25 Ağustos 2013 Pazar

Köy

Küçükken her fırsatta köye giderdik. Annem çalışmıyordu ve yaz tatili, şubat tatili, bayram tatili derken uzun zamanımız köyde geçerdi.

Köye ilk girişte arabanın camlarını hemen açmak istemezdik o ağır tezek kokusu içeriye dolmasın diye. Ablamla ikimiz arabada biraz daha oturur beklerdik. Sonra büyüklerle sıcak bir kucaklaşma, köy evindeki sedirlere yerleşme, konuşma derken karnımız acıkır ve babaannemin sofrasına otururduk. Anneannemler de aynı köyde otururlardı hatta babaannemlerle aralarında 2 ev vardı, zaten köy de epi topu 40 haneden oluşuyordu. Ama ilk gün anneannemlere gitmezdik hiç. Babamın babası olan dedem çok sert bir adamdı. Önce erkek evine gidilir, yemek yenecekse orada yenir, anneannemlereyse ertesi gün gidilirdi. Telefon olmadığı zamanlarda anneannemlerin köyde olduğumuzdan bile haberi olmazdı.

Artık bir dedem var, annemin babasi olan dedem. Sessiz, iyi yürekli, herkese yardım eden, iki dizinden ameliyatlı olmasına rağmen tarla işlerini bırakamayan, torunlarını gördüğünde ağlayan dedem var. İki dedemi de sever, babamın babası olan dedemden korkardım da. Biz büyüdükçe köye ilk gidişte babanemlerin evine gittikten sonra en azından bir merhaba demek için anneannemlere de gider olmuştuk. Öpüşüp koklaşıp geldiğimizi haber verdikten sonra tekrar diğer dedemlere giderdik.

Babaannemlerin arka bahçesinde kocaman bir ceviz ağacı vardı. Ona tırmanmaya bayılırdım. Ablamsa hiç sevmezdi. O ağacın altında bekler bense yukarılarılara tırmanırdım. Civcivler gelince de hemen aşağı iner onları severdim.

Biz çocukça oyunlarımızı oynarken büyükler çalışırlardı. Kimi tarlada kimi evde, sürekli bir telaş olurdu. Köy deyince aklıma ilk "iş" gelir ve o inanılmaz koku :)) Evlendikten sonra çok fırsatımız olmadı köye gitmeye. 8 senedir toplasan 2 ya da 3 kere gitmişizdir. Çınar doğduktan sonra hiç gitmedik mesela. Bu aralar köye gidesim var. Çınar'a oyun oynadığım bahçeleri, tarlaları, ayaklarımı buz gibi suyuna soktuğum çayı, dedemin traktörünü göstermek istiyorum. Çınar zaten traktör hastası. Akülü arabalarda bile sadece ona biniyor, başkası biniyorsa kenarda sıra bekliyor diğer arabalara binmemekte ısrar ederek.

Gidelim görelim, Çınar da görsün bilsin istiyorum. Şimdilerde kimsenin köyü kalmadı. Çocuklar bilgisayar haricinde bir hayat olduğundan bile şüphe etmek üzereler. Keşke çocukken yaşadıklarımızı hatırlayabilsek. Ben ilkokulu bile zar zor hatırlıyorum.. Sahi siz kaç yaşından sonrasını hatırlıyorsunuz?

19 Ağustos 2013 Pazartesi

The Cabin In The Woods (2012 / 7,1)



5 arkadaş ormandaki kulubeye tatile giderler! Burası çok bildik hikaye değil mi? Ama sonrası çok da bildiğimiz gibi değil..

Curt'un (Chris Hemsworth) kuzeni ormanda bir kulübe satın almıştır. Curt de sevgilisi Jules* (Anna Hutchison) ve diğer arkadaşları Dana (Kristen Connely), Holden (Jesse Williams) ve Marty (Fran Kanz) ile birlikte bu kulubeye giderler. Maksatları bu kısa tatillerinde Dana'ya da Holden'ı ayarlamaktır. Kulubeye yerleşip eğlenmeye başladıklarında birden odanın ortasındaki kapak açılır. Bu kapak bütün korku-gerilim filmlerinde olduğu gibi bir mahzene açılmaktadır. Mahzende sürüsüne bereket şey vardır. Kuklalar, bebekler, deniz kabukları, eskiden o kulubede yaşamış olan bir kızın günlüğü, esrarengiz aletler falan filan. Herbiri eline farklı bir şey almışken Dana elindeki günlüğü okumaya başlar ve asıl hikaye de o zaman başlar.

Dikkat : Buradan sonrası filmin neredeyse tamamını anlatır, istemiyorsanız okumayın :))

Filmin başlangıcında bu 5 genç yoktu bu arada. Takım elbiseli ciddi görünümlü adamlar vardı. Sanki FBI binasındasınız ve adamlar da devlet meselesi falan çözüyorlar. Sonra 5 genci gösterip hikayeye giriyor film. Ara ara da bu ciddi adamları gösteriyor. Anlıyoruz ki aslında her şey düzmece. Bu ciddi adamlar meğerse inandıkları tanrılara kurban vermek için belli periyotlarla 5 kişi seçip (fahişe, sportmen, akıllı, aptal, bakire) bu kulubeye yönlendiriyorlarmış. Bunu da aynı zamanda bahis konusu yapmışlar, en son da bakirenin ölmesi gerekiyormuş. Dana günlüğü okuduğunda zombi ailesinin uyanmasına sebep oluyor. Ve zombiler kulubeye doğru gelip ormanlıkta Jules'u öldürüyorlar. Ve bunlar filmin neredeyse ilk yarım saatinde oluyor. Curt diğerlerini uyarmak için kulubeye koşuyor bu arada Marty'i de yakalıyorlar.

Filmde asıl heyecanı bence öldüğünü sandığımız Marty ve Dana'nın olayın gizemini çözmeye başlamalarıyla yaşıyoruz. Zombilerin mezarlıklarına girip yerin bilmem kaç kat altına iniyorlar asansörle. Ve aslında zombilerin kendi seçimleriyle geldiklerini anlıyorlar. Önce Dana davranıp günlüğü okuduğu için zombiler gelmiş misal.

Kristen Connely bir sürü dizide oynamış, tanıdık geldi yüzü ama dizilerini seyretmedim. Benim seyrettiğim filmlerden Mona Lisa Smile'da oynamış ama onun üzerinden de 10 sene geçmiş, çok değişmiştir kuvvetle muhtemel.

Chris Hemsworth'ü Star Trek ve Thor'da seyretmiştik, çok bilindik bir yüz yani..

Jesse Williams'ı da nereden biliyorum diye düşündüm durdum bütün gece. Halbuki google abi var di mi, IMDB var aç bak. Yok daha şimdi baktım, Grey's Anatomy'den biliyormuşum :))

Fran Kanz en eğlenceli karakterdi bence. Filmografisi en kalabalık olan da o. Benim seyrettiklerimse Donnie Darko, Training Day, Orange County, The Village, Matchstick Man.

Drew Goddard ise ilk kez bu filmi yönetmiş çok yakından takip ettiğimiz Lost'un bazı bölümlerini yazmış. Sonra Alias, Buffy, Angel gibi dizilerin bazı bölümlerinin ve Cloverfield filminin yazarı kendisi. Acaba Lost Drew'den sonra mı zıttırdı diye düşünmeden edemedim :))

Film hakkındaki düşüncelerime gelince en başta da belirttiğim gibi çok bilindik bir hikayeyle başlayınca içim bayıldı ama film ilerledikçe diğerlerinden farkı ortaya çıktı. Değişik olması bir artısı bence. Çünkü hakkaten gençler ormana gider hepsi birer birer ölür filmlerinden sıkıldım artık. Bu filmde bir de değişik yaratıklar, korkutucu figurler görmek hoşuma gitti. Ha 10 numara değildi ama bence de 7 puanı hak ediyor.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Long Way Home

Dizi seyretmeyi çok seviyorum. Aynı seri kitapları sevme sebebim gibi, bildiğim karakterlerin hayatlarına göz atmak hoşuma gidiyor. O yüzden her dizi finalinde sanki yakın bir arkadaşıma veda ediyormuşum gibi geliyor..

Dexter her ne kadar katil olsa da bu son sezonda yaratıcısının Dexter'ı olağanüstü bulması ve onunla gurur duyuyor olmasına şahitlik ettik. Dexter'ı zaten severim. Evet o bir katil ama çoğumuzun olmak isteyeceği türden bir katil. Kuralları var, bu kurallardan ödün vermez ve yaratıcısının da dediği gibi dünyayı daha güzel bir yer yapıyor aslında. Tabi sonunda başına ne gelecek bilmiyorum. Son sezonlarda iyice zıvanadan çıktı çünkü kendisi..

Hart of Dixie'ye yeni başladım. Pamuk şeker tadında bir kız dizisi olduğunu kabul ediyorum. Bazen hayatınızda eksik olduğunu hissettiğiniz şeyler olur ya, bu dizide öyle bir hissiyata kapılıyorum zaman zaman. Dexter'da hiç böyle bir hisse kapılmadım mesela. Ya da Six Feet Under'da. Ki o da çok severek seyrettiğim bir diziydi. Hart of Dixie gerçekten çok bir şey içermiyor aslında. Çoğu şey çok yapmacık, sıradan, zaman zaman sıkıcı ama bazen bir o kadar da gerçekçi oluyor. Belki de benim psikolojimden bilemiyorum.

New York'un dibine vuran Zoe Hart adında bir doktor karakter var. Ki kendisini O.C. de de çok sevdiğim bir karakteri oynayan Rachel Bilson canlandırıyor. Ünlü bir Kalp Cerrahı olan babası gibi Kalp Cerrahı olmak istiyor. Mezuniyetinde hiç tanımadığı bir adam gelip ona Bluebell denen küçük bir kasabada yanında çalışması için iş teklifinde bulunuyor. Zoe daha büyük hedefleri olduğunu söyleyerek teklifi geri çeviriyor. Kalp Cerrahı olmak için başvurularda bulunsa da gerekli burs alabilmesi için önce pratisyen olarak çalışması gerektiğini söylüyorlar. İşte o zaman esrarengiz adamdan gelen iş teklifini kabul edip Bluebell'e gidiyor. Zoe gittiğinde hayatı altüst oluyor. Çünkü adamın 3 ay önce öldüğünü, ölmeden önce kliniğin yarısını (sahip olduğu bu kadarı çünkü) ona bıraktığını öğreniyor. Başta orada yaşamak zor gelse de Zoe zamanla alışıyor ve kendini sevdirmeye çalışıyor. Daha sonra esrarengiz adamın biyolojik babası olduğunu öğreniyor falan filan.

Biz de aslında küçük bir sahil kasabasında yaşıyor sayılırız. Bluebell küçük ve muhafazakar bir kasaba aslında ama burası ondan çok daha muhafazakar. O yüzden oldukça sıkıcı. Akşamları gidilip eğlenilebilecek bir bar yok mesela. Ha bar yok mu, var evet, ama sadece erkekler gidebiliyor nedense?! (Ah İzmir) Ben çoğu şeyi gözardı edip dilediğimce giyinip davranmaya çalışıyorum ama yine de rahatsız olduğum durumlar olabiliyor (Ah İzmir iki). Henüz 3 yaşında olan oğlum hiçbir şeyin farkında değil şu an, umarım farkedecek yaşa geldiğinde herkesin hak ettiği gibi modern, içinde yaşamayı sevdiği, hak ettiği saygı ve sevgiyi bulabileceği bir yerde yaşıyor oluruz (Ah İzmir üç).

Konudan konuya atladım biraz. Fonda da Norah Jones var. Onun da etkisi olabilir :) Öte yandan karı koca True Blood, ki o da bence uyduruk gaydırık bir dizi ama seyrettiriyor kendini nasılsa, Game of Thrones (o şimdi tatilde), Modern Family (o da tatilde), Breaking Bad (yeni sezon başladı mı emin değilim, günü gününeden ziyade biriktirip seyrediyoruz genelde, vakit de olmuyor zaten diğer türlüsüne) seyrediyoruz. Gayet de güzel hepsi de. Modern Family bir komedi dizisi diğerlerinin aksine. Çok da şeker bir dizi henüz seyretmemiş olanlarınız varsa bildireyim buradan. Ben kendi başıma Hart of Dixie'den başka Mentalist, Lie To Me (eşimle başladık ama o sıkıldı bir yerden sonra, aslında ben de sıkıldım ve nerede kaldım hatırlamıyorum şu an), Once Upon A Time (sabun köpüğü gibi bir kız dizisi daha, çok boş vaktim var sanki :)) ) seyrediyorum. Bol bol da kitap okumaya çalışıyorum ama hakkaten 24 saatle yetinemiyorum. Sanki yapacak dünya kadar şeyim var ama hiçbirini yetiştiremeyecekmişim gibi bir his oluyor içimde ve tabi onun telaşı. Sonra da hiçbirine yetemeyeceğime karar verip boş boş yatıyorum bazen. Depresyona girmiş olabilir miyim? :) Kendime belirlediğim yeni hedefim şu : Yoga yapmaya başlayacağım (umarım!)..

8 Ağustos 2013 Perşembe

Bir nöbet daha..

Bugün günlerden Perşembe. Bir bayram perşembesi ve ben nöbetçiyim. Yazmadığım o uzun arada oğlum 3 yaşını bitirdi, aynı yerde çalışmaya, aynı yerde yaşamaya devam ediyoruz. Hayatımda çok da bir şey değişmedi. En son bu blogu düşündüğümde aslında yazmayı ve okumayı ne çok sevdiğimi tekrar hatırladım. Ama ara verince sanki hiç yazmamışım ve blog dünyasına çok uzakmışım gibi geliyor. Bir kere yazınca da neden daha önce de yazıp paylaşmamışım gibi geliyor. Bilemiyorum size de aynısı oluyor mu? Oğlumdan kısaca bahsedip hayatımın geri kalanı hakkında yazmak istiyorum aslında. Ben zamanında blog okuyarak çok sevdiğim filmlerle ve kitaplarla tanıştım çünkü.. çok sevdiğim yemekleri pişirmeyi de öğrendim. İnternet acaip bir şey. Işık hızıyla sevdiklerinizin yanında olabilmek, onların görüş açısından hayatı yakalayabilmek çok güzel.. Mayıs sonunda Zeynomlarla Antalyaya tatile gittik bir hafta. Çınar havuza düştü gözümüzün önünde. Ama çok hafif ve travmasız olarak atlattık bu olayı. Düşme sonrasında kafam hemen okuduğum/ bildiğim kadarıyla yapmam gerekenlere kaydı enterasan olarak. Normalde de soğukkanlıyımdır zaten ama Zeynep'in çığırtmasıyla elimdeki kitabı fırlatarak havuza daldım ve hemen Çınar'ı kucakladım. Ve enteresan olan şu: çocuğu hemen havuzdan çıkarmadım. Sadece kucağıma aldım ve ayağı kaydığı için düştüğünü, korkulacak bir şey olmadığını anlattım. Ve bu süre içinde de hep havuzda kaldık. Sakinleşince de tekrar kolluklarını taktık ve birlikte biraz yüzdük. Böylece Çınar havuzdan ve sudan korkmadı :) Onun düştüğünü göremememin sebebiyse Göçebe'ye gömülmüş olmamdı sanırım. Stephenie Meyer'in okuduğum ilk kitabı. Çok beğendim. Alacakaranlık serisinde önce ilk filmi seyretmek gibi büyük bir hata yaptığımdan kitaplarını okuyamadım bir türlü. Ama okumak istiyorum seri olarak. Çünkü filmler bana göre gerçekten kötüydü. Bir ve ikiyi seyrettim. Üçüncüyü seyretmiş olabilirim, aklımda bile kalmamış. Tek hatırladığım ikinci filmin ilkinden daha kötü olduğu. Ama Göçebe'yi bir çok arkadaşımdan duyduğum için onu okumayı çok istiyordum. Kitabın içine girince de çıkamadım işte. Sonrasında filmini de seyrettim. Elbette ki güzel değildi, kitap sonrasında beğenmeyeceğimi bilsem de nasıl çektiklerini merak ederek seyrettim. Aynı tatilde Marcus Sakey'in Akıl Labirenti'ni de okudum. Hikaye çok tanıdık geldi bana birkaç ayrıntı dışında. Sevmedim diyemem ama hani mutlaka okuyun türünde bir kitap da değil.. Daha Sonra eve dönüş yolunda Ayşe Kulin'in Dönüş'ünü aldım. Onu da yolda bitirmiş olabilirim! :) Ayşe Kulin'i oldum olası sevmişimdir zaten. Bu son üç kitabında epey farklılık yaptı eski kitaplarına kıyasla. Gizli Anların Yolcusu ve Bora'nın Kitabını da çok büyük bir merak ve heyecanla okumuş ve beğenmiştim. Kitaplarda bildiğim karakterlerin sonraki yaşantıları hakkında bir şeyler okumayı çok seviyorum. Seri kitapları okumak beni çok mutlu ediyor bu yüzden.. Okuduğum daha bir sürü kitap ve seyrettiğim film var. Zaman içinde hepsini de yazabilmeyi umuyorum. Blog sayfamı ve sizleri özledim.. Tekrar merhaba ve iyi bayramlar! :)