30 Mayıs 2009 Cumartesi

Çınaraltı

Ve sonunda sezonu açıyoruz sayın seyirciler :) Bu öyle bildiğiniz karpuz kabuğu sezonu değil ama. Her cumartesi (ve genelde pazarları da) çınarda yaptığımız kahvaltı sezonunu açıyoruz sonunda. Aslinda bu sene de çınara gidip oturduk epey. Ama sabah kalkıp da kahvaltı için gitmedik henüz. Havalar o kadar da ısınmamıştı. Artık oldukça sıcak ve yarın nöbet çıkışı, evet bir Cuma daha nöbetçiyim, yürüyerek işten çıkacağım. Önce markete gidip canım bir şeyler istiyor mu ona bakacağım, oradan hemen yakındaki fırına gidip ağzınızı sulandırmak gibi olmasın çıtır çıtır simit alacağım. Buraların simidi de öyle büyükşehir simitleri gibi olmaz. Hakikaten çok leziz ve çıtır olurlar. İşte onlardan alıp meşhur Çınaraltı’mıza gidip masalarımızı ayarlayacağım. Herhalde o vakte kadar da Bademcimle Uzunbacaklar hazırlanmış olacaklar ve yanıma gelecekler. İşte güneşli bir günde iş yerine tıkılı olmanın beni çok da sıkmamasının güzel nedenlerinden biri :)

Sonracıma bu aralar gerçekten çok yorgun hissediyorum. Çocuklar için yeni bir hastalık ismi bulmuşlar. Belirtisi olan ama hiçbir hastalıkla tam uymayan bir durum varsa 5. mi 6. mi ne hastalık diyorlarmış. Sebebi belli değil yani :) Hani büyükler için de isimlendirilemeyen her olumsuz durum için psikolojik, bu mevsimde de bahar çarpmıştır denir ya, hah işte ben de ondan oldum sanırım :) Yani böyle ayaklarımı görseniz, tabi aslında bir bakışta ayaklarımdan anlaşılmıyor da, alışverişi bile canı istemeyen benden anlaşılıyor. Böyle sürekli oturasım ya da yatasım var. Her şeye üşeniyorum. Sürekli yorgunum. Biraz zorlamaya çalışıyorum kendimi hareket etmek için. Bazen oluyor ama bazen de ı ıh…

Dün International diye bir film seyrettik. Şimdi oturup anlatmak isterdim ama gene kendi kendime çok sinirlendiğim bir şey yaptım. Arada bir yarım saat falan uyuyakalmışım. Filmin başı sonu belli ama arası yok. Bir ara seyredersem anlatacağım umarım. Böyle komplolu filmleri seven varsa tavsiye edebilirim ama. Tabi Naomi Watts da vardı, o bile seyretmek için yeterli bir neden aslında. Clive Owen’ı seven varsa, ki ben onu da severim, onlara da tavsiye ederim.

Saat 5 olmuş ühü :( Herkes giderken arkalarından bakmak da acı oluyor be…

Hamiş : Güneş dışarıda pırıl pırıl, gönlümüz huzur dolu, öyleyse içimizin kıpır kıpır olmaması için hiçbir sebep yok değil mi? O zaman hep birlikte dinleyelim. April March bu sefer de bizim için söylesin : Chick Habit :) Tarantino filmlerinden hatırlarınız. Bu arada alttaki yazıya da yanlışlıkla 30 saniyelik demo koymuşum yaaaa :))

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Geri Gelebileyazdım :)

Yine yazdım yazdım yayınlayamadım. Aradan zaman geçince de ne derler, zaman aşımına uğruyor anlatmaya çalıştığım şeyler. Heyecanını, bazen anlamını yitiriyor.

Kaldığım yerden devam etmek istiyorum aslında.

Ben yine iş yerindeyim şu anda :) Kulaklarımda beni Once’ın film müziklerine (ve hayat enerjime) bağlayan o ince kablolar. Hem mutluyum hem ürkek. Tuhaf bir hal bu.

Geçtiğimiz haftasonu İstanbul’a gittim. Babamın kontrolleri vardı. Aslında daha önceki işlemler ve kontroller için Ankara’ya gitmiştim. Şu yazımda bahsetmiştim hatırlarsınız. Geçen hafta halam by-pass ameliyatı olunca babam da kendisi için çok tedirgin oldu doğal olarak. Bizim bile şimdiden kendimizi sağlama almamız lazım aslında. Bu bizim sülalede genetik çünkü maalesef. Dedemi, dedemin kardeşini kalp krizinden kaybetmiştik vakti zamanında. Babanem de by-pass olmuştu 7-8 yıl önce. Babam gen bakımından şanssız. Ama konuyu bildiğimizden biraz da şanslıyız aslında. Yapılacak bir şey varsa şimdiden yaptırmaya çalışıyoruz. Velhasıl, halamın ameliyatı vesilesiyle de Alman hastanesine gittik bu sefer.

Babama radyoaktif bir madde enjekte ettiler. Önce normal halde sonra stresli halde röntgenini çekip rapor yazdılar. Çok şükür her şey yolunda çıktı. Geçen sene taktırılan stentlerin durumu gayet iyiymiş. Bu kontrolleri 6 ayda bir yaptırmak gerekiyormuş. Bu arada alman hastanesi de diğer özel hastaneler gibi kalp konusunda SGK’ya beleş. Kalp zaruri olduğu için her hastanede sigorta kapsamında oluyormuş. Yani özel sigortanız yoksa bile kalple ilgili tedavinizi istediğiniz bir hastanede yaptırabiliyormuşsunuz. Tabi yatarak tedavi olmanız gerekiyorsa yatak ücreti veriyorsunuz. Ya da biz bu sefer gittiğimizde 50 TL fark parası aldılar. Hastanede çalışıyorum ama insan başına gelmeyince bu tip şeyleri pek bilmiyor.

Cumartesi sabah bindim otobüse, 5’te. Çok erken saatte binince mola da vermiyor. 3,5 saatte İstanbul’daydım, süper oldu. Ablamla kahvaltı ettik önce güzelce. Sonra da çıktık Bağdat Caddesi’nde dolandık. Yalnız ben baya yaşlanmışım, ayaklarım çok ağrıdı ya. Ben ki gezmek olsun da çıplak ayak olsun durumundaydım düne kadar, ayaklarım beni oturmaya zorladı sürekli. Annem de hasta mısın diye sormaktan felak oldu kadıncağız. Velhasıl cumartesi ve pazarımız bu şekilde geçti.

Pazartesi de hastaneye git, Salı tekrar hastaneye gidip sonuçları al. Sonuçların verdiği rahatlıkla eve huzurla dön ve hazırlanıp yola çık. Aslında bugün de izinliydim ama işe geldim. Evde tek başıma oturasım gelmedi. Kalabalıktan çıkınca birdenbire yalnız kalmak hoşuma gitmiyor. Kalabalık sevdiğim bir kalabalıksa tabi ki.

Ha bu arada Pazar gününün süprizinden bahsetmesem olmaz. Çakılımla buluştuk :) Öyle bıcır bıcır ki kendisi, böyle sanki kırk yıldır tanışıyoruz, her şeyimizi biliyoruz, öylesi bir sohbet içine giriyoruz. Nasıl bir tesadüfle tanışmışız değil mi Çakılım? Çok özlemişim seni :)

Bir sürü yorumda bahsettim ama buraya da yazayım. Ben de okudum Elif Şafak’ın Aşk’ını. Cidden çok beğendim. Görümcemin Avustralya yolculuğumuz esnasında okuyayım diye aldığı hediyeydi bu kitap. Yolculukta okuyamadım anime seyretmekten :) Ama dönünce okudum hemen. Ertesi hasta ablamlar ziyaretimize geldiklerinde o da yanında bu kitabı getirmiş. O da okuyup çok beğenmiş ve ben de okuyayım diye bana getirmiş. Tabi ben çoktan okumuştum. Elif Şafak’ı ilk okuyuşumdu bu. Ve bu kitabını çok sevdim. Hem eski zamanlara götürüyor sizi, hem bugünde nefes aldırıyor. Kitabın içine girmemek mümkün değil. Tavsiyem olsun kitap arayışı içinde olanlara.

Şu anda da yine hediye bir kitap olan Cariyelikten Hasekiliğe Hürrem’i okuyorum. Tabi aslında bu kitap çok daha önce yazıldı ama bana Boleyn Kızı’nı hatırlattı.

Bu arada Osi’yi de yolcu ettik. İş bulan arkadaşımız oydu işte. Bu Cuma günü ev eşyaları da taşınacak. Çok yakın iki dostumuzu da bu şekilde uğurlamış olduk. Bir gün İzmir’de yeniden bir araya geleceğiz umarım.

Benden haberler bu kadar sanırım. Yazmayı özlemişim. Sizleri okumayı da :)

Hamiş : Her şey çok güzel olacak değil mi? Evet, evet güzel olacak. Kendimi sakinleştirmeli ve parlak gözlerle bakmalıyım hayata. Öyleyse Norah Jones bir kez daha sakinleştirsin mi beni ve sizi? Yumuşacık sesiyle bizim için söylesin o halde, Don't Know Why...

Mesela biz, mesela İzmir?

Uzun zaman geçti. Sanki yıllar oldu içimdekileri bu satırlara dökmeyeli. Daha önce yayınladıklarım hep eski yazılarım. Eskiden hazırlayıp da yayınlamaya bir türlü vakit bulamadığım yazılar. Kafam çok karışık bu aralar. Hem bizim hem arkadaşlarımızın hayatları bir tek günde öyle çok değişti ki…

Eşimin iş yerinde olumsuz gelişmeler oldu. Arkadaşlarımızın çoğu da eşimle aynı yerde çalışıyor. Belki televizyonlarda da duymuşsunuzdur, maaşlarda indirim yapıldı. % 5-10 falan da değil, neredeyse yarı yarıya bir düşüş oldu. Arkadaşlarımızdan biri iş buldu bile. Osmaniye’ye gidecek. Biz şaşırdık kaldık. Eşim iş arıyor şimdi. Ben de tayin isteyeceğim. Yani gidiyoruz bu şehirden. Çocukluğumun, ilk gençlik yıllarımın, evliliğimin neredeyse 4 senesini geçirdiğim, annemin babamın, yakın arkadaşlarımın da içinde bulunduğu bu şehri terk etme vakti geldi. Çok da eski olmayan bir zamanda buraları terk edip gitme isteğimden bahsetmiştim. Bu fikir hep vardı aklımızda. Buradan daha modern, daha temiz, daha güzel bir yerde yaşamak, çoluk çocuğumuzu da öylesi bir yerde yetiştirmek gibi bir dileğimiz vardı. Ama bu kadar çabuğunu beklemiyorduk.

Yine de her işte bir hayır vardır diye düşünüyorum, bu şekilde düşünmek istiyorum. Belki de vesile oldu bütün bunlar. Başka türlü gideceğimiz yoktu. Ha, burada keyfimiz mi yok, huzurumuz mu yok? Hepsi de var aslında. Ama burası küçük bir yer. İşe gitmek dışında yapılabilecek çok da bir şey yok sosyal faaliyet adına. Gitmek istediğim bir sürü kurs var mesela. Cam boncuk kursu, takı kursu, yağlı boya resim kursu, karakalem resim kursu vs. burada bir tek yağlı boya kursu var. O da mesai saatleri içinde. Emeklilerin ya da ev hanımlarının gidebileceği saatlerde.

Sonra burası deniz kenarı şirin bir ilçe ama deniz öyle pis ki, senelerdir giremiyoruz. Çocukluğumda hatırlıyorum da morarana kadar çıkmazdım sudan. Ama limanlar yapılalı beri giremiyoruz. Giren var da, pis olduğunu bile bile giremiyoruz biz.

Ne bileyim, İzmir’e taşınsak fena mı olur mesela? Tamam ailemi ve arkadaşlarımı geride bırakacak olmak çok korkutucu, hiç bilmediğimiz bir şehirde, tanımadığımız insanların arasında yeni bir yaşam kurmak fikri çok ürkütücü. Ama hayatımıza getireceği güzellikleri de düşünerek içimi rahatlatmaya çalışıyorum. Bu aralar baya karışık bir haldeyim anlayacağınız…

21 Mayıs 2009 Perşembe

Seyredemeyenler için

The Fall 25 Mayıs Pazartesi günü 20:45'te TV8'de. Bilginize.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Projektörümüzün Cenazesi

Gitmeden önce projektörümüzü öldürdüğümüzden bahsetmiştim. Almayı istediğimiz model de Türkiye’de 6000 TL olunca onu biraz erteleyelim, Amerikaya gittiğimizde yarı fiyatına alırız dedik (Amerikaya’da gideceğiz yaaa, Melih’le anlaştık, her sene bir yerde buluşacağız artık, çok mu hayal acaba bu?).

Onun yerine gittik yeni bir TV aldık kendimize. Sonra almamaya inat ettiğimiz Digitürk’ü de aldık. Sonra gittik üzerine bir de ses sistemimizi değiştirdik. Bakalım bunun sonu nereye gidecek? :)

Projektör yasımız nedeniyle filmlere bir müddet ara vermiş idik (Şu anda kulaklıklarım sayesinde iş yerinde mırıl mırıl Katie Melua dinliyorum, acaip güzel ya, ne kadar da yumuşacık bir sesi var, tavsiye ederim) (bir parantez daha lazım buraya, iş yerinde yazıyorum evet, ama nereye, word dosyasına yazıp onu kendime e-posta atıyorum, eve gidince de kopyala-yapıştır ile bloguma yazıp yayınlıyorum). İşte bu aradan sonra yeni televizyonumuzun gelişiyle filmlerimize kaldığımız yerden devam ediyoruz sevgili dostlar.

Ses sistemimiz yarın gelecek büyük ihtimalle. Onu deneme şansımız olmadı henüz ama televizyonumuzdan memnunuz. Düşünen varsa tavsiye ederiz (Samsung LE40A656A1F).

Bu arada neler seyrettim;

Bolt
Chuck’tan birkaç bölüm (buna da Melih alıştırdı)
Fringe 1. Sezon 6 bölüm birden
House M.D. (yeni sezonda epey ilerledik)
Let The Right One In
Lost (en son bölüm dahil son sezonun bölümleri)
Marley & Me
Meet The Robinsons (uçakta seyrettim) :)
Mentalist 1. Sezon 18 bölüm birden (Melih alıştırdı sağolsun, buna ilk sezondan başlamak lazım, Mentalist’i getirince ta Avustralya’da kulaklarını çınlattım bu arada Aysun’cum, çınladı mı? :))
Quantum of Solace
Slumdog Millionaire
The Curious Case Of Benjamin Button
Twillight

Bak aklıma yine bir şeyler geldi :) Tiyatromuz o kadar çok beğenilmiş ki tekrar oynamamız istendi. Biz de 6 nisanda yeniden sahneye çıktık :) İlkindeki kadar heyecanlı değildim ben. Bir de geçen gün bahsettiğim sağlık sorunumdan ötürü biraz moralim bozuktu. İlk seferki randımanı alamadım yani kendi adıma. Ama bu da beğenildi tabi. 12 Mayıs’ta bir de il merkezine gidip orada oynayacakmışız. Bakalım o nasıl olacak :)

Maeve BINCHY’nin son kitabı, Bu Yıl Farklı Olacak’ı hiç beğenmedim bu arada. Çok sıkıcı geldi nedense. Severim oysa kendisini. Bu kitapta istediğimi bulamadım.

Haaa, asıl haber (tabi bekleyenine) Full Metal Alchemist’in yeni bölümleri çıkmış!! :)))) Acaip sevinçliyiz bu konuda. İlk bölümü seyrettik bile. Ama ilk sezonun devamı niteliğinde değil bu. İlk sezonda (aslında sezon denmezdi daha önce, manga olsa gerek, sona ulaşılmıştı). Şimdiki bölümler ilk zamanlarda gösterilmeyen anlar gibi. Hani Lost’ta dönüp dönüp eskileri gösteriyor ya, bu da onun gibi işte. Yine de çok güzel. Bayılıyorum ben bu çocuklara :) İlk bölümleri seyretmek istiyorum tekrardan. Belki bir gün…

Eh bugünlük bu kadar olsun madem.

Sydney'in Hastasıyım :)

Sydney’e geçiş yapalım artık bitirelim şu Avustralya maceramızı. Melih’cim sağolsun yine biz gitmeden uçak biletlerimizi falan ayarlamıştı. Cuma günü Melbourne’den çıktık, zaten 1 saat sürüyordu yolculuk. Pazartesi de akşam döndük.

Sydney’de merkezde kalalım diye epey araştırma yapmış yine Melih (tabi ki yani!). Ve merkezde olan Oxford caddesinde bir apart bulmuş. Apart da ne aparttı. Melih’in evi kadardı. Odaların ikisinde de bir çift kişilik bir de tek kişilik olmak üzere 2’şer yatak vardı. Salonda da yatılabilecek tarzda bir kanepe. Yani 7-8 kişi rahatlıkla kalınabilirdi. Fiyatı da gecelik 110 ya da 130 Avustralya dolarıydı. Oldukça uygun yani. Amaaaaaaaaaa, meğerse gay mahallesiymiş orası :))) Gerçi benim için hiç sorun yoktu, herkes parlak, güleryüzlü vs. Bizim çocuklar korktular biraz. Bir elimden Badem diğer elimden Melih tuttu sürekli. Dışarıya mesaj verildi yani, tercihimiz kızlardan yana falan gibilerinden. Çocuklarda, şu adam bana göz kırptı galiba endişesi falan oldu, gariplerim benim :)

Sydney de çok güzeldi. Biz yayılabileceğimiz parkları bulduk hemen tabi. Zaten kaldığımız aparta da çok yakındı büyük parklardan biri. Sonra diğerlerini de gezdik. Ve tabi ki Opera Binası’na gittik. Görüntü çok güzeldi gerçekten de. Sydney’i de bizim boğaza benzettik :) Ama gerçekten çok benziyordu. İşte şunlar boğaza nazır yalılar, dur bakayım, şu da bizim Kız Kulesi değil mi yahu? Fotoğrafları eklediğimde hak vereceksiniz.

Sydney’de her yere yürüyerek gittik. Paddy’s Market’a gidin demişti apartta kaydımızı alan amca. Biz de dediğini yaptık ve gittik. Paddy’s Market, hani İstanbul’da hediye fuarı gibi şeyler oluyor ya, onun gibi. Ama her şey Japon işi gibi. Yani çok kaliteli şeyler yok ama hepsi de rengarenk, cıvıl cıvıl. Orada dolaşmak çok hoşuma gitti o yüzden :)

Sydney’e gidilince yapılacaklar arasında Manly Plajını görmek vardı bir de. Oraya da gittik. Okyanusa da orada girdik zaten. Amele yanıklarımızı da orada aldığımızı söylememe gerek yok herhalde :)

Buradan giderken güneş kremi falan almayı unutmuşum ben. Melbourne’de de hava öyle yakıcı güneşli olmadığı için Sydney’e giderken de aklımıza gelmedi krem falan. Neyse biz haydi plaja gidelim heyecanıyla mayoları geçirip plaja gittik. Limandan yarım saatlik vapur yolculuğu ile gidiliyormuş plaja. Vapur da çok keyifliydi çünkü şehri denizden görmek ve hayran olmak gibi bir fırsatımız oldu. Plajda baktık herkes sörf tahtalarıyla. Ama bizim gibi sade vatandaş da var. Deniz dalgalı olmasına rağmen girenler de var. Hadi dedik, buraya kadar gelmişiz, okyanusa girmeden gitmek olmaz (Denizden ne farkı varsa). Eşyalara mukayet olmak için Melih bekledi önce. Biz Badem’le girdik. Ama çok dalgalı olduğundan ben çok uzun süre suda kalamadım. Bir de Kaş’taki dalgalı denize girip boğulma tehlikesi atlatmıştım hatırlarsanız. Yok dedim ben çıkayım. Dalgadan ziyade, su geri çekilirken insanı da içine çekiyordu, o korkuttu beni. Ben bayrağı Melih’e teslim ettim tabi. Deniz sefamız bitince haydi sahili boydan boya yürüyelim dedi Melih. Peki dedik, ama çok rahatız ve akıllıyız ya(!) üzerlerimizi giyinmeden mayoyla yürümeye başladık. 1 saat kadar sürdü sanırım. Yerimize geldiğimizde o kadar yandığımızın farkında değildik tabi ki. Kıyafetleri giyip çantaları sırta alınca acısını hissettik. O arada bir de ayağıma diken batmaz mı? Eczane eczane dolaşıp cımbız aradık. Sonra da ben oturdum, Badem’le Melih de ellerinde cımbız, ayağımdaki dikeni çıkarmaya çalıştılar. Diken de diken olsa. Görünmüyor bile, ama üzerine basınca acaip acıyor. 15-20 dk sürdü sanırım onu bulup da çıkarmaları :)

Sanırım bu kadar anlatacaklarım. Artık biraz da seyrettiğim filmlerden bahsetmek istiyorum yaaaaa :)