13 Nisan 2009 Pazartesi

Melbourne Son

Nerede kalmıştım sevgili dostlar? Anlata anlata bitiremedim değil mi?

Yemeklerden sıkıldım artık. Biraz da genelden bahsedeyim.





Melbourne güzel bir yer. Şehir merkezi olarak geçen yer kalabalık. Yüksek binaları sadece orada görebiliyorsunuz. Tren ve tramvay başlıca ulaşım araçları. Birbirine paralel ve dik kesişen milyonlarca cadde var :) Yok elizabeth yok smith, yok queen yok kings derken hakkaten milyonlarca vardır sanırsam. Melih’in okulu merkezde olduğu için genelde oralaraı dolaştık. Yine okuluna çok da uzak olmayan Melbourne Akvaryum’a gittik bir gün. Biz hayatımızda ilk defa akvaryuma gittik. Böyle camdan koridor içinde büyük büyük balıkları gözlemlemek çok güzeldi. Çok sevdiğimiz imparator penguenlerini de yine bu akvaryumda gördük. Hayvanlar acaip “cool”lar. Sırtlarını bir döndüler bize, pozu yakala yakalayabilirsen. Çektiğimiz çoğu fotoğrafta sırtlarının her ayrıntısı görülebiliyor :) tabi ki her türlü hayvan camların arkasından size bakıyor. Ama özellikle balıkların içinde bulundukları camın bir kalınlığı vardı ki görmeliydiniz. Bademin kafasını baz alarak bir fotoğraf çektim anlaşılsın diye. Onun kafasından bile kalın (Badem kalın kafalıdır anlamında kullanmadım bunu, santim olarak kolay hesaplansın diye yazıyorum :) ).





Bilimum sürüngen, börtü böcek, balık (hatta köpek balığı bile) mevcuttu akvaryumda. Çok hoşumuza giden görüntülerden biri de koca bir vatozun bir balık adam tarafından elle beslenmesiydi. Hayvan o kadar büyük ki, adamcağızın elinde yiyecek olduğunu da biliyor ya, adamın üzerini bir kaplıyor, adam görünmüyor yani o kadar. Kıyıdan köşeden görülen de adamın el yordamıyla hayvanceyizin ağzını bulması ve balıkları lop lop yutturmasıydı :) İnsanlar bilerek beslenme saatini bekliyorlarmış zaten akvaryuma gitmek için. Bize de denk düştü işte şansımıza.



Bir başka gün Melbourne Hayvanat Bahçesine gittik. Orası da çok eğlenceliydi. Çok büyüktü bir kere. 3 saatte falan ancak dolaşmışızdır. Tavus kuşu haricindeki bütün hayvanlar yine cam ya da çit arkasındaydılar. Tavus kuşu insana zararsız bir hayvan olduğu için serbest bırakılmış, böyle çayırda çimende dolaşıyor korkusuzca. Ürkütmeden yanına gidip fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedim tabi. Fotoğrafta biraz güdük çıktığım için burada yayınlayamayacağım :)





Bu hayvanat bahçesinde de yine çok sevdiğimiz maymungilleri, zürafaları, zebraları, filleri gördük. Bir de farklı tür penguenleri gördük. Bunlar minyatürdü. Böyle martı kadarcıklardı ve çok şekerlerdi. Paytak paytak yürüyüşlerine bayılıyorum ben zaten :) Tabi kıtaya özgü hayvanları da çok yakından görme şansımız oldu. Koala, kanguru, wombat, walabi gibi. Koalalar çok zavallı görünüyorlardı. Fotoğraftaki kadar sevimli görünüşleri var. Aslında çok garibanlarmış ya. Ben koalaları çok sevdiğim için onlarla ilgili bir sürü belgesel seyretmiştim. Bu belgesellerden edindiğim bir bilgi vardı. Bu hayvanceyizler sadece okaliptus yaprağı yedikleri, etobur olmadıkları için çok enerjileri olmuyormuş. Okaliptus yaprağından aldıkları enerjiyi de sadece yemek için harcayabiliyorlarmış. O yüzden acaip hımbıllar. Yemek yemedikleri zamanlarda sürekli uyuyorlar. Enerjileri yok garibanların, napsınlar…

Great Ocean Road turuna gittiğimiz zaman, şoför amcam her bir şeyleri anlattı bize. Hayvanlarla, bitkilerle, yollarla, ekonomik durumla, aklınıza ne gelirse, tüm yolculuk boyunca vıdı vıdı konuştu. Onun söylediklerinden de koalaların sağ ve sol beyinleri arasında bağlantı bulunmadığını, bu yüzden de küçükken örneğin sağ eliyle yemek yemeyi öğrendiyse, sağ elini bağlarsanız sol eliyle yemek yemeyi akıl edemeyip açlıktan öldüğünü öğrendik. Daha da üzüldük tabi bunu duyunca. Bir de çok hassas hayvanlarmış. Koalaların olduğu bölümlere girdiğinizde karşınıza bir sürü uyarı çıkıyor: Sessiz olun, koşmayın, bağırmayın, flaşlı fotoğraf çekmeyin v.s çünkü hayvanlar bundan ürküp strese giriyor ve ölüyorlarmış yine. Ne üzücü değil mi? :(

Melbourne’de iki tane tura katıldık. Melih’in bazı günler dersi vardı ve bizden birkaç saat ayrı kalması gerekiyordu. Biz gitmeden önce araştırmış turları. En çok beğenilen ikisi için de gidip isimlerimizi yazdırdı.

Bunlardan biri Great Ocean Road Turu idi. Kıtanın 4 bir tarafı okyanus ya, dalgalar bazı kıyıları aşındırmış, değişik şekiller oluşturmuş. İşte manzara güzel, deniz güzel, çayır çimen yemyeşil, dağda bayırda bir de başıboş dolaşan kanguruları falan görüyorsunuz. Güzeldi tur. Ama biz Türkiye’den gittik sonuçta. Bizim memleketimiz de çok güzel. Oradaki insanlara çok değişik geldi mesela bu tür. Ölüp bayıldılar resmen. Bize çok normal geldi. En güzel olanı koalaları doğal ortamlarında görmekti. Bir köy düşünün (ama bizimkiler gibi değil tabi). Şehirden uzak, yeşillikler arasında minik evler anlamında bir köy düşünün. Böyle aralarda okaliptus ağaçları var. Üzerlerinde birkaç tane koala görmek mümkün. Papağanlar da o dal senin bu dal benim uçuşup duruyorlar. Bir de renklerini görseniz. Parlak kızmılar, yeşiller, sarılar. Harika görünüyorlardı. Ama insanlar o kadar alışık kı bu görüntüye, benim memleketimin bazı insanları gibi yok şu koalanın ayağına bir ip bağlayıp eve götürüp evcilleştireyim, papağanı kendime bağımlı yapayım gibi düşünceleri yok. Herkes kendi ortamında acaip rahat. İnsanlar hayvanlara bu rahatlığı tanımış yani. En hoşuma giden noktalardan biri de buydu belki. İnsanların hayvanlara saygısı var yahu. Bizde insana bile saygı yok :(

İkinci tursa, yine aynı şoför amcam ve anlatılarıyla uzun zaman geçirdiğimiz Phillip Island Turuydu. Phillip adası penguenleriyle ünlüymüş. Bizim için diğer turdan çok daha keyifliydi o yüzden. Yine uzunca bir yol gittik. Penguenler gece çıkıyorlarmış zaten. Yemeklerini yiyip gece karanlıkta evlerine dönüyorlarmış. Bize de beklemek kaldı tabi. Adamlar sahile 3 grup oturak yapmışlar. Hani antik tiyatrolarda olur ya, o cinslerden. Ben ta Türkiye’den gitmişim, oturakta kalacak halim yok, penguenleri yakından görmeliyim diyerek gittim kumun üzerine oturdum. Herkes oturaklardaydı. Ortadaki alan bomboştu. İleri gidilmesini önlemek için çekilen ipin ucuna kadar gidip oraya oturduk. Biraz bekledikten sonra penguenler gelmeye başladılar. Ama bir baktım penguenlerin çoğu en sondaki bölümle ortadaki bölümün arasındaki patikadan geçiyorlar. Yok dedim bizimkilere. O kadar yol geldim, penguenleri daha yakından görmeliyim! Yok olmaz falan dediler başta. İnsanları rahatsız etmeleyim vs. İnat ettim ve diğer tarafa geçirdim onları da zorla. Ve penguenler elimi uzatsam dokunabileceğim yakınlıktan geçmeye başladılar :) İnanılmaz güzeldi ya. Böyle paytak paytak sağa sola baka baka yürüyorlar. Acaip şekerlerdi. Ama orada da hayvanlar ürkmesin diye fotoğraf, video çekmek yasaktı. Ya ama flaşsız falan demeleri dinlemediler. Yasak kardeşim! Zaten giderken şoför amcam da uyarmıştı. Fotoğraf çekmeye kalkmayın. Uzun yol geldiniz, arkanıza yaslanın ve sadece penguenlerin keyfini çıkarın :) Öyle de yaptık.

Penguenler küçük boydandı burada da. Bütün martılar da oraya üşüşmüştü sanki. Penguenler sudan çıkmadan önce hepsi de dizilmişti kumsala. Resmen bizimle birlikte beklediler. Birkaç penguen suda görününce hep birlikte çok sevindik. Zaten tek başlarına çıkamıyorlar korkularına. 5-6 kişilik gruplar halinde çıkıyorlar desem yanlış olur mu ya? Onlar da birer kişilik sayılmaz mı? :) İşte onlar çıkmaya çalışırken bir dalga geliyor, bunların hepsi labut gibi devriliveriyor :) Acaip şeker bir görüntüydü bu. Dalgadır, martıdır derken zaten bir grubun çıkıp evinin yoluna girmesi yarım saati buluyordu. Dalgadan kurtulanlar kumsalda azıcık ilerlediğinde martılar hareket etmeye başlayınca bizimkiler korkup hemencecik suya geri dönüveriyorlardı. İşte bunlar hakikaten de yaşanılası anlardı ya. Canım benim. Penguenler ne sevimli hayvanlar ya :)

Dönüş yolunda şoför amcam sordu : Great Ocean Road Turu mu, Phillip Island turu mu? Tabi ki Phillip Island dedik biz. Penguenlere bayıldık ya. Adam da bizim cevabımız karşısında bayıldı (Onun bayılması tam tersi yüzdendi gerçi) Nasıl ya, Great Ocean Road Turu değil mi falan diye inanamadı adamceyiz. Halbuse gelse Türkiye’ye, buraları bir görse bizi çok iyi anlardı. Canım Egem, Akdenizim, Karadenizim.. Aaah ah.

Bu arada turlardan birinde ortaokul öğrencileri benimle anket yaptılar. Zaten her gittiğimiz yerde bir öğrenci grubu vardı. Ama başıboş şeklinde değil. Okulla gelmişler. Eğitimin bu türlüsüne de hayran kaldık. Hayvanları kitaplardan göstermekten ziyade, yerine götürüp kendi gözleriyle görmelerini sağlıyorlar. Herkesin elinde defter, kalem. Ne görüyorlarsa, hocaları ne anlatıyorsa şıpır şıpır yazıyorlar. Ertesi gün sınav var belki de.

Neyse, öğrencilerden bir grup geldi, anket falan dedi, iyi dedim hadi yapalım. İşte nereden geldiniz vs gibi sorulardan sonra bomba soru geldi. Sizce Avustralyanın sizin ülkenize göre daha güzel olan şeyleri neler? Bismillah. Yavrucum önce sizce daha mı güzel diye sorsan daha iyi olmaz mı? Zaten daha güzel falan da demedim tam bir vatansever olarak. Bence benim ülkem çok güzel dedim kestirip attım valla :) Onlar da daha fazla soru sormadılar zaten :)))

Melbourne ile ilgili hatırladıklarım bu kadar sanırım.

Sırada Sydney var :)

Hamiş : Fotoğrafların devamını en kısa zamanda yükleyeceğim! :)

9 Nisan 2009 Perşembe

Hafif moral bozukluğu

Yazdıklarımı okudum. Unuttuğum yiyecekleri sıralayayım hemen :)

Avustralya mutfağından da yedik bir şey. Aman kafamı toplayamadım bir türlü..

2005 Nisan ayında göğsümde bir sertlik hissederek sevdiğim cerrahlardan birine gitmiştim. Ultrason çekilip boyutları ve yeri tam olarak belli olduktan sonra hemen alalım diyerek 2 gün içinde ameliyat etmişti beni. Sonuçlar iyiydi çok şükür. Kadınların % 50 sinde görülebilen fibroadenomdu. İyi huylu tümör yani.

Aradan tam 4 sene geçti. Geçen hafta aynı göğsümde daha öncekinden biraz daha büyük bir sertlik hissettim. Sanmayın ki oturup düzenli olarak meme muayenesi yapıyorum. Aslında yapmak da lazım ama bir problem olmayınca insanın aklına gelmiyor. Biraz da korku var tabi. Hep ötelemeye çalışıyorsunuz. Ama işte tam 4 sene sonra yine tesadüfen bir sertlik hissettim aynı göğsümde. Acilen doktora gittim. Aslında acilen gitmem gerektiği konusunda kendimi ikna etmeye çalıştım ama yaklaşık 1 hafta kadar yanılmış olabileceğim konusunda kendimi telkin etmeye de çalıştım. Sonuç itibarıyle bugün yine aynı doktoruma gittim. O da önce hüsnü kurumtum olduğunu düşündü ve kendimle çok ilgilenmememi söyledi. Ama elle muayenede hemen o da fark etti benim fark ettiğimi. Diğer göğsüm için de minik sertlikler olduğunu söyledi ki onları fark etmemiştim ben. Hemen ultrason çekildi tabi. İki göğsümde de olmaması gereken kitleler bulundu :( İkisi için de fibroadenom olabilir dendi. Ama ameliyat olup da patolojisine bakılmadan kesin bir şey söylemek mümkün değil tabi.

Daha önce ameliyat olduğum göğsümdeki yaklaşık 2 cm olmuş. Aslında daha önceden fark edebilmem gerekirdi. Diğerindeki 1 cm. Daha önce ameliyat olduğumda da 1 cm civarındaydı ve hemen alalim demişti doktorum. Bu sefer biraz daha büyüsün, ameliyat daha rahat olur dedi. Hem 1 cm lik olan da biraz büyümüş olur ikisini bir alırız dedi. Ultrason çeken doktor zaten fibrokistik bir yapım olduğunu ve bu kitlelerin büyüyeceğini söylemişti. Cerrahım da aynı şeyi söyleyince 3 ay sonraki ultrasonu beklemek düştü bana da.

Neyse sonucu iyi olsun da, gerisi önemli değil.

Lütfen çevrenizdekileri öncelikle kendi evlerinde basitçe yapabilecekleri elle muayene için teşvik edin. Erken teşhiş çok önemli bu tip şeylerde.

Herkese sağlıklı günler dilerim.

Hamiş : Kafamı toplayınca Avustralya maceralarımıza devam edeceğim.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Avustralya (bitmez bu maceralar)

İlk gün öğlene doğru ancak şehirde olabildik. Zira Melih ilk günün hatrına azıcık daha uyumamıza izin verdi. Hazırlandıktan sonra da şehre ulaşmamız yaklaşık 1,5 saat sürüyordu. Aslında uzaklık olarak 4 km falanmış. Ama evden çık, tren istasyonuna yürü, treni bekle, şehre kadar her durakta dur, yolcu indir bindir derken çok hızlı gidemeyen tren yolculuğu ile toplamda 1,5 saat kadar sürüyor işte…

Melih her değişik lezzeti tatmamızı istediği için bizi ilk gün öğlen Japon lokantasına götürdü. Orada Ume Bento yedik. Böyle bir tepsiyi kutucuklara bölmüşler gibi. Bir kutuda soslu bir et var, diğer kutuda tavuklu bir şeyler var, diğerinde somon balığı var, sonuncusunda da kızartılmış balık var. Ortaya bir de soya sosu getiriyorlar. Özellikle eti çok lezzetliydi artık içine ne sosu kattılarsa! Somonu pek sevmiyorum zaten. Tavuk da fena değildi. Balık kıtır kıtır çok güzeldi.

Yemek yedikten sonra gezindik şöyle bir. Avustralya’da insanlar acaip rahatlar bunu daha ilk dakikadan fark ettik. Kimsede telaş yok, rahat rahat yaşıyorlar. Orada mesai 4’te bitiyormuş mesela. Market ve mağaza türü işyerlerindeyse 5’te bitiyor. 5,5’ta markete gidip şunu bunu alayım diyemiyorsunuz yani. 5’e kadar aldınız aldınız.

Bir de acaip göçmen var. Avustralyalıdan ziyade çekik insanlar gördük orada.

Melbourne’de hava da bir değişikti. Evden çıkmadan önce havadan kesinlikle emin olamıyorsunuz. T-shirtle çıktınızsa yanınıza mutlaka kalın bir şeyler de alıyorsunuz zira siz istasyona gidene kadar bile hava birdenbire soğuyabiliyor. Tabi orada yaşayanlar bu duruma bizden daha alışkınlar. Hava güzel başladıysa minicik şortların altına parmak arası terlikleri çekip çıkıyorlar. Hava soğudu mu, üzerlerine belki incecik bir şey alıyorlar hepsi bu. Alt taraf açıkta kalmaya devam ediyor ki ben onları gördüğümde bile üşüdüm çoğu zaman. Ama güneş çıktı mı da tam çıkıyor. İşte o zaman da o şortlardan bende de olması için yandım tutuştum :)

Bunları yazmak da çok zor ayrıca. 11 gün hem uzun hem kısa bir zaman. O rahatlığa alışmak için gayet uzun bir zaman. Döndüğümüzde epey zorluk çektik o yüzden. Dün başım ağrımaya başladı mesela. Strese hiç gelemememin bir sonucu bu. İstanbul’u geçtim Ereğli’ye bir geldik acaip bir trafik. Yapılacak bir sürü iş var, gidilmesi gereken yerler var. İçim sıkıldı birden. O yüzden rahat günleri yazmak zor geldi. Biraz ara vereyim en iyisi.

* * *

1 günlük moladan sonra tekrar yazmaya başlıyorum yoğun istek üzerine :) Zaten unutmamak için bir an önce yazmam lazım. Malum hafıza balıkgillerden…

Şimdi bile her şeyi 1. gün 2. gün şeklinde hatırlamıyorum. Ortaya karışık bir şeyler yazayım en iyisi :)

Yemekten laf açtık madem, yemekle devam edelim. Bak bunun zamanını çok iyi hatırlıyorum çünkü son günden bir gün önceydi :) Yemek meselesi çok zordu zaten. Bir yere gidiyoruz, Melih soruyor ne yiyeceksiniz diye. Aslında gitmeden önce soruyor, ona göre gidilecek yere karar veriliyor falan ama yiyecekler hep yabancı bize. Ne söylesek boş oluyor. Bir de yemekleri bilmediğimiz için sevip sevmeyeceğimize emin değiliz. E o zaman da karar vermek hayli zor oluyordu. Değişik kültürlerin yemeklerini tatmak da istiyoruz bir yandan, Melih de Hint işi size ağır gelir, çok baharatlıdır falan dedikçe epey zorlandık. Neyse sonuç olarak Çin, Japon, Meksika, Avustralya mutfaklarından tadarak geldik. Hala son gün yemeğini de yazamadım ya aferin bana :)



Yemek yediğimiz her yerde fotoğraf çekemedik maalesef. Melih utangaçlık yaptı biraz. Biz de hoşgördük, ne de olsa biz 10 gün orada olacaktık, oysa ömür boyu orada kalmayı düşünüyor. Oranın koşullarına göre yaşaması onun adına iyi bir şey yani. Mesela bir Thai lokantasına gittik. Adamlar her yemeği kaşıkla yerlermiş. Çatal ve bıçak yok. E et geliyor, eti kesmeden nasıl yiyeceksin değil mi? Ama işte çatal falan istemek adamlara hakaret sayılıyormuş diye isteyemedik. Neyse etler çok kocaman değillerdi, kesmeye gerek kalmadı. Thai lokantasında ben honey chicken ısmarladım. Ismarlamaz olaydım :) Aslında isminden gayet açık seçik belliydi işte tatlı tavuk olduğu. Ama değişik bir yemek deneyeceğiz ya, ben de onu seçtim.



Badem tiger beef diye bir şey istedi.



Melih’in istediği yemeğin ismini unuttum ama görüntüsü bizim mücvere benziyordu. İçinde balık ve sebze olan mücvere :) İsmi kötü geldi değil mi? Ama masaya gelen en lezzetli yemek oydu.



Sonracıma Mad Mex diye bir yer vardı (Meksika usulü). Melih orayı Amerika’dan beri seviyormuş zaten. İyi dedik oraya da girdik. Bildiğin dürümle karşılaştık :) Böyle parlak alüminyum folyo gibi bir şeye sarıyorlar. Tabi lezzeti biraz farklıydı çünkü içinde değişik malzemeler vardı, avokado ezmesi gibi. Ben daha önce avokado da yememiştim. Ne bileyim hiç merak edip de almamışım. Bizim buralarda hala yaygın değil de. Fena bir şey değilmiş. O dürümün içinde hiç hoşuma gitmedi. Zaten et de soğuktu. Her şeye rağmen çok da zorlanmadan yediğimiz ender yemeklerden biriydi gerçi de avokado sosu olmamıştı işte. Ama avokadoyu salata şeklinde tavsiye edebilirim.



Bir akşam gnocchi (Patetesli hamurla yapılan yuvarlak şekilli makarna) yanında avokadoyu sadece kesti ve limon-yağ sosuyla tatlandırarak önümüze getirdi Melih. Oldukça güzeldi tadı. Başka bir akşam da tortellini (Peynir, sebze veya et ile doldurulmuş makarna) yanına yine avokadoyu kesip bu sefer kırmızı soğan ile karıştırarak salata hazırladı. O da oldukça güzeldi. Kısacası avokado salata halinde güzelmiş. Mad Mex’te iki gün yedik bu arada. Ha ayrıca Melbourne’de değil Sydney’de gittik. Melbourne’de Mad Mex görmedik zaten.

Neyse gelelim diğer yemeklere, son günü yazayım artık en iyisi :) Efenim Çin lokantasına gittik. Melih ilk günden beri dumpling deyip duruyordu zaten. Damak tadımıza uygun olduğunu düşünmüş. Haksız da sayılmazdı. Mantı gibi bir şey dumpling. Ama mantıdan epey büyük. Hani Kayseri mantısı olarak bildiğimiz mantı var ya, eh işte onun 10-15 katı büyüklüğünde falan :) Aslında normal yemek kaşığına bir tanesini koyduğunuzda kaşığa sığmaz taşar diyeyim ben size, öyle anlayın. Değişik şekilleri var. Biz mesela vejeteryan, kıymalı, tavuklu-karidesli olanından yedik. En güzeli vejeterjan olandı. Onu haşlama istedik. Etli olanları kızartma şeklinde istedik. Kıymalısı eh biraz bizim mantıya benziyordu tat olarak. Ama ne sarımsaklı yoğurt var yanında ne de salçalı sos. Onlar olmayınca mantı mantı olur mu peki? Bir de ince çubuklarla yediğinizi düşünün :) Ama güzeldi şimdi hakkını yemeyelim.

Sonra bir gün, ta taaaam, suşi yedik. Tabi onun da çeşitleri varmış. Etlisi var, sebzelisi var. Roll denen yosuna sarılmış olanları var bir de sushimi denilen diğer tipleri var. Mantık aynı. Pilavla karışık bir şeyler yemek. Roll’da yosunu düz zemine serip üzerine önce pilav, sonra et ya da sebze koyup sigara böreği gibi sarıyorlar (tabi oldukça kalın sigara böreğine göre), sonra da onu 3-4 santimlik kalınlıklar halinde kesiyorlar. Sushimide ise pilavın üzerine et koyup o şekilde servis ediyorlar. Ama pilavı öyle bildiğin kasenin içine koyup getirmiyorlar tabi. Dörtgen seklinde kesilmiş gibi geliyor. Sebzeliler güzeldi bence, gerisini siz anlayın :)

2 gün McDonalds ve Burger King’de yememize şaşırmamalı. Tabi onların isimleri burada bildiğimiz gibi değil. McDonalds aynıydı da Burger King, Hungry Jacks diye geçiyor. Bir de bizim bildiğimiz Algida orada Streets. Böyle değişik şeyler de vardı.

Melih bir de pizzacı keşfetmiş. Böyle bizim sevdiğimiz tarzda yemyeşil olan parklardan birine de yakın. İsmini hatırlamıyorum oranın da. Ama pizzacı çocukla muhabbeti kurmuş. En sadesinden bile istese bol malzemeli pizza geldi önümüze :) Zaten tadı da çok güzeldi. İki gün öğlen de bu pizzacıdan pizzalarımızı alıp parkımıza gittik ve yeşil çimenlere yayılarak yedik yemeğimizi. Biz inanılmaz keyifliydik tabi. Önümüzde tadına doyamadığımız güzel pizzalar, altımızda yumuşacık ve mis kokulu çimen, yanımızda en sevdiğimiz dostlardan biri. Daha ne isteyebiliriz ki değil mi? Ama gelin bir de Melih’e sorun. Gene parkta yemek yediriyorum size, doğru düzgün bir yere gitseydik, azıcık gezinseydik vs. Biz mutlu mesut, o sorumluluk sahibi ve halimizden endişeli :))

Sydney’deyken bir gün de Portekiz usulu tavuklu sandviç yedim ben. O da çok lezizdi mesela. Büyük kare ekmek dilimlerinin arasına Portekiz usulu tavuk ve bilimum sebze ve sos koyuyorlar. Sonra da sen oturup bir güzel bu sandviçi yiyorsun. Badem tavuk ızgaralı sandviç aldı aynı yerden. Onunkisi tatlıydı şaşırtıcı bir şekilde. İsmini bilmediğimiz soslardan biri tatlıymış meğer. Melihse bir numaralı yiyeceği suşi aldı ve afiyetle yedi.

Yemekler sanırım bu kadardı. Zaten 11 gün de oldu sanırım saydıklarımla. Evdeki ıvır zıvıra gelince mesela Dragon Fruit (Pitaya ve Ejderha Meyvesi olarak da biliniyormuş) diye bir meyve yedik. O çok ilginç ve güzeldi. Ya bu arara 10. posta olmadı değil mi bu? Ne yazdığımı da unuttum. Bir de bir sürü insana aynı şeyleri anlatınca kafam karıştı :) Dragon Fruit böyle pembe renkli kocaman bir şey. Neye benziyor desem? Vallahi hiçbir şeye benzetemedim. Ama kozalak falan diyebilirim belki. Kozalağın kapalısı, sadece birkaç parçası açık gibi ve de pembe renkli. O açık parçaların ucu da yeşil. Bu meyveyi ortadan ikiye bölerek yiyormuşsunuz. Kesince içinden beyaz renkli bir şey çıkıyor. Bu şeyin içi de kivideki gibi siyah çörekotu benzeri çekirdekimsi şeylerle dolu. Ve aynen kivideki gibi yeniyor. Zaten beyaz kısmından ayrılması mümkün değil. Tadı da kiviye benziyor yine. Yalnız kivide hafif ekşimtrak bir tat var ya, işte bu meyvede o yok.

Sonra Star Fruit (Yıldız Meyvesi, Karambola olarak da biliniyormuş) yedik. Onu da beğendim. O da doku olarak bibere benziyor. Şekil olarak yıldıza benziyor. İsmini de buradan almış olsa gerek. Tadı da biber ve ayva karışımına benziyor. Bunda da ayva yedikten sonra boğazınızda kalan samanımsı tat olmuyor. Sulu bir şey zaten. Yani biberi yediğinizde sulu bir tat alırsınız ya, o şekilde. Badem erikle biber karışımına benzetti. Onu da belirteyim bu arada.

Bir de Guava diye bir meyve yedik. Ondan hiçbir şey anlamadım :) Yeşil elmanın biraz küçüğüne benziyor. Tadı hiçbir şeye benzemiyor. Bir de çok çekirdekli. Zor yeniyor. Çekirdeklerini ayırmalı mıydık onu da bilemedik gerçi.

Sonra bir şey elması yedik. Neydi adı yahu? Ay onu da unuttum. Melih’e sormam lazım bir ara. Tadına gelince orada yediğim en kötü meyveydi sanırım. Belki de biz yeme zamanını geçirdik bilmiyorum. Elma gibi kesmeye çalıştım ben. Böyle puding gibi bir şey çıktı içinden. Kocaman çekirdekleri var. Ayırıp yemeye çalışıyorsun falan böyle tuhaf bir şey. Ben bir parçasını yemeye çalıştım tadını merak ettiğimden ama diğerlerini yemeye gönlümüz elvermedi ve maalesef kalanı attık.

Ha bir de papaya aldık onun tadını merak ettiğimizden. Ben papaya kokusunu çok severim mesela. Kremler, yağlar falan çok hoşuma gider. Ama tadını beğenmedim. O da ben yiyene kadar birkaç gün bekledi. Belki o yüzden bozulmuştur ondan emin değilim. Ama eğer öyle değilse çok tatsız bir şey gibi geldi bana.

Hamiş : Meyvelerin fotolarını akşam yükleyeceğim. Daha yazacağım şeyler var. Bir de bu seferki şarkıyı da yine Duffy'den seçtim. Warwick Avenue ile karşınızda :)

1 Nisan 2009 Çarşamba

ühü :(

Artık iş yerinden blogspota giremiyorum, hüngürt :((

Kendi yazılarımı yayınlayamasam da en azından sizleri okuyabiliyordum. Onu almışlar elimizden, benim yokluğumda. Facebooku da kapatmışlar..

Yazım hazırlık aşamasında. İlginiz için çok teşekkür ederim hepinize de. Büyük bir hevesle yazmaya başladım aslında ikinci günden (ilk gün gidiş aşamasını yazmıştım). Ama yazdıkça hatırladım ve özlemim çok ağır bastı. Azıcık ara verdim o yüzden. Haftasonuna tamamlarım. Zira bugün nöbetçiyim, cuma, cumartesi, pazar izinliyim dolayısıyla...

Hepinize sevgiler :)

Hamiş : Katie'den sıkılmış olabileceğinizi varsayarak bu yazımla dinlemeniz için yine Melih'in bize kazandırdığı Duffy'i seçtim. Ve Mercy ile karşınızda :)