29 Ekim 2008 Çarşamba

Doğru olan buydu zaten..

Holey holeeeeey! :)

Yeniden engelsiz ve sınırsız olarak karşı karşıya gelebildik sizlerle. Çok mutluyum. İşyerimdeki berbat işleri hallettikten sonra eski neşem ve enerjim ve filmlerimle tekrar karşınızda olacağım! :) O zamana kadar hepinize kocaman sevgiler :)

27 Ekim 2008 Pazartesi

Nasıl yani??

Ekranlarımızı karattıklarına inanamıyorum!

Geçtiğimiz hafta tatildeydim. Dünyayla tüm bağlantılarımı kesmiştim. Geldiğimde büyük bir şok yaşadım. Blogspot gerçekten de çok eğlenceli bir renkti benim için. Her sabah bilgisayarın karşısına geçmek için iyi bir nedenim vardı. İş dolayısıyla zorunluluk olarak bilgisayar başına geçsem de, zevk alacağım bir şeyleri de aynı zamanda yapabilme düşüncesi içimi rahatlatıyordu. Nedenini anlamadım o yüzden. Bu sınırlamanın neden herkese birden geldiğini anlayamadım. Gelişmişliğimiz bu kadarla mı sınırlı yani? Kabloyu tümden kes bütün sorunlar bitsin. Bu nasıl bir anlayıştır? Kampanya da başlatmış arkadaşlar. Ellerine sağlık. Ben imzamı verdim, iyi sonuçlanmasını dört gözle bekliyorum... (http://www.bloghareketgunu.com/imza/bloguma-dokunma/index.php)

Yine ben yokken ödüller de dağıtılmış. Blogspotumun karardığını düşündüğümde aklıma gelen ilk isimlerden olan Uzunbacak, Çakıl, Koza, Tabiat Ana, Vladimir, Yaşamın Kıyısında, Gülçin, Abi benim de ödül vermek isteyeceklerimden olurdu. Bu yazıyı yayınlayabilir miyim onu dahi bilmiyorum şu an ama içimde kalmadan yazayım dedim.

14 Ekim 2008 Salı

Gittim geldim :)

Yazacak çok şey var. Hangisinden başlasam bilemedim..

1 – Geçtiğimiz haftasonu görümcemi evlendirdik :) Bu gayet güzel bir başlangıç oldu sanırım. Mutluluk ve umut dolu bir başlangıç, hem onlar için hem yazım için :) Görümcem bütünüyle çok uğraşmış. Çok beceriklidir zaten. Nişanından, kınasından, düğününe her şey çok güzeldi. Umarım bundan sonraki hayatları da başlangıçları gibi çok güzel olur.

2 – Görümcemin kınası için Al Jamal’a gittik. Ben adını bile ilk defa duyduğum bu yere tabi ki ilk defa gittim. Sosyete takipçisi olanlar bilebilirler. Çok da güzel bir yerdi. Lübnan yemekleriyle, dansözleriyle çok eğlenceli bir akşam geçirdik 20-25 kişi. Yaşı genç olanları çağırmış görümcem. Tabi ki bayanlara sadece. Kına yakılmadan 10 dakika kadar önce damat ile diğer erkek arkadaşları geldiler ve gecenin sonuna kadar kaldılar. Yakında evlenecek olan, ya da sadece kafasını dağıtıp felekten bir gece çalmak isteyen varsa güzel bir seçenek olabilir Al Jamal.

3 – Kınaya aile büyükleri gelemediği için, görümcem onları da ihmal etmemiş ve onlar için de hamam sefası düzenlemiş. Aslında bu kınadan bir gün önce, yani Perşembe günü oldu. Annesi, yani kayınvalidem, ben, annem, Romanya’dan çok yakın arkadaşı vardık sadece hamam sefasında. Aslında kadroda ananemiz, teyzemiz ve kuzenimiz de vardı ama onlar perşembeden gelemediği için bu kadarcıktık. Hamam sefası için de Astoria AVM’deki Anantra Spa’yı ayarlamış görümcem. Biz annemle zaten kıl payı yetişebildiğimiz için sauna ya da havuzdan falan yararlanamadık. Köpük banyosuna katılabildik sadece. O bile yetti vallahi. Şartlarınız müsaitse bu da çok güzel bir seçenek yeni evlenecekler için.

4 – Düğünse Galatasaray Adası’nda oldu, İstanbul’da. Bu sefer yanında nasılsa kuzen var diye ben kuaföre vs yetişeceğim diye acele etmedim. Yerler uzak olunca her anında gelinin yanında olma imkanım olmadı. Nikah ve sonrasında çektiğim güzel fotoğraflarla gelin hanımın gönlünü alırım diye düşünüyorum :) Düğün derken kokteyl ve sonrasında partiydi aslında. Orada da her şey çok güzeldi gerçekten de. Nikahları ayakta kıyıldı. Öyle bildiğimiz cicili bicili masalardan yoktu. Gelin hanımın 2, damat beyin 1 şahidi vardı. Nikah memuru çiçeklerle süslenmiş T şeklindeki “şey”in önüne geçti gelin ve damadı da yanına alarak. Sonra şahitler de davet edildi ve nikah kıyıldı. Sonrasında güzel bir ilk dans ve öpüşüp koklaşma faslı. Kuzen, gelin ve damadın arkasından, annemle birlikte süslediğimiz sepetle dolaşıp takıları aldı. Gelin, gelinliğini deldirmemiş oldu bu şekilde. Hiçbir takıyı takmadı (Bunları yeni evleneceklere fikir olabilir diye yazıyorum). Parti kısmı başlayıp da herkes kurtlarını teker teker döktükten sonra salon iyice boşalmaya başladı. Biz 2’ye doğru kalktık. Aslında aile olduğumuz için gelin ve damatla birlikte çıkmamız gerekirdi belki ama ailesi çoktan gitmişti. Birkaç arkadaşıyla biz kalmıştık. Kendi arabamızla gitmediğimizden ve yol da bilmediğimizden biz de gittiğimiz arkadaşla birlikte kalktık. Bizden 10-15 dakika sonra onlar da ayrılmışlar zaten.

5 – Dakyüz ve Osi sonunda bizim apartmana taşınıyorlar :) Aslında teras katı boş olduğundan beri akıllarındaydı. Yani siz deyin 2 ben diyeyim 3 senedir falan. Bu sene nihayet kısmet oldu da evi tuttular sonunda. Bu hafta boya badana var. Daha sonra da eşyalar taşınacak.

6 – Cuma günü izne çıkıyoruz yine :) Bu sene çok gezdik gibi gelmesin. Aslında yıllık iznimizin 1 haftasını kullandık daha önce. Sonrakiler hep 1 ya da 2 gün izin alıp haftasonuyla birleştirmekten, hatta bazen de sadece haftasonundan ibaret geziler / izinler oldu. Bu sefer yolumuz yine Fethiye’ye düşüyor. 3 senedir yoklama verdiğimiz Hillside Beach Club’a bir kez daha gideceğiz. Ben artık eşek kadar oldum malum, % 40 gençlik indiriminden yararlanamıyorum artık :(

7 – İ. O. Anar’ın Suskunlar’ı henüz bitmedi ama onu tatile saklamaya karar verdim. Maeve Binchy’nin Gümüş Yıldönümü’ne başladım şimdi. Kitapları çok benzer zaten. Aynı akıcı dil, aynı güzel tat, edebi değil kabul, ama güzel yine de :)

8 – Bu arada bir sürü film de seyrettik. Ama o kadar uzun soluklu yazamayacağım şimdi. Daha öncekiler beni bekliyor hala :( Unutmamak için isimlerini yazayım hiç yoktan : Klass, Get Smart. Al işte gerisini unuttum şimdiden.



9 – Sonunda kendime bir mp3/mp4 çalar aldım. Buradan aldım, yurtdışından geldiği için açıklamada belirtildiği gibi 2-3 gün sürmedi gelişi. 6. iş günü elime geçti. Tabi arada haftasonu falan da olduğu için beklemek bana eziyet gibi geldi. Ama geldiğine çok sevindim. Kulaklıklar şu an kulağımda. Sabahtan beri dinlediğim Norah Jones sayesinde kendimi gerici ve bunaltıcı iş yerinde değil de, ayaklarımı uzatıp dinlendiğim evimdeymiş gibi hissettim çoğunlukla. Kesinlikle tavsiye ederim.

Hamiş : Norah Jones dedim ama onun yanında Demir Demirkan ve Bjork de dinledim çokça. Bjork çok sevdiğim bir şarkısıyla eşlik edecek şimdi yazıma :)

7 Ekim 2008 Salı

Espinazo Del Diablo, El (Devil's Backbone), 2001 (7,6)



Bu filmi sevgili Vladimir’in tavsiyesi üzerine seyredilecekler listemizin üst sıralarına taşımıştık. Bayramda seyretme imkanı bulduğumuz filmlerden biri oluverdi böylece.





İspanya’da savaş vardır. Babası savaşa gidince Carlos (Fernando Tielve) da bakılması için bir yetimhaneye bırakılır. Yetimhanenin başında Carmen (Marisa Paredes) ve doktor Casares (Federico Luppi) vardır. Bir yerden yardım almadan, kendi imkanlarıyla bakmaya çalışırlar çocuklara.



Carlos yetimhaneye ilk geldiği günden itibaren, ondan yaşça daha büyük olan Jaime (Íñigo Garcés) ve arkadaşları Carlos ile uğraşırlar. Carlos geceleri yatakhanede garip sesler duymaktadır. Bir gece yine sesler duyduğu için uyuyamaz ve kalkıp sesin geldiği yeri aramaya başlar. O sırada çocukların ayaklarının ucunda duran sürahiler tek tek yere düşerek içindeki sular yere dökülür. Bu gürültüye bütün çocuklar uyanır ve sularını döktüğü için Carlos’u suçlarlar. Oysa suçlu Carlos değildir. Jaime Carlos’un mutfağa giderek sürahileri doldurması gerektiğini söyler. Tabi gecenin karanlığında, kimseden korkmuyorsa. Carlos akıllı ve cesurdur, tabi ki gidecektir. Ama Carlos’un da bir şartı vardır : Jaime de onunla gelmelidir.

İki çocuk merdivenlerden sessizce inip yatakhanelerinin karşısındaki tek katlı binaya, mutfağa giderler. Önce Jaime doldurur suyu. Sıra Carlos’a geldiğinde Jaime çoktan mutfaktan çıkmıştır, dışarıda Carlos’u beklemektedir. Carlos suyu doldururken mutfakta asılı duran makaslar büyük bir gürültüyle yere düşer. Carlos arkasını döndüğünde merdivenlerde bir gölge görür. Makasları düşüren aşağı, karanlığa doğru inmektedir. Carlos merak eder ve o da gölgenin peşinden aşağı iner.



Aşağıda kocaman bir havuz vardır. İçinde sarımsı pis bir suyla.. Carlos etrafına bakınırken aşağıda bir çocuk görür. Çocuğun başından kan akmaktadır ve suratı bembeyazdır.



Carlos korkarak hemen yukarı çıkar ve sürahisini de unutmadan mutfaktan çıkar. Dışarı çıktığında Jaime yatakhaneye girmek üzeredir. Ancak Carlos içeri giremeden Jaime’in arkadaşları sapan ile Carlos’un elindeki sürahiyi vurup kırarlar. Bu sefer Jacinto (Eduardo Noriega) da uyanır ve dışarı çıkar. Jacinto da yıllar önce yetimhaneye gelen çocuklar arasındadır. Artık o da büyümüş ve yeni gelen çocuklara bakıcılık yapmaya başlamıştır. Çok asabidir ve Carlos’un yatakhaneden dışarı çıktığını görünce çok kızar.

Çocuklar bir araya geldiklerinde konuşmaya başlarlar. Carlos’a ilk günden beri takılma nedenlerinden biri de yatağının eskiden Santi’ye (Junio Valverde) ait olmasıdır. Denildiğine göre Santi yetimhaneden kaçmıştır. Bazılarına göre kurtulmuş, bazılarına göreyse dışarıda ölmüştür. Ancak gerçek çok daha başkadır ve Jaime gerçeği bilen tek çocuktur…

Film güzeldi. 2001 yapımı ve IMDB’de 7,6 puan almış. Bazı sahnelerde epey gerildim. Ama film sandığım gibi tamamıyla korku filmi değildi. Ben kendimi ona hazırlamıştım :)

Yönetmen Guillermo Del Toro’yu tanıyoruz artık. En son Orfanato, El’de bahsetmiştim. O filmin prodüktörlüğünü yapmıştı. Yönettiği filmlerden ilk seyrettiğimse Mimic. 1997 yapımı olan bu Mimic, İstanbul’da sinemaya gidip de seyrettiğim ilk filmdir hatta :) Liseden 97’de mezun olup aynı sene üniversiteye başlamıştım. Anılarım depreşti :) Daha sonra 2001’de Espinazo Del Diablo, El’i yönetmiş. Daha sonra 2002’de Blade II ve 2004’te Hellboy ile tekrar karşımıza çıkmıştı. O da çok başarılı bir filmdi bence. Yönetmenin başarısını gördüğümüz filmlerden biriydi hatta. Sonuçta Hellboy, adı üzerinde cehennemden gelen adam. Böyle sinir, antipatik biri olmalı. Ama öyle değildi. Ben çok sevmiştim :) Sonra 2006’da 3 tane Oscar ödülü de alan Laberinto Del Fauno, El (Pan’ın Labirenti) ile ismini iyice duyduk. Tabi bu kadar başarının üzerine Hellboy’un devam filmi olan Hellboy : The Golden Army yönetmenliğini de ona verildi. Tabi bütün bu filmlerin yazar/senarist kısmında da yine Guillermo Del Toro’nun ismini gördüğümüzü belirtmeliyim.



Eduardo Noriega’yu en son Vantage Point’te seyretmişiz. Epey de filmi var. Hatta 2005’te çekilen Che Guevara’da Che’yi canlandırmış ama ben seyretmedim henüz, eşim seyretmişti yanlış hatırlamıyorsam.



Federico Luppi’yse Laberinto Del Fauno, El’de de oynamış. Onu da en son daha önce bahsettiğim Habitación de Fermat, La’da Fermat rolünde seyretmişiz.

5 Ekim 2008 Pazar

Meyveli Kek





2 adet yumurta
1 su bardağı şeker
2 su bardağı un
1 paket kabartma tozu
1 paket vanilya (evde yoktu ve ben katmadım)
Yarım su bardağı sıvı yağ
1 su bardağı süt
Tuz
Meyve (Elma almıştım daha önce, ben onu kullandım. Ama zevkinize göre şeftali, armut, büyük mor eriklerden, böğürtlen vs de kullanılabiliyormuş)
Meyve tercihinize göre tarçın ya da limon kabuğu rendesi (ben elma seçince tercihimi tabi ki tarçından yana kullandım)
Yine tercihe göre kakao (ben kattım)
Üzerini süslemek için ceviz, fındık ne bulursanız :)

Öncelikle yumurtalarla şekeri çırpıyorsunuz. Daha sonra içine meyve ve ceviz/fındık harici malzemelerin hepsini katıp karıştırıyorsunuz. Kek kalıbını yağlayıp karşımı bu kalıba döküyorsunuz. Daha önceden yıkayıp soyup ince dilimler halinde kestiğiniz elmaları harcın üzerini kaplayacak şekilde döşüyorsunuz (Normal boyutlarda yuvarlak kek kalıbı için bir adet büyük boy elma yetti mesela). Üzerine ceviz/fındık ekliyorsunuz.

Bu arada hani karıştırma kabındaki bütün malzemeyi sıyırmak mümkün olmuyor ya hani, onları da şu şekilde değerlendirebiliyormuşuz. Kalan harca 1 yemek kaşığı sıvı yağ, 1 yemek karşı un (bana az geldi un, ben 2 yemek kaşığı koydum) ekleyip karıştırıyoruz. Kurabiye hamuru gibi bir şey oluyor. Onu kırpık kırpık bütün malzemelerin üzerine döküp fırına veriyoruz. 170 derecede 30-40 dakika kadar sürüyor pişmesi. Fırından çıktıktan sonra üzerine biraz un serpiyoruz. Her tarafına değil ama, hani pastanelerde yer yer beyaz görünen şık kekler oluyor ya, onlar gibi oluyor. Tadı zaten enfes. Tarifi veren ablama teşekkür edip size iyi günler diliyoruz :)

Hamiş : Bunun fotoğrafı mevcut amma ve lakin yanımda değil. Akşam evde ekleyeceğim, bekleyiniz efenim :)

Tarçınlı Biber Dolma

Sabah resmen bugün de tatildi gibi inanılmaz inandırıcı bir düşünce vardı kafamda. Eşim çoktan kalkmış duşunu almıştı. Zaten ben de duş sesine uyanmıştım. Ama o işe gidecek bense geçtiğimiz 9 gün olduğu gibi istediğim saate kadar pinekleyecektim. Ama bu düşünce 1 dakika bile kalamadı kafamda. Hemen kendime geldim :(

Filmlerden önce yemek tariflerini yazayım en iyisi dedim. Sabah sabah iyi gider :)

Dolmalık biber (kilo olarak bilemiyorum, satın almadım, köyden geldiği için bir torba kadar diyebileceğim :) )
1 adet soğan
1 adet havuç
Pirinç (bu da göz kararı, artar nasılsa diye koydum ama tam denk geldi ben de çok şaşırdım :) )
1 çay kaşığı tarçın (seviyorsanız biraz daha fazla katabilirsiniz.
1 adet kesme şeker
1 adet domates
nane
tuz
karabiber

Öncelikle soğanları ve havuçları doğrayıp biraz kavurdum. Daha sonra üzerine yıkayıp süzdüğüm pirinçleri ekledim. Tüm baharatları da ekleyerek (1 bardak pirince 1,5 bardak su orantısıyla) suyunu ekleyip pişmeye bıraktım.

Pirinçler yumuşayınca ocağın altını kapatıp biberleri bu içle doldurdum ve domatesten yaptığım kapaklarla üzerlerini kapattım. Biberleri tencereye dizdikten sonra rendelediğim 1 adet domatesi de üzerlerinde gezdirip 2 çay bardağı kadar su ekleyip pişmeye bıraktım. İçi zaten pişmiş olduğu için sadece biberlerin yumuşaması yetti tabi.

Bu aslında kuş üzümlü, fıstıklı biber dolmanın tarifine benziyor lakin ben kuş üzümünden de fıstıktan da haz etmiyorum yemeklerde. Tarifi havuçla renklendirip hazırlamayı uygun buldum. Damak tadıma da iyi geldi doğrusu :) İyi denemeler ve afiyet olsun! :)

2 Ekim 2008 Perşembe

Bayram sonrası

Bayram en çok bana yaradı sanırım. Kitabımı bir köşede bırakıp uyuklama dışında koltuğa yayılıp bir sürü film seyrettim :) Hatta bazılarını TV'de yayınlanırken tesadüfen yakalaıp da seyrettim. En sevdiğim animelerden biri olan Monsters Inc. ve usta Miyazaki'nin (Spirited Away) bunlar arasındaydı. Ben tabi zevkten dört köşe :)

Sonracıma, bayram için kuzenimiz gelmişti, oturdum onunla (benim için ikinci kez olmak üzere) Tim Burton'ın Corpse Bride'ını seyrettim. Sonra aslında çizgifilmlerini çok sevdiğim Alvin and the Chipmunks'ı seyrettik. Sonra, In Brudges geldi perdemize. Ama ben yorgundum, yazmaya uanıyorum ama yaşlı kadınlar gibi uyuklayarak seyrettim :) Burada tanıtabilmek için bir kez daha seyretmeliyim dolayısıyla.

Nip / Tuck'larda da 4. sezona başladık. Gayet güzel gidiyor. Elimizde bir de 5. sezon var sanırım. Biteceği için üzülüyorum da, bir yandan da merakla üstüste bir sürü bölüm seyrettiğimiz için seyretme imkanı bulamadığımız filmlere geçebileceğiz bütün bölümleri bitirince.

Filmleri de en kısa zamanda anlatacağım burada.

Ha unutmadan bu bayram tam bir ev hanımı gibi oldum. Mutfakta epey zaman geçirdim.
Değişik tarifler yaptım. Meyveli kek, tarçınlı biber dolma, kıymalı börek ilk kez denediklerimdendi. Meyveli kekin görüntüsü falan da çok güzel olduğu için onun fotoğrafını çekmeyi ihmal etmedim :) Tarifi verirken yayınlayacağım ve şimdiden söyleyeyim mutlaka deneyin.

Böyle işte...