16 Aralık 2008 Salı

THE THINGS WE LOST IN THE FIRE, 2007 (7,3)



Yine uzun bir ara verdim. Benim iş yerimde Aralık ayı ciddi bir telaş içinde geçer. Her sene böyledir. Hep birlikte streste tavan yaparız. İşlerimiz çoktur. Sayımdır, devirdir derken Aralık başımızı alır gider. Bu nedenle bir ara verdim. Ocak'ı görmeden rahatlayacağım da yok. Ama fırsat bu fırsat yazayım dedim.

Sevgili Abi'nin blogunda seyrettiği filmlerin listesini görüp koca bir iç geçirdim (kıskanmadım Abi, yanlış anlaşılmasın J ). Ben de seyrettim seyretmesine de, benim listem istediğim ya da beklediğim kadar uzun olmadı. Abi'ye yaptığım yorumu buraya kopyalamak gerekirse (evet gerekir, başka türlü hatırlayamayacağım seyrettiğim filmleri);

The day the earth stood still
Eagle eye
Burn after reading
Matrix reloaded (tekrar)
The dark knight (tekrar)
Yaşamın kıyısında
Pineapple express
Righteous kill
Young people fucking
Wall-E (aslında bunu daha önce seyrettim de henüz bahsedemedim)

Bunlara ek olarak bir de The Things We Lost In The Fire'ı ve de Matrix Revolutions'u (tekrar) seyrettim. Dün de Resident Evel : Degeneration'u ve House yeni sezon 2. ve 3. bölümleri seyrettik. Unutmadan, yakınlarda bir zamanda Kung_Fu Panda'yı da seyretmiş ve çok beğenmiştik.

Gelelim anlatacağım ilk filme;

Bir havuz kenarında başlar film. Kıvırcık saçlı küçük bir erkek çocuğu babası Brian(David Duchovny) ile birliktedir. Babası sevgi dolu gözlerle seyreder oğlunu. Ve kare değişir.

Audrey (Halle Berry) mutfaktadır. Evde bir telaş vardır. Annesi, erkek kardeşi, diğer misafirler… O gün evde bir cenaze töreni vardır. Audrey'nin aniden aklına gelir. Herkese haber vermiştir kocasının öldürüldüğünü. Bir tek Jerry'i (Benicio Del Toro) unutmuştur. Kocasının en yakın arkadaşı Jerry'yi.



Kimse sevmez Jerry'i. Bir tek Brian yalnız bırakmamıştır onu. Başarılı bir avukatken birden dibe vurur Jerry. İşi bırakır, uyuşturucu kullanmaya başlar. Tam bir kaybeden olmuştur. Ama Brian hep inanmıştır Jerry'e. Ondaki iyiliğe inanmıştır ve arkadaşını hiç yalnız bırakmamıştır.

Audrey de Jerry'i sevmeyenler arasındadır. Audrey'e göre Brian sürekli olarak Jerry ile ilgilendiği için ailesinden uzak kalmaktadır.

Dan öldüğünde Audrey çocuklarıyla yapayalnız kalır. Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışır. Eskiye duyduğu özlem gözlerinden kolaylıkla okunabilse de bunu çocuklarına hissettirmemeye çalışır. Yalnızlıkla verdiği mücadele esnasında bir şey fatkeder. Jerry de yalnızdır ve o da kendi çapında bir mücadele içindedir. Üstelik Jerry, Dan'den geriye kalan tek şey gibidir Audrey için. Dan'in kendisine bıraktığı mirası gibidir. Ve onunla ilgilenmeye karar verir. Dan'in hatırına Jerry'ye gider. Ona 3 kişi kaldıkları büyük evin garajında kalabileceğini söyler. Jerry sadakaya ihtiyacı olmadığını düşünür en başta. Ama Audrey bunun Jerry için değil, kendisi için bir iyilik olacağını söyler. Yalnızdır ve evde birilerinin varlığına ihtiyacı vardır.





Jerry garaja taşınır sonunda. Ama sorunları henüz çözülmemiştir. Bağımlıdır, bunun için rehabilitasyon merkezine de gider. Bir yandan çocuklarla ilgilenir. Bir yandan kendini düzeltmeye çalışır. Bu şekilde iki taraf da ayakta durabilmek için birbirine yardım edecektir.



Filmi çok beğendim. Bunun asıl nedeni Benicio Del Toro'nun gösterdiği olağanüstü performanstı. Adama karşı özel bir ilgim olmamasına rağmen bu filmde aşırı beğendim. Bir insan "kaybeden"i bu kadar güzel oynar yani. Cidden olağanüstüydü bence. Çok uzun bir film listesi yok aslında. En çok ses getiren filmi olarak 2001 yapımı "Traffic" var aklımda. Aslında ondan önce 1995'teki efsane filmlerden "Usual Suspects"te de oynamıştı. Daha sonra 21 Gram, Sin City gibi filmlerde karşımıza çıkmıştı.



Halle Berry'i ise 2001 yapımı Monsters Ball ile ödül aldığında dikkatleri çekmişti. Aslında o da ödül almadan önce 2000 yılında X-Men'deki Storm karakteriyle karşımıza çıkmıştı. Tabi daha önceki senelerdeki filmleri de var ama ben seyretmedim onları. Yine 2001'de Sword Fish, 2002'de bir James Bond filmi olan Die Another Day, 2003 ve 2006'da X-Men serileri, 2003'te korku filmi olan Gothika, 2004'te Cat Woman'da oynadı. 2007'de Bruce Willis ile Perfect Stranger'da oynamıştı ama onu da seyredemedim. Bruce Willis'i de severim esasında. "En kısa zamanda"lar arasına alayım en iyisi.



Filmde birkaç sahne dışında çok göremesek de X-Files serisinden, hem diziler hem filmler, tanıdığımız David Duchovny'yi de atlamayalım. X-Files dışında 2001'de bir absürd komedi filmi olan Evolution'da Julianne Moore'la birlikte oynamıştı. Aynı sene yine bir komedi filmi olan Zırtapoz'da Ben Stiller ile birlikte karşımıza çıkmıştı.

Film 2007 yapımı bu arada. IMDB'de 7,3 puan almış. Yönetmeniyse Susanne Bier. Bu yönetmenin hiçbir filmini seyretmemişim daha önce.

28 Kasım 2008 Cuma

Öylesine

Uzun zamandır sadece kendim için yaptığım en iyi belki de tek şey tekrar spora yazılmak. Daha iki ders gidebildim ama şimdiden çok iyi hissediyorum. Doğru psikoloji adamı yatağından çıkarır diye boşuna dememişler (bugüne kadar kimse söylememişti evet ama ben söyledim işte şimdi).

Geçen sene uzun zaman süren bir pilates maceram olmuştu hatırlarsanız. "Eyvah!Ayaklarımı göremiyorum!" modundan çıkmıştım bir süre. O, benle birlikte var olan göbeğim inanılır gibi değil ama bacak bedenime uyan pantolonların içine sığabilmeye başlamıştı. Ama bu güzellik çok uzun sürmedi heyhat! Ben de yeniden başladım işte spora. Bu sefer yanıma arkadaş bulamadığım için pilatese yazılamadım. O yaza doğru umarım. O zamana kadar aletli jimnastik ile idare edeceğiz ailecek. Bize eşlik eden Uzunbacakgillere de selam olsun buradan :))

Onun dışında Batman serisine yeniden başladık. Tabi Batman Begins'ten itibaren seyredeceğiz. İlkini seyrettik. Diğerine geçmeden hoş bir anime olan Gotham Knight'ı seyrettik (ben yarım seyrettim, kahrolasıca bir yorgunluğum var son zamanlarda, müfettiş gerginliğinden olabilir mi sizce?). Aslında sırada Batman Returns var ama şimdilik onu atlayıp Dark Knight'a geçeceğiz bugün. Zira Dakyüzgillere sözümüz var. En kalitelisinden bir Dark Knight DVD'siyle Cuma günü karşınızda olacağız diye.

Sağlıklı yaşam bir yandan, spora gittiğimiz 3 gün doğru dürüst yemek yiyemememiz bir yandan derken, bugün dışarıdan sipariş vererek pizzanın dibini görmeyen yapacağız.

Kavim'de hala elle tutulur bir ipucu bulabileceğim bir noktaya gelemedim. Kitap heyecanlı olsa da aklim sürekli iş yerindeki sayımda vs olduğundan kendimi verip de okuyamadım bir türlü :(

26 Kasım 2008 Çarşamba

Taken, 2008 (7,9)



Doğum günü partisinde başlar filmimiz. Minik, sarı saçlı güzel bir kız pastasındaki mumları üfler. Yanında güzel annesi Lenore (Famke Janssen), karşısında albüm için fotoğrafını çeken babası Bryan (Liam Neeson).

Ve zaman ilerler. Bu sefer 17. doğum gününü kutlamaktadır Kim (Maggie Grace). Annesinin yeni eşiyle birlikte oturdukları evin bahçesinde bir parti verilmektedir. Kim'in biyolojik babası Bryan gelir ve kızına doğum günü hediyesini vererek partiden ayrılır.

Bryan, emekli olmadan önce devlet için çalışmıştır. Güvenlikle ilgili bir işi vardır ama bunu kızına tam olarak açıklamamıştır. Emekli olduktan sonra kızına daha yakın olabilmek ve onunda vakit geçirebilmek için Kim'e yakın bir yere taşınmış ama hiçbir şey hayalindeki gibi olmamıştır. Kim, babasını arayıp sormaz. Hatta onun için buraya taşındığının bile farkında değildir.





Kim aradığında Bryan sonunda hayallerindeki baba-kız ilişkisine kavuşabileceklerini düşünür. Kafeye gidip kızını beklemeye başlar. Kim geldiğinde çok sevinir. Onun en çok sevdiği içecekten bile ısmarlamıştır Kim gelmeden. Ama çok zaman geçmeden eski eşi de kapıdan içeri girer ve yanlarına gelip oturur. Baba-kız tek başlarına vakit geçiremeyeceklerdir yine. Üstelik Kim'in babasıyla görüşmek istemesinin sebebi onu özlemesi falan değildir. Arkadaşıyla Fransa'ya tatile gitmek ister. Ama 18 yaşının altında olduğu için babasının imzası gereklidir.

Bryan, kirli işlerin içinde çok olduğu için kızının yanında büyük biri olmadan seyahat etmesini istemezse de en sonunda Kim'i üzmemek için kağıdı imzalar.

Kim ve arkadaşı Amanda aslında bir müzik grubunun turnesiyle dolaşacak ve sadece Fransa'da kalmayacaktır. Havaalanından Paris'e kadar taksi tutmak gerekecektir. Orada tesadüfen karşılaşıp tanıştıkları Peter, Paris'e beraber gidip taksi ücretini bölüşmeyi teklif edince bunu kabul ederler. Ancak düşünmedikleri bir şey vardır. Peter bu şekilde adreslerini öğrenecek ve kadın tüccarlarına bu adresi verecektir.

Kızlar eve çıktıklarında Bryan hala Kim'i cep telefonundan aramakta ama bir türlü sesini duyuramamaktadır. En sonunda Kim cevapsız aramaları görür ve babasını arar. O arada evin içinde dolaşmaktadır. Evin banyosuna gittiğinde, hala Bryan'la konuşurken, banyonun camından Amanda'nın durduğu odadaki hareketleri fark eder. Eve yabancı birileri girmiştir ve Amanda'yı zorla götürmektedirler. Kim bunları dehşetle fark edip babasına anlatır.



Bryan'ın soğukkanlı olması gerekir bu andan sonra. Kızına yapması gerekenleri söyler. Banyoya en yakın odaya gidip yatağın altına girecektir. Adamlar onu da alıp götürene kadar az bir vakti vardır. Telefonu yere bırakıp adamlarla ilgili tanımlayıcı bilgileri babasına verecektir.

Ve yatağın altından siyah, kalın botları görür Kim. 3 ya da 4 kişidirler. Önce gittiler sansa da son anda ayaklarından dışarı çekilir genç kız. İşte o anda da bağırmaya başlar. "1,80 boyunda, kahverengi gözlü, elinde ay yıldız şeklinde dövme var!" Ve kızı alıp giderler…

Bryan telefonda bekler yine de. Ve konuşmaya başlar. "O kızı bırakın. Eğer şimdi bırakırsanız sizi aramam, sizi takip etmem. Unuturum. Ama eğer şimdi bırakmazsanız peşinizden gelirim. Sizi ararım. Sizi bulurum. Ve sizi öldürürüm!". Ve karşı taraftan cevap gelir. "İyi şanslar."

Bundan sonra Bryan'ın eski işinden edindii tecrübeleri güzel bir şekilde kullanarak kötü adamların peşine düşmesini, onları bulmasını ve kızını aramasını heyecan içinde seyrederiz :)



Kızlar bu tüccarların eline düştükten sonra bulunmak için 96 saatleri vardır. 96 saat sonra kızlara ulaşmak imkansızdır filmde. Bu yüzden dilimize 96 Saat olarak çevrilmiş ismi.

Film 2008 yapımı ve IMDB'de 7,9 puan almış. Yönetmenliğini de Pierre Morel yapmış. Pierre Morel daha önce Jet Li'nin oynadığı ve benim çok beğendiğim Danny The Dog (Kız Zincirlerini olarak çevrilmişti) filminin görüntü yönetmenliğini yapmıştı.

Gelelim oyuncuları nereden tanıdığımıza :



Liam Neeson'ın epey kalabalık bir film listesi var. Öncesinde de bir sürü filmi olmasına rağmen sanırım ben asıl olarak 1993 yapımı Schindler's List'ten biliyorum. 1994'te Jodie Foster'ın da rol aldığı Nell adlı filmde doktor rolünde karşımıza çıkmıştı (o film de güzeldi). 1998'de Misarebles, Les'te (Sefiller) oynadı, ki kitabı zaten biliyorsunuzdur ama bu filmi seyretmek de çok güzeldi. 1999'da ta taaam! benim serim olan Star Wars'a adım attı. Hem de usta Qui-Gon Jinn olarak. 2002'de Daniel Day-Lewis ve Leonardo DiCaprio'yla Gans Of New York'ta, 2003'te Love Actually'de, 2005'te Kingdom Of Heaven'da, ve aynı yıl yine sevdiğim bir seri olan Batman'in ilkinden sonra çekilen iki kötü filmi sonrasında gelen ve iyi filmlerin başlangıcı saydığım Christopher Nolan'ın yönettiği ve Christian Bale'in Batman olduğu Batman Begins'te oynamıştı.



Maggie Grace'i asıl olarak Lost dizisindeki Shannon rolünden biliyoruz. Aslında 25 yaşında olmasına rağmen bu filmde 17 yaşındaki Kim'i oldukça başarılı canlandırmış. Zira Kim'i bazen bir kaşık suda boğasım geldi :)



Güzeller güzeli Famke Janssen'e geldi sıra. Eşim bir numaralı hayranıdır :) Eskiden Melroce Place diye bir dizi vardı. Çok da severek seyrederdim. Orada başlamış aslında maceramız. Ama oradan hatırladığımı söyleyemeyeceğim. Janssen'i tanıyarak seyrettiğim ilk filmi 1998 yapımı The Faculty. Ben o zamanlar üniversitedeydim ve bu filmi sinemada seyretmekten keyif almıştım doğrusu. 1999'da House on the Haunted Hill'de Evelyn olarak karşımıza çıktı cadı :) Ve 2000'de yine sevdiğim bir seri olan X-Men'e adım attı. Hem de Jean Grey rolüyle. 2004-2005 arası sevdiğimiz dizilerden Nip/Tuck'ta sevmediğimiz Ava rolüne büründü. 2003 ve 2006'da X-Men'in devam filmlerinde de rol aldı elbette.

25 Kasım 2008 Salı

Morların hastasıyım!

Tabiat'cım sobelemişti beni. Fotoğrafı bir türlü çekmeye fırsatım olmadığı için bu yazıyı da yayınlayamamıştım. Bugün nihayet alabildim makineyi elime.

Flaş flaş flaş. İşte Çınar'ın çantasının içindekiler! :)

Mor hastası birinden beklenileceği üzere mor masa örtüsünden fon oluşturularak mor çanta içindekiler çıkartılıp masa üzerine boşaltılır.

Fotoğraf çekmeden önce el yordamıyla ıvır zıvıra çeki düzen verilir ve fotoğraf çekilir.



Çok bir şey çıkmadı bugün çantamdan :) Bazen aradığım bir cep telefonunu bile bulamıyorum!

Biri Turkcell biri Avea hatlı olmak üzere 2 adet telefon (birleştirmeliyim ben bunları ya)

Kulaklığını takıp farklı dünyalara uçtuğum, canımdan çok sevdiğim :) mp3 / mp4 çalarım. Aldığımda şu mutlu yazıyı yazmıştım hatırlarsanız (fiyatı korkunç artmış bu arada).

Meyve :) Bu her zaman çıkmaz. Bugün işe götürdüm eşimden özenip. Onları da yiyemeden geri getirmişim işte eve :))

Cüzdanım ve nufüs cuzdanım :)

Aynam

Likit rujum. Bunun pembesine hastayım. Her çantamda başka bir ruj vardır muhakkak ama aklıma gelip de sürdüğüm kırk yılda birdir ancak :)

Olmazsa olmaz hafıza çubuğum, yabancı kelime kullanmayalım dedik ama olmadı. Memory stick'in güzel Türkçesi nedir?

Yemek lokantalarından bir sürü ıslak mendil. Aslında daha çok olmalıydı ama bu çantadan bu kadar çıktı.

Bu aralar elimdeki kitap : Ahmet Ümit'ten Kavim.

Ha bir de normalde el kremi olur ama onu iş yerimde bıraktım sanırım.

Tabi bir de iş ve ev anahtarlarım var ama anahtarlığı eve girerken çıkardım. Fotoğraf çekerden de masaya getirmeyi unutmuşum! :)

Evet sanırım hepsi bu.

Ben de meraktayım. Çakılım, Benim Hayatım ve Yaşamın Kıyısında, acaba siz de çantalarınızın içini bize açar mısınız?

22 Kasım 2008 Cumartesi

The Mummy: Tomb of the Dragon Emperor, 2008 (5,2)



Önceki Mumyaları sevmiştim. Hatta özellikle ilk filmi. Hangi serinin ilk filmi en kötü ki, ya da hangi serinin sonraki filmleri ilkinden daha güzel ki demeyin. Var öyle filmler de. Misal Star Wars. Hastasıyım her filminin de :) Üstelik Star Wars'da konu haricinde görsellik de çok önemli olduğundan ve de yıllar geçtikçe ilerleyen teknoloji sayesinde daha güzel görüntüler elde edilebildiğinden son filmleri daha da çok seviyorum. Obi Wan'a aşığım ayrıca :)

Her neyse, bu girişten sonra Mumya serisinin bu son filmini pek beğenmediğim anlaşılmıştır heralde. Ben yine de aklımda kalanları yazayım unutmadan. Hem belki seven olur her şeye rağmen.

İlk filmlerden bildiğimiz Mumya avcısı çiftimiz Rick (Brendan Fraser) ve Evelyn (Maria Bello) önceki davalarından kazandıkları parayla bir malikane almış ve içine yerleşmiştir. Üstelik kendilerince emekliliklerini de kazanmış ve artık sadece aileleriyle ilgilenmeye karar vermiştir.

Zaten ikinci filmden bildiğimiz ufaklık Alex de büyümüş ve genç bir delikanlı olmuştur (Luke Ford). O da babası gibi fırlamadır ve ailesinin sözünü dinlememektedir.

Ailesi onu okulda üniversitede okuyor zannederken o da ailesinin eskiden yaptığı gibi arkeolojiye merak salıp kazı yapmaya başlamıştır. Üstelik sonunda aradığı Ejder İmparatoru'nun mezarını da bulur.

Bu başarıyı ailesine açıklayamadan önce ailesi tesadüfen Çin'e gider ve olanları öğrenir.





Ancak İmparator'un üzerinde lanet vardır. Yıllar yıllar önce bütün dünyayı ele geçirebilmek için uğraşmış ve son anda Zi Juan (Michelle Yeoh) tarafından lanetlenmiştir. Bu lanet ortadan kalkarsa kaldığı yerden devam edecek ve herkese hükmedecektir. İmparator Han (Jet Li) sevimli kahramanımız Avatar gibidir zira. Suya, havaya, toprağa, ateşe ve tahtaya hükmedebilmektedir.



Çin'de zaten savaş vardır ve komutan İmparator'un dirilip Çin'i refaha kavuşturmasını ister. O bir yandan gerekeni yapmaya çalışırken Mumya avcılarımız da onu durdurmaya çalışacaktır.



Dediğim gibi ben çok sönük buldum bu filmi. Brendan Fraser hadi hep aynıydı, 3 filmde de karşımıza çıktı. Ama Maria Bello'yu bu filmde beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Ki aslında severim de kendisini. Ama nerede o Rachel Weisz'daki asalet? Resmen değiştiriyormuş filmin başarısını yahu.





Brendan Freser'ı en son Journey To The Center Of The World'de (Dünyanın Merkezine Yolculuk) seyretmiştik. Bak onu da yazamadım daha. O da fantastik bir filmi. Jules Verne'in kulakları çınlasın :) 2000'de güzeller güzeli Elizabeth Hurley'nin şeytan olduğu Bedazzled filminde ruhunu şeytana satan Elliot rolünde seyretmiştik Fraser'ı. Daha bir sürü filmi de var ama doğrusu Brendan Fraser deyince aklıma ilk gelen filmleri Mummy serisi.

Rachel Weisz'den şu filmlerde bahsetmiştim daha önce : Definitely, Maybe, My Blueberry Nights. Güzelliğini de oyunculuğunu da çok beğeniyorum ben.



Bu filmde Weisz yerine Evelyn olarak seyrettiğimiz Maria Bello'yu ise çok sevdiğim ER dizisinden tanıyorum asıl olarak. Daha sonra Coyote Ugly, Secret Window gibi filmlerde de seyrettik onu.



Kahraman kadın Zi Juan'ı canlandıran Michelle Yeoh'u asıl olarak Crouching Tiger Hidden Dragon filminden biliyoruz.



Jet Li içinse Ying Xiong (Hero) diyeceğim başka da bir şey demeyeceğim. Uzun bir film listesi var. Buradan bakabilirsiniz.

Ha bu arada yönetmenliğini Rob Cohen'in yaptığı film 2008 yapımı ve tahmin edebileceğiniz gibi IMDB puanı düşük : 5,2.

21 Kasım 2008 Cuma

Klass, 2007 (8,3)



Geçenlerde, bana Ben X'i hatırlatan bir film seyrettik. Geçenlerde dediğin tabi birkaç ay geçti üzerinden. Dolayısıyla satır satır anlatamayacağım. Hatırlamıyorum çünkü detayları :)



Joosep (Pärt Uusberg) utangaç, sessiz sakin bir çocuktur. Okulda çete kıvamındaki bir grup genç sürekli Joseph ile uğraşırlar. Başlarda bu çetenin elemanlarından biri olan Kaspar (Vallo Kirs) sonunda dayanamaz ve Joosep'e yardım etmese bile diğerlerinden ayrılır.

Zaman geçtikçe çete elemanları ve bütün sınıf Kaspar'a da cephe alır ve Kapsar Joosep'e daha yakın olmaya başlar. Artık o dövülmesin diye sınıfa ondan önce girip onu korumaya başlar. Okula gidiş gelişlerde yalnız kalmasın diye onunla birlikte gelip gitmeye başlar.



Yine de çete elemanlarının bu iki gence zulümleri devam eder. Kaspar'ın kız arkadaşı bile Kapsar artık Jooseph'in yanında diye onu terk eder.

Sonunda Joosep çileden çıkar. Kendisine ve Kaspar'a birer silah alır ve yola çıkar.

Giriş gelişme açısından Ben X'e gerçekten çok benziyordu. Bu filmin sonunda da "oh iyi yaptıla" dedirtecek bir son vardı. Şiddeti onaylamıyorum yanlış anlaşılmasın. Ama en son bahsettiğim Hard Candy'deki gibi bir bunalma durumu vardı bunda da. Hoş bu filmde eller kollar bağlı değildi ama neredeyse o halde olan iki genç çocuk vardı. 2 kişinin karşısında bütün bir sınıf olunca direnmek de zor oluyor haliyle. Konusu, işleyiş biçimi güzeldi güzel olmasına. Üstelik bunlar hayatın gerçekleri ama ben yine de bu tip şeyleri seyrederken inanılmaz derecede rahatsız oluyorum…

Film 2007 yapımı. Ilmar Raag yönetmiş. Oyuncuların ilk sinema deneyimleri olmasına rağmen çok başarılılardı bence. Film ayrıca Estonya'dan 2008 Oscar'ları için aday olmuştu en iyi yabancı film dalında. Aldığı bir sürü ödül de var. 13. Avrupa Film Festivali'nde Gümüş Kaz Ödülünü almış.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Hard Candy, 2005 (7,2)



Aslında aklımdaki film Smart People idi, Ellen Page deyince. Ama ondan önce Hard Candy'i koyduk DVD playerımıza. Hoşlandım mı filmden? Söylemek zor. İyi oyunculuk, hatta ciddi iyi oyunculuk var. O kadar gerçekçi ki, oturduğumuz yerde sinir krizleri geçirip terledik biz de. Keyfi diğer filme saklayacağım bu durumda.

Monitörde tıkır tıkır kelimelerin yazıldığını görürüz. İki kişi chat yapmaktadır ve sohbetin sonunda buluşmaya karar verirler…



Kızın (Ellen Page) arkası dönüktür. Adam (Patrick Wilson) yavaşça arkasından yaklaştığında, kız önündeki çikolatalı tatlının içine gömülmüştür :) Adamın geldiğini anlayınca arkasına döner. Yüzü gözü çikolata içinde, kısa saçlı, küçük bir kız çocuğu vardır karşımızda. Söylediğine göre 14 yaşındadır. Karşısındakiyse ondan 18 yaş büyük chat arkadaşı Jeff'dir. Kafede biraz sohbet ettikten sonra Jeff'in evine gitmeye karar verirler.



Kız, Hayley, aslında çok temkinlidir. Jeff'in evde kendisi için hazırladığı içkiyi bile içmez şüphe ettiği için. Kendisi hazırlar içkileri.



Jeff fotoğrafçıdır ve ünlü mankenlerle çalışmaktadır. Hayley duvarlarda mankenlerin fotoğraflarını görünce kendisinin de fotoğraflarını çekmesini ister Jeff'den. Jeff fotoğraf makinesini alıp Hayley'nin peşinde dolaşır ancak bir poz bile çekemeden yere düşer.

Düşündüğümüzün aksi gerçekleşmiştir. Kızın peşinde olan adam değildir, bilakis adamın peşinde olan bu yeniyetme 14'lük kızdır. Hayley Jeff'in içkisine ilaç katıp onu bayıltmıştır.

alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5270471334170310898" />

Jeff uyandığında bir sandalyeye bağlıdır. Hayley'e göre Jeff, küçük kızların peşinde dolaşan bir sapıktır. Kızları taciz eden, tecavüz eden hatta öldüren biridir. Jeff düşündüklerini itiraf edene kadar onu serbest bırakmayacak, dahası onu hadım edecek kadar ileri gidecektir Hayley. Asıl amacı kayıp olan Donna'nın katilinin ortaya çıkmasıdır.

Bu film de 2006 yapımı ve Türkçemize Lolipop ismiyle çevrilmiş. IMDB'den de 7,2 puan almış. David Slade yönetmiş bu filmi. Daha önce 30 Days Of Nights adlı filmi de yönetmişti. Burada anlatabilmiş miydim bilmiyorum ama o film kanlı, öldürmeli falan bir filmdi. Tarz olarak pek benzemiyorlar Hard Candy ile :)

Filmde gerçekten çok rahatsız oldum. En sinir olduğum şeylerden biridir bağlıyken karşındakinin her türlü hareketine, işkencesine maruz kalmak. Bir kere bağlandın mı gerisi gelir. Karşılık vermek için ölüp bitersin ama nafile. İşte bu filmde de neredeyse baştan sona böyle bir durum vardı. Ben çok daraldım o yüzden. Ama filmi kötüleyemem bu yüzden. Bilakis, tam da bu yüzden film çok iyiydi. Daha doğrusu oyunculuk çok iyiydi.



Ellen Page'i ödüllü film Juno'dan biliyoruz. O filmde de çok beğenmiştim kendisini. Bu filmde daha çok erkek çocuğu gibiydi gerçi :) Ama hakikaten çok güzel oynamış.

alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5270471956566311794" />

Patrick Wilson'ıysa daha önce Little Children'da Kate Winslet ile yasak ilişki yaşayan biri olarak seyretmiştik. 2007'de The Evening adlı filmde de oynamış. O filmin de reklamlarını görmüş ve seyretmek istemiştim ama henüz seyredemedim.

Filmin son sahnelerinde bir tanıdık yüz daha çıkıyor karşımıza. Jeff'in komşusu rolünde bir Sandra Oh. Grey's Anatomy'deki halinden oldukça farklı tabi :)

18 Kasım 2008 Salı

The Fall, 2006 (8,0)



Bu filmi sevgili Craft Woman'ın tavsiyesi üzerine çok seyretmek istedim. Ben eşime söyleyene kadar bir akşam bir de baktım eşim bu filmi getirmiş seyredelim diye. Kalp kalbe bir diye buna diyorlar sanırım :) Seyrettikten sonra sevgili 7. Oda'nin sayfasında da filmle ilgili harika bir tanıtım yazısı gördüm. Severek takip ettiğim blog yazarlarıyla aynı filmleri seyretmiş ve sevmiş olmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Bu filmde de aynı şekilde oldu. Film gerçekten çok güzeldi. Beğenmedim diyecek biri çıkar mı bilemiyorum bu görsel şölene.

Filmimiz sephia bir görünümle başlıyor, hani şu siyah-beyaz gibi olan ama beyazların sarımtırak olduğu renk hali var ya, o şekilde…

Ve bir adam,
Ve bağıran adamlar,
Ve su,
Ve köprü ,
Ve tren,
Ve düşüş,
Ve filmimiz başlar.



Bir hastanenin çocuk servisinde buluruz kendimizi. Alexandria (Catinca Untaru) kolunu kırmış ve hastaneye gelmiştir. Çok sevdiği hemşirelerden Eveleyn'e (Justine Waddell) bir not yazar ve pencereden ona seslenerek notu aşağı atar. Ama not bahçedeki portakal kasalarının üzerine düşer ve Eveleyn nota ulaşamaz. Alexandria hemen aşağı koşar ve notunu aramaya başlar. Ararken başka bir servise girer. Tam dışarı çıkarken Roy (Lee Pace) "Alexandria sen misin?" diye sorar küçük kahramanımıza. Not bir şekilde Roy'un eline geçmiştir ve elindeki küçük kağıdın yazarının bu küçük kız olduğunu tahmin eder. Kız dışarı kaçsa da isminin nereden geldiğini anlatmaya başlar Roy. Ve bir noktada kızın ilgisini çekmeye başarır. Roy hikayeler anlatarak her gün kızın kendisine gelmesini sağlar. Aslında ondan istediği bir şey vardır. Roy da Alexandrie gibi düşmüş (!) ve bacaklarını kırmıştır. Yerinden hareket edemez. İntihar etmek için Morfine ihtiyacı vardır ve ona yardım edebilecek tek kişi Alexandrie'dir.

Kıza her gün hikaye anlatır. Ve biz de Alexandria'nın gözünden hikayeyi yaşarız. Müthiş bir renk cümbüşü içinde, masalsı dünyasına adım atarız bir anda.





5 kahraman, Hintli, doğabilimci Darwin (Leo Bill), Maskeli (Mavi) haydut (Roy), bombacı ve köle, Vali Odious'tan nefret etmektedir ve hepsi de tek tek valiyi öldüreceklerine dair yemin ederler. Birlikte valinin peşine düşerler hikayede.





Alexandria kendisine hikaye anlatılmasından son derece memnundur. Hatta iyileşip de hastaneden ayrılmak istemez. Çünkü Roy'dan ayrılmak istemez.

Hikayenin başında Roy, asıl kahramanı Alexandria'nın babasıymış gibi göstermeye çalışsa da Alexandria kahramanı Roy olarak görmek ister ve hikaye bu şekilde devam eder. Sona yaklaştıkça Roy hikayesindeki adamları bir bir öldürmeye başlar. Buna eş zamanlı olarak Alxandria'nın getirdiği ilaçları yutmaya başlamıştır.



Aslında her şey bir kız içindir. Roy sevgilisi tarafından terk edilince intihar etmeye kalkışmış ama sonuçta bacaklarını kırmıştır. Hikayesinde de güzel bir kızın peşinden gider ama kızın kendisini aldattığını görünce hikayede de yaşamına son vermek ister…

Film tek kelimeyle harikaydı. Son zamanlarda seyrettiğim en iyi filmdi hatta. Hem konusu hem görüntüsü itibariyle çok çok beğendim gerçekten de. Kesinlikle tavsiye ederim.

Film aslında 2006 yapımı ve IMDB'de 8 puan almış. Jennifer Lopez'li The Cell'in yönetmeni Tarsem Singh yönetmiş bu filmi de. The Cell de değişik ve güzel bir filmdi bence.



Lee Pace'i Pushing Daisies adlı televizyon dizisinden biliyoruz asıl olarak. Birkaç filmi daha var ama ben seyretmedim sanırım. Tanıdık gelmedi isimleri.

Catinca Untaru'nunsa ilk filmi. Hayranlık uyandırıcı bir performansı var gerçekten de. Bu kadar doğal ve güzel nasıl oynar bir insan, hem de 11 yaşında, şapka çıkartıyorum kendisine. Üstelik film çekildiği sıralar sadece 9 yaşında idi.

Filmi Alexandria'nın hayalgücüyle seyrettiğimiz için kötü adamlar falan da hep onun bildiği ve gördüğü kadarıyla karşımıza çıkıyor. Mavi haydut ve arkadaşlarını durdurmaya çalışan askerlerle Alexandria'nın hastanede gördüğü röntgen teknisyenleri arasındaki benzerlik falan çok güzeldi mesela. Neyse ben uzatmayayım daha fazla. Siz en iyisi oturun bir güzel seyredin bu filmi :)

Daha çok fotoğraf için buraya tıklayabilirsiniz.

13 Kasım 2008 Perşembe

Siyah Kan, Jean-Christophe Grange



Son zamanlarda okurken satır atlaya atlaya bir an önce sonunu öğrenmek için kıvrandığım tek kitap diyebilirim Siyah Kan için. Ondan önce Maeve Binchy’nin Gümüş Yıldönümü’nü okumuştum. Tabi iki kitap arasında dağlar kadar fark var. Binchy’nin dünyasından bir anda Grange’ın dünyasına atlayıvermek epey gerdi beni..

Jaques Reverdi dünyaca tanınan bir dalgıçtır. Bir anda cinayetten tutuklanır. Bir kız vahşice öldürülmüştür. Reverdi bu cinayetten yırtsa da ikincisinde suçüstü yakalanır ve hapishaneye gönderilir.

Marc daha önce sevdiği iki kişiden birinin intiharı, diğerinin vahşice öldürülmesi sonucunda komaya girer. Başlangıçta müziğe merak salmışken bu ölümler sonucunda meslek değiştirmeye karar verir ve en sonunda magazin fotoğrafçısı olur. Bu işine de Prenses Diana’nın ölümüyle son verir. Artık daha düzgün işlerde çalışmak ister. Bunun için gazetecilik ruhunun peşinden gitmeye karar verir. O günlerde Reverdi olayı gündemdedir. Marc da bu olayı araştırmaya karar verir. Ancak Reverdi kimseye röportaj vermez. Marc araştırmaları doğrultusunda kendisine bir plan yapar. Reverdi hapisteyken genç bir kız kimliği ile Reverdi’ye mektup yazacak ve Reverdi’nin kendisine açılmasını bekleyecektir.

İşler Marc’ın beklediğinden de iyi gider. Reverdi Marc’ın yeni kimliği olan Elisabeth’e aşık olmuştur. Ancak Elisabeth’in, kendisinin yarım bıraktığı işine devam etmesini ister. Marc’ın başı beladadır ve feci halde korkmaktadır. Üstelik Reverdi hapishaneden kaçmayı başaracak ve Marc’ın peşine düşecektir!

Yeterince gerilim oldu mu? He he :)

Ben çok beğendim. İnternette şöyle bir araştırdım. Yorumlar genelde kötü bir kitap olduğu şeklinde yapılmış. Ama bu tip yorum yapanların kan’dan hoşlanmadıklarını, kan gördüklerinde bayıldıklarını falan düşünüyorum. Çünkü kitapta 3 önemli kanın tanımına kadar epey detay var (ilk adet kanı, bekarlığa veda kanı ve açık yara kanı). Bu kısım biraz iğrenç gelebilir ama kitap baştan sona büyük bir gerilim ve heyecan içeriyordu bana göre. Tavsiye ederim yani :)

(458 sayfa.)

Hamiş : Bu kitaba Alanis Morissette'nin "Your Congratulations" isimli şarkısını yakıştırmıştım aslında, bilenler bilirler. Ama onu bulamadım. That I Would Be Good ile yetineceksiniz artık. Bu şarkısını da severim :)

12 Kasım 2008 Çarşamba

Once, 2006 (8,1)

Haftasonu Melih’ciğimiz geldi. Çekirdek ailemizden biri gelmiş gibi sevindik Badem’le :) Çok güzel bir haftasonu geçirdik. Melih’in engin bilgisi sayesinde sinema dağarcığımızı, şarkı dağarcığımızı genişlettik. İnsan her şeye meraklı olmayagörsün, anlat anlat bitiremedi :) Film listemizde seyredilecekler kısmında üst sıralara aldırdığı filmlerden birini seyrettik evvelsi gün. Diğerlerini de seyrettikçe anlatabileceğim umarım. Bu aralar yazma konusunda biraz sıkıntım var. Epey ara verdim ya, ondan sanırım.



Gelelim filmimize. Aslında 2006 yapımı. Vizyona girdiği zaman özellikle müzikler konusunda epey ses getirmiş, biz atlamışız nedense, seyredememişiz düne kadar. Ödüllerini yiyeyim, şarkılar cidden çok güzeldi!

Melih film hakkındaki duygu ve düşüncelerini aktarabilmek için filmle ilgili kısa film seyrettirdi bana. 1-2 dakikalık görüntüler sonunda ekranda bir yazı belirdi : “How often do you find the right person? (Hayatınızda kaç kere dpğru insanı bulursunuz?”. Ve filmin adı beliriyor bu sorudan sonra : “Once* (Bir kez)”.

İşte bu kısa film sonrasında film hakkındaki merakım daha da artarak koltuğa geçtim ve seyretmeye başladım.



Adam (Glen Hansard, aslında filmde ana karakterlerin isimleri yok gibi, zaten kadro yazısı geçerken de adam ve kadın şeklinde geçiyor başroller) kendi çapında müzik yapan biridir. Annesi öldükten sonra babasının elektrik süpürge tamircisi dükkanında çalışmaya başlar. Arta kalan zamanlarındaysa sokaklara çıkıp gitarıyla kendi bestelediği şarkıları söyler.



Bir gün yine böyle şarkı söylerken Çek bir kızla tanışır (Marketa Irglova). Kız adamın şarkılarına hayran olup onunla sohbet etmeye başlar. Adamın süpürge tamircisi olduğunu öğrenince kendi bozuk süpürgesini tamir edip etmeyeceğini sorar ve ertesi gün için anlaşırlar. Ertesi gün akşam olunca adamın her gün gelip şarkı söylediği sokağa elektrik süpürgesiyle gelir kız. Ama adam çoktan unutmuştur verdiği sözü. Yine de kızı kırmaz ve birlikte babasının dükkanına giderler. Adam kızın arkadaşlığından zevk almaya başlar. Eski sevgilisi tarafından yeni terkedilmiştir ve bir arkadaşa ihtiyacı vardır. Adam albüm çıkartma hayalleri kurar bir yandan. Bu yeni arkadaşının piyano çaldığını öğrenince onu dinlemek ister. Kız memleketinde piyano çalabilirken eşini memleketlerinde bırakıp Dublin’e geldiğinde parasızlıktan sokaklarda çiçek satma, evlere temizlikçi olarak gitme gibi işler yapar annesi ve küçük kızına bakabilmek için. Aynı zamanda bir dükkandan izin alarak ara sıra oraya gidip satılık olan piyanolardan birinin başına geçip pratik yapmaya devam etmektedir. Kızın da kendi besteleri vardır.





Adam sonunda albüm hayallerini gerçekleştirmeye karar verir. Bunun için Londra’ya gidecektir. Ama öncesinde Dublin’de bir albüm hazırlaması ve bunu Londra’ya götürmesi gerekir. Bunun için sokakta tanıdığı sokak müzisyenleri ve kızdan yardım ister.



İşte bu film de müzikle dolu geçen 1 haftadan bahsediyor. Peki sonunda ne oluyor? Adam ve kız hayatlarında bir kez bulabilecekleri bu yakınlığa tam gaz devam mı ediyorlar yoksa kız eşine, adam eski sevgilisine mi dönüyor? Bilmem :) Sadece müzikleri için bile seyretmeye değerdi bence.

Asıl adam karakterindeki Glen Hansard İrlandalı Frames grubunun solistiymiş. Adam hakiki şarkıcı yani. Ben ses rengini Cat Stevens, ay pardon Yusuf İslam’a benzettim. Hoşuma gitti yani. Bir sürü filme de şarkı yazmış.

Marketa Irglova da şarkı yazarı. Bu filmdeki Falling Slowly isimli şarkıları için Glen Hansard ile birlikte Oscar ödülü almışlar. Başka ödülleri de var. Buradan bakabilirsiniz.

Filmi John Carney yazmış ve yönetmiş. IMDB'de 8,1 puan almış ki oldukça yüksek. Sonuç olarak beklediğim gibi bir aşk filmi olmasa da ben de beğendim.

Benim şöyle bir durum da var tabi. Filmi seyrederim. Güzeldir ama öldüm bittim gibi güzel gelmemiştir. Aradan zaman geçer, anı durumuna düşer film de. İşte anı durumundayken filmden bir kare görürüm, şarkısını dinlerim ve ta taam! Film aniden olduğundan daha güzel bir anlam taşımaya başlar benim için. Bu sanırım biraz da filmi seyrettiğim zamanla alakalı bir durum. O günlerdeki genel halim, mutluluğum, arkadaşlarım vs. Bana bunları hatırlattığı için değeri artar belki de. Bu filmin üzerinden o kadar zaman geçmedi henüz. Ama yine de seyrederken aldığımdan daha büyük bir keyif alıyorum filmi hatırladığımda. Bunda da güzel şarkılarının etkisi var gibime geliyor. Dinledikçe daha iyi anlayacaksınız beni. İyi seyirler ve keyifli dinleyişler! :)

* : Once İngilizce'de hem bir kere hem de bir zamanlar anlamına gelir. Film Türkçemize de bu ikinci anlamı olan "Bir Zamanlar" olarak çevrilmiş.