ve bu eşinden olan “dünyalara bedel” oğlu, balık, gemi sireni, sandal, okul derken kendi çapında bir yaşam mücadelesi verir Hayat.. Reha Erdem yönetmiş filmi. Daha önce Korkuyorum Anne ve Kaç Para Kaç filmlerini seyretmiştik (bu ikincisini seyretmedim sanırım ben). Film 42. Siyad ödüllerinde en iyi film dahil 4 ödül almış. Badem sayesinde seyrettiğim bir film daha.

Yavaştan alışveriş listemizi hazırlamaya çalışıyoruz. Bir yandan heyecanlı ama bir yandan da korkuyorum aslında. Çevremde kötü örnekler de var iyi örnekler de. Bir kere çoğunluğun karşıma geçip de ay şöyle hayatınız bitecek, ay böyle dışarı çıkamayacaksınız, film seyredemeyeceksiniz falan demesine uyuz oluyorum. O şekilde yaşamayan arkadaşlarım da var sonuçta. Bebeğin hayatımıza getireceği olumlu taraflara bakmaya çalışıyorum bu aralar :) Ama yapılacak da çok iş var. Badana, mobilya ve diğer alışverişler, minik bebek kıyafetlerinin yıkanıp ütülenip yerlerine yerleştirilmesi, bu curcunada kendi sağlığıma da dikkat etmeye çalışmak, bir taraftan iş yerindeki gıcık ve bazen çok stresli olan işlerle ve kişilerle uğraşmak.. Derken 5 ay geçmiş aslında. Yarıyı geçirdik çok şükür..

Dexter’ın 2. sezonunu da bitirdik. Kısa bir mola vereceğiz. Zaten filmler de çok birikti. Diziye sarınca bir anda filmler arka plana atılıyor malum. Dexter da çok heyecanlı gidiyordu ama :)

Nip / Tuck’ta da sonun sonuna geldik. Sanırım dizinin tamamıyle bitmesine 4-5 bölüm kadar kaldı. Eskisi kadar heyecanlı değil gerçi ama merak ediyoruz Sean ve Christian daha başka neler yapabilir diye :)

Unutmadan bebek bekleyenler için alışveriş listelerine alabilecekleri çok cici bir şey göstermek istiyorum. www.bebekaskisi.com da çok cici askılar var. Ben aldım renkli ve üzerinde palyaço, kelebek vs olan tahta modellerinden. Çok da beğendim, aklınızda olsun. Minik bebek kıyafetlerini kendi kullandığımız askılara asmak mümkün değil çünkü. Çıtçıtlı body ler asılmasa da olur ama mont gibi şeyleri varsa asmak gerekecek.

14 Şubat 2010 Pazar

Yorgunlukla Beraber

Şöyle bir baktım bloglara. Genel bir yazamama durumu var sanırım. Sevgili Benim Hayatım da bahsetmiş. Hani sürekli takip edersiniz, gün gelir yazmamaya başlar blog sahibi. Kızarsınız, yani tam kızmak da değil de aslında, hoşunuza gitmez diyelim. Sürekli yazsın istersiniz, sürekli okumak istersiniz. Yeni yazı yayınlanmadıkça hem biraz hayalkırıklığı olur hem de heves kaçması. Bende de bu şekilde en azından. Ama ben de sık sık yazamayanlar arasına girdim!

Aslında en büyük etken internet erişimi. Evde çok vaktim ve enerjim olmuyor bilgisayar başına geçmek için. İş yerindeki boş vakitlerimi çok güzel şekilde değerlendirip yazı yazabiliyordum eskiden. Ama internet erişimimiz kısıtlı olduğu için çoğu siteye erişemiyoruz. Bu da acaip bir bıtkınlık yaratıyor bende.

Neyse.. Yine bir sürü film seyrettim. Eskisi gibi fotoğraflı yazılar yazabilir miyim bilmiyorum ama o zamana kadar bu şekilde idare edeceğiz artık. Six Feet Under diye bir dizi vardı. Daha önce bahsetme fırsatım olmuş muydu hatırlamıyorum. Bütün sezonları bitirdik. Bitirirken de çok üzüldük. Herkes resmen hayatımızın bir parçası olmuştu. Badem uzun süredir iş değiştirmek istiyor. Dizi sonrasında cenaze levazımatçısı olmayı bile düşündü. O kadar girmiş içimize :) Şimdi de o dizide duygusal bir gay olan karakteri Dexter’da haysiyetli bir katil olarak seyretmek tuhaf oluyor. Ama Dexter da güzel. Onun zaten belli bir hayran kitlesi var biliyorum. Katil deyince insanda biraz önyargı oluyor kabul. Ama aslında katil olanların katili o. Öldürmenin hiçbir şekli kabul edilebilir ya da haklı görülebilir bir şey olmayabilir ama neticede bu bir dizi. Filmlerde de insanlara eziyet edip öldürenlerin hep daha kötü bir sonla cezalandırılacağını umarım. Bu belki de benim psikopatlığım bilmiyorum. Ama belki de bu yüzden sevdim Dexter’ı. Daha ilk sezondayız. Yeni başladık sayılır. Biraz ilerleyince daha ayrıntılı bilgi veririm.

Geçenlerde Erkan Oğur geldi şehrimize. Bayıla bayıla gittik konserine. Zaten bütün albümleri mevcuttu bizde. Telvin ile birlikte geldi. Sahnede tam 15 kişilerdi. Tabi Telvin 3 kişiden oluşuyor aslında. Ama 15 kişiyle de harika oldu. Davullar, tefler, ney, viyolonsel, gitarlar, her şey çok güzeldi. Müzik sesi oldukça fazlaydı ve ritimliydi. Ege Çınar baya duydu sanırım :) Bebeklerde de şöyle bir durum varmış. Anne karnındayken sıklıkla dinledikleri şarkıları doğduktan sonra da duymak isterler ve dinledikçe sakinleşirlermiş. Göreceğiz bakalım :)

Lost da başladı. Ama aynı abuklukla devam ediyor. İlk bölümde hiçbir şey yoktu. İkinci bölüm de aynı. Ne zaman bitecek, ne zaman açıklanacak her şey, bıkkınlık geldi bize artık.

Fringe de devam ediyor. Aslında bir sürü hadi oradanlar var içinde. Ama yine de hoşumuza gidiyor. Olivia’nın bön bakışlarına rağmen onu bile seviyorum ya :)

Law Abidin Citizen diye bir film seyrettik geçenlerde. Onu da sevdim :) İntikam peşindeleri hep seviyorum zaten. Başrollerde Gerard Butler var. Kızı ve eşiyle yemek masasına oturacakken kapısı çalıyor. İki adamın saldırısına uğrayıp hem gözleri önünde karısının ve kızının ölümü gerçekleştiriliyor hem de kendine zarar veriliyor. Ama adalet orada da Türkiyede’kinden farklı değil. Adam öldürsen bile çok sene (hatta ay) yemeden serbest bırakılıyorsun. G. Butler’ın oynadığı karakter de intikamını kendi almaya karar veriyor ve 10 sene bunun için çalışıyor. Sonunda başarıyor da. Ama adalet de onun peşini bırakmıyor. Adalet hep intikam almaya çalışanın aleyhine işliyor zaten. Asıl katillerin lehine nedense..

2012 yi de seyrettik sonunda. Onu da çok abuk subuk buldum. Böyle kıyamet filmlerini mesela özellikle küresel ısınma gibi genel problemlerle birleştirip insanların gözüne girecek bir film yapsalar da azıcık korkup daha doğal ve normal yaşamaya başlasak keşke!

İş yerimde de gelişmeler var. Birimizi daha önce bahsettiğim görevlendirmeye gönderdiler maalesef. Kaldık 5 kişi. 2007 den beri emeklilik vaadiyle (dip notu burada vermem lazım, emekli olsun olmasın, benim umurumda değil aslında. Bana ne faydası var ne zararı. Kendi bilecekleri iş. Ama her sene emekli olacagiz diye hiçbir görevi kabul etmemek ve her sene için yapılan toplantılarda çok ihtiyacımız varmış gibi sözler vermek, yeminler etmek işin içine girince işler değişiyor) bizi kandırıp (!) 2010 u da çıkartacaklarını düşündüğüm iki dinazor meslektaşım bana göre sırf nöbet mevzusundan, bir hafta ben bir hafta kocam şeklinde izin almaya başladılar. Aslında sayımız 4 e düşünce de nöbet tutmak zorunlu. Ama işin içine bu meslege yillarini vermiş, özellikle benim geliş tarihim olan 2002 den beri her görevi üstlenen (!) amirimiz de nöbet listesine katılmak zorunda kalacağı için başhekimle görüşmeye gitti. Artık ne görüştülerse nöbetler birden iptal oluverdi. Hayırlısı olsun ne diyeyim.

Sonracıma Dan Brown’ın son kitabı Kayıp Sembol’u okudum. Tarz aynı evet, ama özellikle başlarda acaip heyecanlı geldi bana. Pırr diye bitiverdim o yuzden. Ama sonunu begenmedim. Bir sey aciklanmadi ki..

Sonunda Adam Fawer’in Olasılıksız’ını da okudum. Ben Kayıp Sembol’e gömülmüşken Badem de Olasılıksız’a gömülmüştü. Aynı anda bitirdik :) Bitirince benim çok seveceğimi söyledi, ben de hızımı alamamışken hemen başlayayım dedim ve onu da pır diye bitiriverdim. Epeydir böyle zevkle kitap okumamıştım. Çok begendim. Ve kitapla ilgili tam olarak bilgim yoktu. Şöyle ki, detaylı yazıları bilerek okumamıştım. Kimi felsefik demişti, kimi başka şeyler demişti. Merakımı uyandırak kadarını okudum yorumların. O yüzden kitabı bitirince, aslında başladığımda bile, yorumların kişiden kişiye ne kadar değişebileceğini fark ettim (biliyordum da bir kez daha anladım diyelim :) ). Zevk meselesi elbette. Ama ben çok beğendim. Bana biraz Final Destination serisini hatırlattı. Şimdi de Empati’ye başladım.

Şimdilik böyle :) Yazmak güzel…

12 Şubat 2010 Cuma

Yeniden :)

Çok filmler seyrettim. Kimisi aklımda, kimisini çoktan unuttum. Çok şaşkınlıklar yaşadım, kimine çok kırıldım, kimini çoktan unuttum. Mutlu şaşkınlıklarım da oldu tabi..

Ara verdiğim süre zarfında film seyredip yatmaktan başka hiçbir şey yapmadım desem yeridir. Filmleri de yattığım yerden seyrettim zaten. Ara verip de uzun zaman geri dönemeyenleri çok iyi anladım. İnsan bir kere bırakınca ipin ucunu nereden yakalayacağını bilemiyor bir türlü. Bende de öyle oldu. Nereden başlayacağımı bilemedim, bir ara hevesim de yoktu nedense.

İş yerimizde her sene olan beklendik gelişmeler oldu. 2 meslektaşım görev dağılımının yapıldığı her aralık ayında olduğu gibi bu sefer emekli olacakları gerekçesiyle hiçbir göreve kendilerini yazmadılar. Yine kalan 4 kişi arasında görevlendirmeler yapıldı. Ona alıştık zaten de, bu sene kötü olarak, kafa sayılıp sayımız fazla bulunduğu için il hastanesine destek amaçlı geçici görevlendirme yapıldı. Emeklilik haberi (!) vs ile sayımızın azalacağı söylense de ortada resmi bir dilekçe olmadığı için itirazımız kabul görmedi :( Henüz giden de olmadı gerçi ama eli kulağındadır.

Tuna’cım büyümeye devam ediyor. Annesi de sağolsun aklına esip gelmediği, çoğu davetimize de olumsuz yanıt verdiği için eskisi kadar sık görüşemiyoruz. Burayı şikayet kapısı mı yapsam acaba? Ama o zaman her gün yazmam gerekirdi :))))

Yıllar yıllar önce (!) Sunshine Cleaning diye bir film seyrettim. Benim çok hoşuma gitti. Belki de çoktan seyretmişsinizdir. Beğendiğim olarak aklımda kalan Man Who Hates Woman var. Aslında orijinal ismi bu değil ama kendi ismini hatırlamam da mümkün değil. Rus filmiydi yanlış hatırlamıyorsam.

Sonra Hurt Locker diye bir film vardı. Bomba imha uzmanlarının Irak’taki durumlarını gösteren bir filmdi ama öyle sonunda falan ne oldu hiç hatırlamıyorum. Sonunda uyumuş bile olabilirim! Gerçi uyuduysam ertesi sabah kalkıp devamını seyrediyorum genelde ama yine de hatırlayamadım sonunu.

Sonra Towelhead’ı seyrettik. Çok güzel bir filmdi. Güzelden kastım ne tabi. Aslında çok rahatsız edici bir filmdi. Ama sadece fikir olarak. Yoksa filmde görüntü olarak sizi rahatsız edebilecek bir bir sahne bile yok. Burada da yönetmene kocaman bir alkış gönderiyorum. Film cinselliği keşfeden ve bu süreç içinde komşusu tarafından tacize uğrayan genç bir kız hakkında. Bu tacizi kızın ve adamın yüzlerinden vs anlayabiliyorsunuz ama aslında kamera çoğu yerde kızın omuzlarının altına bile inmiyor. Üzerinde atlet falan varsa da belden aşağısına inmiyor. Yani hakkaten yönetmeni de oyuncuları da tebrik etmek lazım.

Sonra Brothers Bloom’u seyrettik. Başları çok daha eğlenceli ve değişikti. Ama bir yerden sonra sıkıcı olmaya başladı benim için. Sonunda ne oldu onu da hatırlamıyorum. Ama kızmayın bana. Üzerinden zaman da geçti, çok net hatırlayamamam normal olmalı. Filmler de üst üste geldi çünkü. Beynim de şaşırdı napsın :)

Pijama, iç çamaşırı vs gibi şeylere ihtiyacı olan arkadaşlar varsa pentide çok güzel indirimler var bu arada haberiniz olsun. İnternet adresinden detaylı bilgi edinebilirsiniz.

Bu ayın sonunda hava müsaade ederse Ankara’ya gideceğiz. Geçenlerde bir İstanbul ziyaretimiz de oldu aslında. Ama ben biraz keyifsizdi. Ablamlara gidip yattım desem yeridir. Yaptığımız adam akıllı şey herhalde Avatar’ı seyretmek oldu. Güzeldi gerçekten. Benim ve Badem’in ilk üç boyutlu film tecrübesiydi. İlk başlarda gözlüğü taktığımda epey başım döndü itiraf etmeliyim. Hatta film sonrasında da çok başım ağrıdı. Ama bazı sahnelerdeki örneğin kar yağışını sanki üzerinize yağıyormuş gibi hissetmeniz, silah size doğrultulmuş gibi namluyu burnunuzun ucunda görmeniz falan hakikaten çok güzeldi. Konu olarak kötü insanoğlu dünyasını mahfetmiş yine ve yeni dünya arayışında. Gittikleri gezegeni de yine altını üstüne getirme çabasındalar dolayısıyla yerli halkla savaş içine giriyorlar falan filan. Yine de güzeldi. Na’vi’leri çok sevdim ben :)

İstanbul’dayken janım eniştecim de film açtı bize evde. Zombieland’i seyrettik. Ablam zombi filmi seyredemem ben korkarım dediğinde çok güldüm. Harbiden korkutucu bir zombi filmi hatırlayamadım çünkü. Benim seyrettiklerim hep komik ve salak zombi filmleri oldular. Bu film de öyleydi. Sonuç : Zombiler korkutucu değil komik oluyorlar :)

Neyse açılış için bu kadar yazı yeter sanırım. Ufak ufak alıştırmaya çalışacağım :)

10 Şubat 2010 Çarşamba

Çınar geliyoooooor :)

Buradayım buradayım :) Teşekkür ederim ilginize. Hepinizi de çok özledim. Yazılarınızı okuyup hayatınıza tanık olmayı ve hayalgücünüzün ya da gerçekliğinizin bir kısmından da olsa hayatı paylaşmayı özledim sizlerle :)

İyi haberlerim var, kötü haberlerim geçmişte kaldı çok şükür. Aslında bir yazı hazırlamıştım günlük mevzularla ilgili. Ama bunu paylaşayım önce istedim. Hakkaten Çınar geliyor. Aslında Ege Çınar. Ha belki önümüzdeki aylar içinde değişebilir isim mevzusu ama şimdilik bu şekilde. Liseden beri isim belliydi bende :) Bakalım asıl Çınar gelecek umarım hayatımıza. Ben de kıyısından köşesinden harbi Çınar'ım ama tabi :)

En kısa zamanda tekrar yazacağım! Hepinize çok teşekkür ediyorum :)