30 Nisan 2010 Cuma

İZNE AZ KALA

İnanılır gibi değil. Önümüzdeki hafta izne ayrılabiliyorum normalde. Zaman ne kadar da çabuk geçmiş. Aslında hem çabuk hem de yavaş her zamanki gibi :) Hak etsem bile hemen izin almayı düşünmüyorum. İş yerinde yeterince sıkıldım aslında. İşlerim eskisi gibi yoğun olmasa da gidip gelmek sıktı artık beni. Muhtemelen “ayrılabileceğim” düşüncesi kafamda dolanıp durduğu için. Nisan başında işleri başka bir arkadaşa devredebildim sonunda. Aslında diğer iş için sorumluluk verilecekti her halukarda bana (diğer meslektaşlarım emekli olacağı için!) ama hamilelik nedeniyle vazgeçildi. 5 haftayı doğum sonrasına aktarmak için rapor düzenleteceğim önümüzdeki hafta.

Havaların düzelmesini iple çekiyorum. Hem psikolojik olarak ihtiyacım var hem de elbise ve terlik giymek için ölüyorum resmen. Sabahları soğuk oluyor. Hala sis var burada ya. Sabah pencereden her baktığımda inanılmaz bir hayal kırıklığı ve sinir krizi yaşıyorum :( Bir de zaten ayaklarım falan şişmeye başladı. Terlikel çok rahat ediyorum o yüzden. Güneş yüzünü gösterdiğinde de hemen terlemeye başlıyorum. Bir soğuk bir sıcak ben de anlamadım. Hormonsal sanırsam..

Kitaplardan bahsederken Sait Faik Abasıyanık’ın Kumpanya’sından bahsetmeyi unutmuşum. Onu da okudum. 100 sayfalık kitap zaten. İncecik. İçinde 3 farklı hikaye var. İlki kitaba ismini de veren Kumpanya. En güzeli de oydu zaten. Kendi çaplarında tiyatro yapmaya çalışan bir grup insanın sağdan soldan para bularak yola çıkması, oyunculardan biri olan genç bir kıza önce tiyatro müdürünün sonra baş aktörün aşık olması, sonrasında kızın ikisini birden atlatıp başka bir oyuncuyla kaçması arasında geçenler gayet güzel okunabiliyor. Yalnız sonrasındaki hikayeleri anlamadım ben yahu :))) Hele son hikayeden hiçbir şey anlamadım.

Bugün babamın başına çok ilginç bir şey geldi. Babam kredi kartlarından oldum olası korkmuştur zaten. İnsan biraz da korktuğu için mi böyle şeyleri başına çeker, yoksa böyle şeyler hep dürüst insanların mı başına gelir bilmiyorum. Babamın arkadaşlarından biri HSBC’den kredi almış vakti zamanında. Hiç harcama yapmamış ama kartı iptal etmeyi de ihmal etmiş. Bir gün epey yüklü bir borçla dayanmışlar kapısına. Çok çekmiş o da. Nasıl halletti falan sonrasını hiç bilmiyorum ama babam da böyle şeylerin kendi başına gelmesinden korkardı işte hep. Bugün cüzdanını karıştırırken hiç kullanmadığı bir kredi kartı daha olduğunu fark etmiş. Banka aynı banka. HSBC! Gidip iptal ettireyim diye düşünüp bankaya gitmiş. Ve ne demişler dersiniz? 5 yıl önce bir alışveriş yapılmış ve ödenmemiş. Üzerinden çok zaman geçtiği için de babamı icraya vermişler. Ama elimize ulaşan ne bir fatura var ne de icra mektubu. Tabi babam tutuştu birden. Bir de o kart üzerinden ablama ek kart çıkartılmış yıllar yıllar önce. Görüşmeler sonucunda alışverişi ablamın yaptığı ama 150 tl’lik borcun tamamını ödeyerek kartı iptal ettirdiğini öğrenebildik. Bu gerizekalı bankaya göreyse o 150 liranın küsüratı ödenmemiş görünüyormuş. Artık 1 kuruş mu şimdiki parayla 2 kuruş mu onu söylemiyorlar. Ama işte o kuruş 5 senelik faizler sonucunda 100 tl’ye ulaşmış. Halbuki kuruş bile olsa borç göründüğü taktirde kart kesinlikle iptal ettirilemez. Ben vadesiz hesabımı bile kapattıramamıştım sırf bu yüzden vakti zamanında. Ödenmiş borcun küsüratının borcu nedeniyle icralık olmuşuz yani olacak iş mi? Dedim ki millet milyarları götürür, milyarlarca borçlanır da kimseler dokunamaz onlara nedense, bizim kuruşluk borçla sadece bizim gibiler icraya veriliyordur herhalde!

Neyse sonuçta babam gitti ve ödedi 100 tl yi. Ve de az bir borçla yırttım diye çok sevindi. Aslında kendi hatası değil ama memleketim insanı bu hale getiriyor işte. İnsan suçsuz olduğuna emin olsa bile yırttım diye seviniyor sonunda :) Canım babam benim :)

Lie To Me’de ilk sezonu bitirdik. İkinci sezonun da ilk 3 bölümünü seyrettik şu ana kadar. Dr. Lightman karakterini canlandıran Tim Roth’un insanları dinlerken ağızlarına girecek kadar yaklaşıp bir omzunu indirerek durması biraz tuhaf olsa da sevdik biz bu diziyi.

Fringe de çok güzel gidiyor. Bu sezon daha da heyecanlı. Peter’ın hayatındaki sır perdesi açılıyor yavaşça. Velhasıl bilimkurguyu çok seviyorum :)

27 Nisan 2010 Salı

NINJA ASSASSIN (2009 - 6,4)



(görsel buradan alınmıştır)

Bu film hareketli ve kanlı dedi Badem tanıtım girerken. Sen seversin dedi :) Sevdim de :)))

Filmde acaip bir ninja olan Raizo’nun (Rain ve Sung Kang) geçmişine göz atıyoruz. Raizo, daha küçücük bir çocukken Ozunu Klanı tarafından sokaklardan alınıp ninja eğitimine başlanıyor. Raizo çok başarılı çıkıyor ve kimsenin alt edemediği bir ninja haline geliyor. Ama Ozunu Klanının kurallarının ona uymadığını fark ettiğinde, ki bu da sevdiği ve onunla aynı eğitimi alan kızın klan tarafından öldürülmesidir, kaçar ve kendi başına hareket etmeye başlar.

Öte yandan Berlin’de birçok cinayetin efsane olarak görülen Ozunu Klanı’yla bağlantısı olduğunu düşünen ajan Mika (Naomi Harris) dosyalarda derinlere indikçe örgütün yeni hedefi haline gelir. Ama Raizo onu kurtaracak ve klana karşı savaşmaya devam edecektir. Elbette ki birinden biri ölene kadar.

Film bence güzeldi. Biraz fazla kanlıydı. Öyle başların kan fışkırtarak kesilmesi, bağırsakların deşilmesi falan gibi görüntülere katlanamıyorsanız hiç seyretmeyin baştan uyarayım. Ama sizi etkilemiyorsa, heyecan ve aksiyon dolu bir film sizi bekliyor :)

Yönetmen James McTeigue'yi daha önce Matrix Revolutions, Matrix Reloaded, Matrix, Star Wars II : The Attack of Clones gibi harika filmlerin yardımcı yönetmeni koltuğunda gördük. The Invasion ve V For Vendetta'nın da yönetmen koltuğunda gördük. Seviyoruz kısacası :)

26 Nisan 2010 Pazartesi

Of Ben Of :)

Ben yazdıklarımı yayınlayana kadar ohoooo, Harper’s Island’ı bitirdim, bu sefer de ablamların ve sevgili Çakılımın tavsiyesi üzerine Lie To Me’ye başladım bile :)

Harper’s Island güzeldi, ama böyle ne bileyim bir Dexter, Six Feet Under, House M.D. ya da şu an aklıma gelmeyen diziler kadar içine çekmedi beni. Çok büyük bir heyecana kapılıp seyremedim. Karakterler birçok salaklık yaptılar çünkü :) O da beni sinir etti. Henry’nin yapmacık gülüşü baştan beri sinir ediyordu beni. Abby desen eblek eblek bakıyor sürekli. İşte bir dizide karakterleri sevmeyince dizinin de içine giremiyorum. Sonuna da sinir oldum işte hıh! :)

Lie To Me eğlenceli geldi. İnsanların yüz hareketlerine bakarak nerede yalan nerede doğru söylediklerini anlayabilmek süper bir şey bir kere. Fikri bile güzel. Daha 3. bölümde biz bile “aha, yalan söylüyor” diyebildik mesela bir kadın için. Dizide tabi. Gerçek hayatta yapılabilir mi bilmiyorum. Zira dizide görüntüleri dondurup iyice anlattıkları için anlamak kolay oluyor :) Tim Roth da zeten çok sevdiğimiz biridir. Süper rol yapar bana göre. İşte sevilen karakerlerle dizi çekmenin avantajı! :)

28. hafta içine girmiş bulunuyorum. Tabi acaba siz bunları okurken kaçıncı haftada olacağız kimbilir. Çok tembelim hihoyt :) Vallahi son zamanlarda aklım da beş karış havalarda zaten. Bu çocuk bende akıl bırakmadı şimdiden. Hafızam falan zaten berbat. Dün iş arkadaşlarımdan biri ameliyat oldu. Ameliyathaneye girmeden göreyim diye karşı binaya doğru yola çıktım. İş yerindekilere de dedim ki, her şey hazır olunca ben sizi ararım öyle gelirsiniz. Elbette unuttum ve aramadım. Neyse ameliyata girince geri geldim tabi masama. Utanç içinde :) sonra da çıkışına gideyim dedim. Tabi yine çıktığı zaman ben sizi ararım sözüyle birlikte. Yine unuttum. Bundan sonra söz vermek yok :) Ama elimde değil gerçekten unutuyorum..

Tuna’cım büyüyor. İlk dişi bile çıkmış. Ben henüz göremedim gerçi. Anneciği ona güzel bir blog da hazırlamış. Anne-bebek bloglarına bir yenisi daha eklendi anlayacağınız. Bol bol fotoğraf ve deneyimlerini de koymuş arkadaşım. Beğeneceğinize eminim.

Sonracıma Empati’yi bitirdim. Adam Fawer’ı seviyorum ben. Sevdim daha doğrusu. Bu okuduğum ikinci kitabı ne de olsa. Olasılıksız’ı da çok beğenmiştim. Empati de şöyle bir sorun oldu. Sonundan hoşlanmadım. Ama son ana kadar çok değişik ve heyecanlı geçti. Değişik derken, Heroes dizisine benzettiğimden bahsetmiştim sanırım daha önce. Tabi karakterlerin özellikleri Heroes’daki kadar binbir çeşit değil. Hepsininki empati adı altında toplanabiliyor burada. Biri renklerle görüyor duyguları, biri kokularla, biri müzik duyuyor vs. Sonuç olarak ben beğendim ve okumanızı tavsiye ediyorum.

Şimdilerde Jerzy Kosinski’nin Kör Randevu’sunu okuyorum. Sevgili 7. Oda’nın tavsiyesi ile aramaya başlamış ama internet sitesinde ne 7. Oda’nın ne de sevgili Vladimir’in bahsettikleri kitapları bulamayınca aynı yazarın bu kitabını almıştım. Kitap 304 sayfa ve ben şu an 82. sayfadayım. İlk kitap olarak çok doğru bir tercih olmadığını söylemeliyim. Çünkü kitapta beğendiği kızlara tecevüz eden ve saldırıları hep arkadan yaptığı için yüzyüze gelmeyen ve bu nedenle Kör Randevu ismi takan bir sapık var! Kitabın ilerleyen sayfalarında neyle karşılaşacağım bilmiyorum elbette.

Rec’in ve Descent’in ikinci filmleri çıkmış. Badem heyecanlı ama ben şu an için seyretmeyi uygun görmedim. Zaten uykum kaçıyor sürekli ayaktayım geceleri. Karanlıktan da hiç hoşlanmam. Badem horul horul uyurken karanlıkta bir de aklıma korku görüntülerini getirerek kalakalmak istemiyorum :)

HARPER'S ISLAND (2009 - 7,3)

Sonunda sevgili 7. Oda’nın tavsiyesiyle Harper’s Island’a başlamış bulunuyorum. Dün bir oturuşta 5 bölümü de bitirdim. Zaten anladığım kadarıyla tek bir sezon var. Devamı olacak mı bunların 7. Oda?

Henry (Christopher Gorham), çocukluk aşkı Trish (Katie Cassidy) ile evlenmek için seneler önce terk ettikleri Harper adasına gitmeye karar verir. Bunun için yine adadan ayrılmış olan Henry’nin en yakın arkadaşı Abby (Elaine Cassidy) ve birkaç arkadaşı daha teknede parti yaparak adaya geçerler.

Adada 7 sene önce Wakefield adında biri 6 kişiyi öldürmüştür. Abby’nin annesi de kurbanlar arasındadır. Ama arkadaşı için adaya geri döner 1-2 günlüğüne de olsa. Her şey düzeldi, adada yaşam eskisine döndü diye düşünseler de insanlar teker teker ölmeye başlarlar.

Filmin başlangıcında “one by one (birer birer)” diyor küçük bir kız. O lafı duyunca aklıma Agahta Christie’nin On Küçük Zencisi geldi. Belki bir başkası da benzetmişti daha önce ve ben okumuştum. Oradan da kafamda canlanmış olabilir, emin değilim. Ama seyrettikçe de değişmedi fikrim. Her biri teker teker ölecek, katil de aralarından biri çıkacaktır işte :)

24 Nisan 2010 Cumartesi

LIFE, 2009

Bu belgeseller harika. Hele bir de görüntü yüksek çözünürlükte ise hakikaten bir görsel şölen. Sineklerin gözlerine kadar her ayrıntıyı görebiliyorsunuz görüntü küçükse bile.

İçerik zaten harika. Seyrederken sürekli olarak bilimkurgu filmi seyrediyormuşum gibi hissettim. Dünya üzerinde olup da görmediğimiz, duymadığımız ve hatta bilmediğimiz o kadar çok canlı türü var ki. Filmlerde görsem şaşırmam. Hayalgücü ne tuhaf ve güzel diye düşünürüm. Ama bütün hepsinin gerçek olduğunu bilerek seyredince insan şaşırmaktan alamıyor kendini. Kısacası mutlaka seyretmelisiniz bence.

Her bölümün sonunda bazı özel sahnelerin nasıl çekildiğine dair 10'ar dakikalık görüntüler de mevcut. Daha önce seyrettiğimiz Planet Earth belgeselleri gibi bölüm bölüm bu belgeseller de. Böcekler, memeliler vs gibi toplam 10 bölüm var. Her biri ayrı güzeldi. Dünyamız hakkında görmemiz gereken çok şey var. Çoğu şeyin de henüz keşfedilmemiş olduğunu düşününce insan çıldırıcak gibi oluyor bazen.

İyi seyirler.

22 Nisan 2010 Perşembe

The Imaginarium of Doctor Parnassus (2009 - 7,3)



(Görsel buradan alınmıştır)

Bu film yeniymiş meğer. Yani gösterime yeni giriyormuş meğer. En azından ülkemizde. Biz bir-iki hafta kadar önce seyrettik sanırım (aslında 1 aydan fazla olmuştur şimdiye kadar). Badem sayesinde bir sürü film seyretmiş oluyoruz. Dün Uzunbacak’la da konuşurken itiraf ettim, Badem olmasaydı film seyretmeyi çok sevmeme rağmen sanırım bu kadar fazlasını seyredemezdim tek başıma. İyi ki varsın canım benim! :)

Filmin fragmanını seyrettim bu sabah tesadüf. Çok cezp edici görünüyor. Değişik bir ortam, kostümler, manzara vs. Fena değildi film. Ama fragmandaki kadar ilgi çekici değil bence. Son zamanlarda da aman aman beğendiğim bir film olmadı sanırım. İyice gıcık bir insan olmaya başlamışım!

Filmin en önemli tarafı Heath Ledger’ın son performansını seyretme şansımız olması bence. Aslında ben son performans olarak Dark Knight’ı biliyordum ama meğer buymuş. Dark Knight’ın çekimleri Ledger ölmeden bitebilmiş. Bu film bitmeden öldüğü için rolünü Johnny Depp, Jude Law ve Colin Farrell tamamlamış. Onlar da hoşluk katmışlar bence filme.

Filmde arabasıyla şehir şehir dolaşıp gösteri yapan yaşlı adam Dr. Parnasus (Christopher Plummer), kızı Valentine (Lilly Cole), Anton (Andrew Garfield) ve bir cüce var. Dr. Parnasus’un görevi insanların hayalgüçlerinden yararlanarak onlara farklı dünyalar sunmak. Tabi ki kısa bir süreliğine. Diğer insanlarsa sadece dekor :) Bir gün köprüden iple sarkıtılarak asılmış bir adama, Tony (Heath Ledger) rastlarlar. Adamı kurtardıktan sonra adam da onlarla birlikte dolaşmaya başlar. Her şey yolunda giderken bir gün Dr. Parnasus beklediği kötü sonla karşılaşır. Meğer o, yıllar önce şeytanla anlaşma yapmışmış. Şimdi de ödeşme vakti gelmiştir. Dr. Parnasus sonsuz yaşam karşılığında kızı 16 yaşına geldiğinde kızını ona vereceği konusunda anlaşma yapmıştır. Ama artık bunu istemez. Tony de ona yardım edecektir.

Filmde sihirli bir ayna var. Aynanın diğer tarafına geçtiğinizde hayalgücünüzle bağlantılı olarak farklı bir dünyaya geçmiş oluyorsunuz. İşte Tony'i canlandıran diğer aktörlerle de bu dünyalarda karşılaşıyoruz.

Heath Ledger'ı en son Dark Knight'ta seyretmiş ve hayran kalmıştık. Seneler senesi seyrettiğim Dawson's Creek'te Jen rolüyle (bizdeki Mine) sempatimizi kazanan Michelle Williams'ın da kocası ve çocuğunun babası olmasıyla da dikkatimizi çekmiştir. Elbette bizde özellikle ismiyle de çok dikkat çeken Brokeback Mountain'da (2005), The Brothers Grimm'de (2005), Monster's Ball'da (2001) ve daha birçok filmde rol almıştı.

Johnny Depp'i ise 21 Jump Street dizisiyle tanıdık diyebilirim. Aslında ondan önce Elm Street'te oynamış ama filmi diziden daha sonraki senelerde seyrettiğim için sonradan haberim oldu :) Malum film çekildiğinde ben 6 yaşında falan idim :)) Sonra da onu hep değişik filmlerde seyrettik. Şimdilerde Johnny Depp deyince aklımıza ilk gelen isim Tim Burton olmalı. Edward Scissorhands, Arizona Dream, What's Eating Gilbert Grape, Ed Wood, Don Juan DeMarco, Donnie Brasco, Fear and Loathing in Las Vegas, Ninth Gate, The Astronaut's Wife, Sleepy Hollow, The Man Who Cried, Chocolat (hmmm :) ), Fom Hell, Secret Window, Finding Neverland, Charlie and the Chocolate Factory, Sweeney Todd : The Demon Barber of Fleet Street seyrettiğimiz diğer filmleri. Tabi ki Pirates Of The Caribbean serisindeki Kaptan Jack Sparrow rollerini de unutmamak gerekir :)

Jude Law yine karşımıza çıktı işte :) Ama iyi ki de çıkıyor. Beyaz perdeye çok yakışıyor bence :)

Colin Farrel 2003'te Al Pacino'yla oynadığı The Recruit'le ses getirdi. Aslında daha öncesinde Hart's War, Minority Report ve Phone Booth gibi filmlerde de oynamıştı. Daha sonra Daredevil, S.W.A.T., Alexander, The New World, Miami Vice, In Bruges (Bu film de güzeldi tavsiye ederim), Pride and Glory gibi filmlerde oynadı.

Christophe Plummer yaş itibariyle de en uzun filmografiye sahip olan kişi elbette burada. 1953'lerden beri oynamış olduğu filmleri saymakla bitmez ama en aklımda kalanlar 1980 yapımı Somewhere in Time (Bunu da sevgili evvelzamaniçinde'nin tavsiyesi üzerine seyretmiştim), Star Trek, Twelve Monkeys, The Insider, A Beautiful Mind. Alexander ve New World'de Colin Farrel'la yine buluşmuşlar :)

21 Nisan 2010 Çarşamba

Weather Girl (2009 - 6,0)



Digiturkumuz iptal oldu sonunda. Zaten geçen seneye kadar da almamıştık. Ama geçen sene kamuya acaip bir indirim yapmışlardı. Badem de maç falan sevdiği için hadi alalım demiştik. Nisan’ın 2 sinden beri yok digiturkumuz. Kablolu da yok. Yani bir televizyonda var da, salondakinde hiçbir şey yok şu anda :) Dün de normal kanallardan birinde voleybol maçı olunca Badem sana romantik bir film koyayım ben de maç seyredeyim dedi. Weather Girl ile de bu şekilde tanışmış oldum.

Seyrederken sıkılmadım ama çok gerekli bir film olarak da görmedim. Badem getirmeseydi benim ille de seyredeceğim diye bir talebim olmazdı öyle söyleyeyim :)

Konusuna gelince, bir kanalda hava durumu sunan Slyvia (Tricia O'Kelley), aynı kanalda haber spikeri olan Dale’in (Mark Harmon) kendisini aldattığını öğrenince canlı yayına geçtiklerinde Dale’e ağzını geleni söyler ve sonra da kameralara dönerek durumu açıklar. Sonra da çeker gider. Ama o günden sonra herkes Slyvia’yı tanımaya başlar. Bu olay ona belli bir ün kazandırmış olsa da o işinden ve sevgilisinden olmuştur aslında. Başı eğik, mecburen erkek kardeşi Walt’un (Ryan Devlin) yanına taşınır. İlk gün Walt’ın arkadaşı Byron (Patrick J. Adams) ile de karşılaşır. Byron da Slyvia’yı ve kendini kaybedip Dale’e yüklenişini internette seyretmiş ve kadını çok hoş bulmuştur. Gördüğü ilk andan itibaren Slyvia’ya yazmaya başlar. Ama kadın karşılık vermez başlarda. Sonra kaybedeceğim ne var ki düşüncesiyle Byron’la birlikte olmaya başlar.

Slyvia ilişkilerinde hiçbir duygusallık ve beklenti olmadığına dair Byron’la anlaşma yapmış olsa da Byron ilk zamandan beri Slyvia’dan hoşlanmaktadır. Gel zaman git zaman Slyvia’nın ünü iyice artar. Eski çalıştığı kanal bu durumda onunla tekrar irtibata geçer ve bu sefer haber spikeri olarak işe başlamasını isterler. Dale de çok üzgün olduğunu ve yeniden başlamak istediğini söyler. Slyvia’nın cevabı evet olur ikisine de. Walt ve Byron şaşırırlar ilkten. Ama Slyvia kamera önünde kendini kaybetmesiyle ünlenmiştir bir kere :)

Tricia O'Kelley'i daha önce bir sürü dizide görmüş olabiliriz. Birçoğunda birer bölümde bile olsa rol almış çünkü. Get Real, Suddenly Susan, Malcolm in the Middle, Gilmore Girls, CSI, Two and a Half Man bunlardan birkaçı.

Patrick J. Adams'la ise yine Lost, Without a Trace, Lie To Me gibi severek seyrettiğimiz dizilerde görmüşüz.

2 Nisan 2010 Cuma

Sherlock Holmes (2009- 7,6)



Bu filmi seyretmeyi uzun zamandır istiyordum aslında. Ama çok da beklediğim gibi çıkmadı itiraf edeyim. Holmes’un insanın yüzüne bakar bakmaz donuna kadar açıklaması karşısında insanların şaşırmasını seyretmek keyifliydi. Ama ben biraz daha atraksiyonlu bekliyordum sanırım. Görüntüler de güzeldi. Bir de tabi Jude Law, efendime söyleyeyim Rachel McAdams gibi güzel oyuncuları seyretmek güzel oluyor :)

Filmde Sherlock Holmes ve yardımcısı Watson, kötü adam Blackwood’un peşine düşüyor. Başta kaçırdığınız bazı detaylar da film boyunca aralıklarla karşınıza çıkıyor. Blackwood’un mezarından nasıl çıktığı ya da insanları nasıl öldürdüğü gibi.

Sherlock Holmes rolünde seyrettiğimiz Robert Downey Jr.’ı bir sürü filmde seyrettik. Sanırım en son Iron Man’de bahsetmiştim.

Jude Law’dan ise en son My Blueberry Nights’ta bahsetmiştim.

Rachel McAdams’ı en son Time Travelers’ Wife’da (Zaman Yolcusunun Karısı) seyretmiştik en son. Beğenmiştim o filmi. Henüz seyretmediyseniz tavsiye ederim. Filmde Eric Bana eşlik ediyordu ona. Ondan önce de The Lucky Ones’da (Şanslı Olanlar) seyretmiştik ki o da bence güzel bir filmdi. 3 askerin eve dönüşünü anlatan keyifli bir filmdi.