30 Haziran 2008 Pazartesi

Salò o le 120 giornate di Sodoma, 1975 (6,2)


Dün oturduk, önceki gün seyretmek istediğimiz asıl filmi seyrettik. Aslında eşimin seyretmek istediği demeliyim, benim bu filmden haberim yoktu. Doğrusu fazla bir şey de kaçırdığımı söyleyemem. Zaten sonuna kadar da dayanamadım.

Film bir grup insanın çocuk yaştaki kızları ve erkekleri toplayarak onlara işkence etmesi üzerine kurulmuş. Ama işkence öyle böyle değil. Cinsel işkence bahis konusu olan.

Çocukları her türlü cinsel ilişkiye maruz bırakmak, yapmadıklarında onları cezalandırmak, kendi sapık hikayelerindeki olayları çocuklara canlandırtmak işkence tarzlarından bazıları. Bir ara öyle uçuklaşıyor ki ortaya çıkıp hikayesini anlatan kadından sonra adamlardan biri çıkıp kakasını yapıyor ve seçtiği kızın bunu yemesini istiyor. Bu şekilde adam zevkleniyor, şehvetleniyor işte ne denirse.

Benim ne yüreğim ne midem kaldırmadı. Eşim de bir yerde kusacak gibi oldu sanırsam ama o sonuna kadar dayandı yine de. Filmin amacı faşizmi göstermekmiş bu arada. Daha önce yine bu amaçla Frontiere(s)'i seyretmiştik.

Seyretmenizi tavsiye etmem ama yine de merak eden olursa filmi Pier Paolo Pasolini yazmış ve yönetmiş.

Recep İvedik, 2008 (5,9)


Seyretmemekte epey direndim açıkçası. Komedi filmlerini severim aslında. Ama bu filmden öyle çok bahsedildi, filmden kareler öyle çok gösterildi ki hem içim bayıldı hem öyk geldi hem de bende bir önyargı oluştu. Filmden çok bir şey beklemiyordum seyretmek için hazırlandığımda ama bu kadar da kötüsünü beklemiyordum doğrusu.

Hikaye Recep İvedik'in bir cüzdan bulması ve televizyon seyrederken bu cüzdanın sahibinin otel sahibi olduğunu öğrenmesiyle başlıyor. Sorumluluk sahibi (!) Recep, cüzdanı sahibine vermek üzere yola çıkıyor.

Otel sahibi çok seviniyor, Recep'e önce para, onu kabul etmeyince otelinde 1 hafta kalmasını teklif ediyor. Recep bu teklifi de reddedip gitmek üzere kapıdan çıkarken çocukluk arkadaşını otele girerken görüyor ve aniden fikrini değiştirip 1 hafta konaklamaya karar veriyor.

Bundan sonrası komik (!) olaylarla dolu.

Ben hiç beğenmedim. Filmin bir yarısından sonra uykum da geldi ve biraz uyudum doğrusu :)

Televizyonlarda bu kadar gösterilmeseydi bazı şeylere çok gülebilirdim belki ama bu şekilde hoşlanmadım pek.

Yine de benim gibi direnip seyretmek merakında olanlar varsa filmi Şahan Gökbakar'ın kardeşi Togan Gökbakar yönetmiş (Daha önce Şahan Gökbakar'ın eski sevgilisi Doğa Rutkay'ın da oynadığı Gen'i yönetmişti). Şahan Gökbakar senaryoyu Serkan Altuniğne ile birlikte yazmış. IMDB'de 5,9 almış dersem şaşırmayız herhalde değil mi?

Suspiria, 1977 (7,3)


Haftasonu oturduk Suspiria'yı seyrettik. Benden eski bir film, 1977 yapımı. Aslında itiraf ediyorum, niyetimiz bu filmi seyretmek değilmiş. "Miş" diyorum çünkü eşim eski ama güzel bir korku filmi getiriyorum diyerek kendi de farkında olmadan başka bir film getirmiş. Yani düşündüğü film bu zannediyormuş ama o da yanılmış. Diğerini başka bir zaman seyredeceğiz artık. Onun vesilesiyle Jessica Harper'la tanışmış olduk. Aslında çok tanıdık bir yüz. Bir sürü de filmi var ama bayağı eskiler. Yeni filmlerden, ki o bile eskidi, Minorty Report'ta da oynamış aslında.

Neyse filmimize gelelim;



Suzy Bannion (Jessica Harper) uçaktan inince taksi aramaya başlar. Bu arada yağmur başlamış ve sırılsıklam olmuştur. Sonunda bir taksiyi çevirebilir. Adresi verir ve arkasına yaslanır.

Gideceği yere ulaştığında kapıdan daha sonra isminin Pat (Eva Axén) olduğunu öğreneceğimiz genç ve güzel bir kız çıkmaktadır. Dışarıda acaip bir fırtına vardır. Genç kız bir şeyler söyler içerideki birisine ve adeta kaçar oradan.

Suzy taksiciye beklemesini söyleyerek kapıya yanaşır ve zile basar. Kendini tanıtır ve içeri girmek ister. Ancak karşı taraftan gelen ses onu tanımadığını ve içeriye alamayacağını söyler. Suzy birkaç kere daha denese de içeri giremeyeceğini anlar ve taksiye binip geri döner.






Bu arada Pat şehirdeki teyzesinin evine gitmiştir. Çok korkmuş bir hali vardır. Teyzesi onu odaya çıkartıp dinlenmesini tembihler. Pat odaya girer ve kapıyı kilitler. Her şey ona korkutucu gelmektedir. Cama yaklaşınca karşısında bir şey görür. Alev gibi iki göz ona bakmaktadır. O kaçamadan pencereden iki el çıkar ve Pat'i boğmaya başlar. Bu arada Pat'in teyzesi çığlıkları duymuş ve kapıyı yumruklamaya başlamıştır. Ama kapı kilitlidir ve açamaz. Yardım istemek için apartman içinde dolanırken yukarıdan Pat'in cesedi düşer. Kırılan cam parçaları teyzenin de sonunu getirecektir.
Ertesi gün Suzy yine yollara düşer ve aynı yere gider. Burası Suzy'nin yeni kayıt olduğu bale okuludur. Kapıyı Miss Tanner (Alida Valli) açar. Suzy kendini tanıtır ve içeri alınır. Miss Tanner bale öğretmenlerinden biridir. Suzy'i okul müdür yardımcısı Madam Blanc'ın (Joan Bennett) yanına götürür. Madam Blanc Suzy'yi beklemektedir.
Suzy'nin odası henüz hazır olmadığından Madam Blanc ona birkaç gün Olga'nın evinde kalmasını söyler ve ders için hazırlanmak üzere giyinme odasına gönderir. Suzy burada arkadaşlarıyla tanışır. Olga (Barbara Magnolfi) ve Sara (Stefania Casini) bunlardan ikisidir.



Suzy gün geçtikçe Sara ile yakınlaşır. Sara Pat'in çok yakın arkadaşı olduğunu ve son günlerde çok garip davrandığını söyler. Suzy okula ilk geldiğinde kapı ziline cevap veren de aslında Sara'dır.
Suzy okulda dolaşırken temizlikçi kadına rastlar ilk günlerinde. Bundan garip bir şekilde etkilenir ve kendini çok kötü hissetmeye başlar. Dans bile edemeyecek duruma gelir ama Miss Tanner ilk dansını görmekte ısrar eder. Birkaç figürden sonra Suzy yere düşer. Ağzı ve burnu kanamaya başlar. Doktor ona özel bir diyet verir ve önemli bir şeyi olmadığını söyleyerek gider. Bundan sonra Suzy'nin odasına her gün tepside özel yemekler ve bir bardak şarap gelmeye başlar.
Suzy yemeklerini yedikten sonra hemen uyur. Kendisine bir türlü engel olamaz. Hatta Sara gelip onunla zorla konuşmaya çalışsa da etkili olamaz. Suzy hep uyur. Ve bir gün Sara da ortadan kaybolur.
Suzy Sara'nın daha önce bahsettiği arkadaşı Daniel'i (Flavio Bucci) arayıp bilgi almaya karar verir. Sara cadılardan bahsetmiştir. Daniel da bunun doğru olduğunu söyler. Bale okulu eskiden cadı olduğuna inanılan Helena Marcus'a aittir. O öldükten sonra bale okulu olarak kullanılmaya başlanmıştır. Suzy'nin kafası iyice karışır.
Okula döndüğü zaman Sara'nın onu uyandırmaya çalışırken söylediği şeyleri azar azar hatırlamaya başlar. Sara'ya göre öğretmenler hergün 21:30 da okulu terkedip evlerine gitmektedir. Ancak Suzy ayak seslerinden öğretmenlerin dışarıya değil içeride bir yerlere gittiğini farkeder. Sara kaybolmadan önce öğretmenleri takip etmeye karar verirler. Ancak şimdi Sara yoktur ve Suzy bu işi tek başına yapacaktır.
Düşündükçe okula ilk geldiği gün Pat'in söylediği iki kelimeyi hatırlar. "Sır" ve "süsen". Bu henüz onun için anlamlı değildir ama koridorlardan ve odalardan geçtikçe anlamını bulacaktır.
Suzy sonunda değişik bir odaya gelir. Bu oda halıyla kaplı olduğu için duydukları ayak sesleri burada son bulmaktadır. Oda çok değişik bir odadır. İçindeki eşyalar, duvarlarındaki resimler hep farklıdır. Ve birden duvardaki süsen çiçeklerini görür Suzy. Ve birden hatırlar Suzy. Pat çıkarken sırdan bahsetmektedir aslında. İçerideki birine seslenerek sırrı çözdüğünü, bunun için gizli odadaki mavi süseni çevirmesi gerektiğini söyler.
Suzy hemen gider ve mavi süseni çevirir, bir kapı açılır o an. Suzy içeri dalar ve ilerlemeye başlar. Perdelerin arkasında kalarak görünmeden ilerler. Bir odada Miss Tanner, Madam Blanc ve okuldan tanıdığı birkaç kişi daha vardır. Helena'dan ve gücünden, Amerikalı kızdan, yani Suzy'den ve onun ölmesi gerektiğinden bahsederler. Suzy kaçmak zorundadır. En yakın bulduğu bir kapıdan içeri girer. Bu odanın ortasında bir yatak vardır ve yatakta da bir kadın...









Filmde epey gerildik itiraf ediyorum :) Aslında bıçakların sahteliği, kanın yapaylığı çok belliydi ama işte o bıçaklar saplanıp da kanlar akana kadar gerim gerim gerildik :)

Bu arada filmdeki mekanlar görülmeye değer. Öyle manzara falan değil, yanlış anlaşılmasın :) Okulun içindeki odalar, duvarlar, kapılar, odaların içindeki eşyalara kadar her şey çok orijinal :)

Daha önce de yazdığım gibi film 1977 yapımı. Dario Argento yazmış ve yönetmiş. Yazım aşamasında Daria Nicolodi de bulunmuş.

Jessica Harper gerçekten çok tanıdık bir yüz değil mi? Acaba başka nerelerde görmüş olabiliriz?

25 Haziran 2008 Çarşamba

Daddy Long Legs

Evet sonunda bitirdim. Hatta baya da oldu ama yazmaya fırsatım olmadı bir türlü...

Seneler önce seyretmiş ve resmen aşık olmuştum bu filme. Candy, Yedi Renkli Çiçek, Remi falan hep sevdiğim çizgi filmlerdi ama Judy Abbott'un ayrı bir yeri vardı bende. Büyüyüp de etrafımdakilere sordukça pek olumlu yanıt da alamıyordum. Çoğu kimse hatırlamıyordu ya da seyretmemişti. Sağolsun varolsun internet :)



İnternet sayesinde hem çizgi film hakkında bir sürü şey okuyabildim hem resimlerini bulabildim. Baya da bir seveni varmış. Uzunbacak'çım da bunlardan biri :)



Şeker kahramanımız Judy daha bebekten annesi ve babası tarafından terkedilmiş ve yetimhaneye bırakılmıştır. Çocukluğu bu yetimhanede kah gülerek kah ağlayarak geçer. Arkadaşları da birer birer evlat edinildikçe Judy kimsesiz hissetmeye başlar.





Bu arada derslerine daha fazla önem verir ve bir okul için burs kazanır. Bu bursu zenginlerden biri vermektedir. Bür gün okula da gelir ama Judy onu yakalayamaz, arkasından koşsa da sadece adamın gölgesini görür. Gölgesine bakarak bu adama Daddy Long Legs (Uzun Bacaklı Baba) ismini takar.






Judy okuluna gittiğinde odasını 2 kişiyle daha paylaşacağını öğrenir. Bunlar kibirli Julia ve iyi yürekli Sally'dir. Okulda kaldıkları sürece Judy'nin en yakın arkadaşları olacaklardır.



Judy okula gittiği ilk andan itibaren sürekli olarak Uzun bacaklı babasına mektuplar yazarak yeni yaşantısından bahsetmektedir.



Julia'nın Jervis adında yakışıklı bir kuzeni vardır. Ara sıra kuzenini ziyarete gelir. Bu sıralarda Judy ile de tanışır ve onunla yakınlaşmaya başlar.

Sally'nin abisi Jimmy de Judy'den hoşlanmaya başlar ama bu arada Julia da Jimmy'ye aşık olmuştur. Judy kendini derslerine vermeye çalışır. Yazıları degilere çıktıkça sevinçten havalara uçar.

Yaz tatillerinde Julia ve Sally bazen Julia'lara bazen Sally'lere gidip birlikte vakit geçirmektedirler. Ama Judy'nin babası Judy'nin her yere gitmesine izin vermez. Sadece Julia'lara gitmesine izin vardır.

Sonunda Judy'yi bir süpriz de bekliyordur. Hem şaşırır hem sevinir. Bizse, seyredenler olarak koca bir iç geçiririz :))

Sanki aşk meşk var sadece çizgi filmde. Yani aslında kesinlikle öyle değil ama öyle bir yazdım ki sanki bunun üzerine kurulu gibi oldu :)

Daha önce seyretmeyenler varsa, hatta daha önce seyredenler bile, mutlaka seyretmeliler bence. İnsana acaip bir yaşama sevinci veriyor, içiniz kıpır kıpır oluyor. Judy'nin neşesi size de bulaşıyor :)

Bu arada filmi de çekilmiş birkaç kere. Henüz hiçbirini seyretmedim. Çizginin yerini tutacağını sanmıyorum ama yine de listemize aldık.

Evlilik Yıldönümümüz

Tam 3 yıl önce bugün "Evet" demiştik birbirimize. Tam 3 yıl önce bugün paylaşmaya karar vermiştik sevgimizi, hayatımızı, her şeyimizi.

3 sene geçti acısıyla tatlısıyla. Birbirimize bakarken içimizin titrediği, ayrı olduğumuz zamanlarda bile birbirimizi düşündüğümüzde gözlerimizin içinin güldüğü, sevgiyle, saygıyla geçecek nice yıllar, nice yıldönümlerimiz olsun...

24 Haziran 2008 Salı

Run Fatboy Run, 2007 (6,9)


Bu aralar romantik komedilerden gidiyoruz. Ben zaten oldum olası sevmişimdir bu tip filmleri. Eşim çok sevmez, sağolsun benim için o da oturup seyrediyor, gördüğüm kadarıyla keyif de alıyor hani :)

Dennis (Simon Pegg) üst kattaki odalardan birinde damatlığıyla oturmaktadır. Yüzünde sadece endişe ve korku vardır. Üstü başı dağılmıştır ve ter içindedir. Gelin adayı Elizabeth - Libby (Thandie Newton) ise aşağıda hem üzerindeki gelinlikle hem konuklarla ilgilenmektedir.

Libby'nin kuzeni Gordon (Dylan Moran) arasıra Dennis'i kontrol etmeye gelir. Son gelişinde oda boştur ve açık camdan yeller esmektedir. Dennis sonunda korkularına yenik düşmüş ve kaçmıştır. Üstelik Libby hamiledir ve gelinliğiyle Dennis'in arkasında çığlık çığlığa kalır.

5 sene sonra Dennis bir apartmanın en alt katında küçücük evinde tek başına yaşamaktadır. Bir iç çamaşırı mağazasında güvenlik görevlisi olarak çalışmaktadır.

Libby ise 5 yaşındaki oğlu Jake (Matthew Fenton) ile kendi evinde yaşamaktadır. Kendi kurabiye dükkanında çalışmaktadır. Whit (Hank Azaria) adında bir erkek arkadaşı vardır ve her şey yolunda gözükmektedir.

Dennis her hafta oğlunu görmeye gider, onu alır ve birlikte zaman geçirir. Jake Yüzüklerin Efendisi serisini çok sevmektedir. Dennis bu filme bilet alaıp Jake'i götürme sözü verir. Aslında biletleri o almamıştır, bunu Gordon'dan istemiştir. Ancak zamanı geldiğinde Gordon sinemanın önüne gelmediği için Dennis ve Jake biletsiz kalır. Dennis Jake'in üzülmesini istemediği için karaborsadan bilet almaya çalıştığı anda tuzağa düşer ve bilet satanın polis olduğu ortaya çıkınca Jake'le birlikte tutuklanarak karakola götürülür.
Libby ve Whit, Dennis ve Jake'i almaya karakola giderler. Libby çok kızgındır. Whit ise gururlu. O her şeyi olması gerektiği gibi yapan titiz biridir ve Dennis'e ufak bir nutuk çeker bu arada mükemmelliğinin göstergesi olarak yardımsevenler adına maratona katılacağını da söyler.
Dennis zaten adama gıcık olmaktadır ve hırs yaparak kendisinin de aynı maratona katılacağını söyler. Aslında hayatı boyunca hiç spor yapmamıştır, saatinde kalkmayı bile beceremez. Etrafındakiler maratona katılacağını duyunca bahise girmeye başlarlar. Arkadaşı Gordon haricinde herkes Dennis'in vazgeçeceğini ya da maratona katılsa bile yarışı bitiremeyeceğine inanmaktdır. Sonuçta koşması gereken 26 mil vardır!
Whit Dennis'in katılacağını öğrenince kendisiyle kondisyona gelmesini teklif eder. Dennis gider ama çok yorulur. Bitkinlikten ne Whit'le konuşabilir ne istediğini yapabilir. Whit'in hiç oflamadan püflemeden bu işin üstesinden geldiğini ona iyice gıcık olur.
Dennis Libby'nin dükkanına gidip onunla Whit hakkında konuşmak ister. Maraton için Libby'nin de olumsuz düşündüğünü öğrenince iyice hırs yapar ve kendi kendine çalışmaya karar verir.
Dennis koşmaya başlar. Sabahları giyinip kuşanıp saatini ayarlayıp koşmaktadır. Ev sahibi Dennis'in iyi bir insan olmaya ve sorumluluk sahibi biri olmaya niyetlendiğini düşünerek ona koçluk yapmak ister. Gordon'sa Dennis'in maratona katılacağına dair sahip olduğu bütün paraya bahse girmiştir ve o da koçluk yapmak ister. Koşulara 3 kişi gitmeye başlarlar, biri koşarak, diğer ikisi motorsikletleriyle :)
Dennis kondisyona da başlar. Spor salonuna gidip ağırlık çalışıp üzerindeki hamlığı da atmaya çalışarak tam gaz hazırlanır maratona.
Bu arada Libby'nin doğumgünü yaklaşmıştır. Whit onun için kendi evinde bir parti verecektir ve Libby Dennis'in de bu partiye katılmasını ister. Dennis partiye gider ama bundan hiç memnun olmaz. Çünkü Whit hediye aldığı spor ayakkabıların içinde bir de nişan yüzüğü saklamaktadır. Herkesin önünde Libby'ye evlenme teklif eder, Libby de evet diyerek bu teklifi kabul eder.
Maraton günü geldiğinde Dennis haricinde herkes hazırdır. Dennis'in saati çalmaz ve koşudan sadece 1 saat önce uyanabilir. Gordon'la birlikte hemen hazırlanıp koşu alanına gitmeye çalışırlar. Garibim Dennis gidene kadar zaten çok yorulmuştur :) Alanda Whit'la karşılaşıp yanyana gelirler ve yarışa birlikte başlarlar. Ama koşu sırasında Whit Dennis'e çelme takar ve ikisi de yere düşer. Jake bütün olanları evde televizyondan seyrederken Libby de olanları görür. Anne oğul hemen koşu alanına giderler.
Bu arada Whit incinmiştir ve yarıştan ayrılmak zorunda kalarak hastaneye götürülür. Dennis de incinmiştir ama önce kendine sonra sevdiklerine verdiği sözü yerine getirmek ister. O yüzden yarıştan ayrılmaz ve ne kadar acı çekse de koşmaya, yürümeye devam eder ona destek verenlerle :)
Sonu mu? Yok yok söylemeyeceğim. Zaten neredeyse filmin tamamını anlattım :)
Film güzeldi, eğlenceliydi. Simon sevdiğimiz bir karakter zaten. 2007 yapımı bu filmi Davim Schwimmer yönetmiş ve IMDB'den 6,9 puan almış.
Simon Pegg 1995'ten beri filmlerde rol alıyormuş ama bizim onu tanımamız 2004 yapımı Shaun Of The Dead ile oldu. O film de çok eğlenceliydi, komik bir zombi filmi. Ama ikinci kez seyretmeye gelmiyor, hemen uyarayım :) 2007 yapımı Hot Fuzz'da da severek seyretmiştik Pegg'i. O filmde de başarılı ama çekilemeyen bir polis rolündeydi. Daha sonra Diary Of The Dead'de de oynamış ama oradan hatırlayamadım.
Thandie Newton'ı ise ben ilk olarak Mission Impossible 2'de seyretmiştim. Güzelliğine hayran bırakmıştı. Sonra çok severek seyrettiğim cnbc-e dizilerinden E.R. da Carter'ın sevgilisi olarak karşımıza çıktı.
Hank Azaria'nın ise çok çok filmi var. Zaten çok tanıdık bir yüz. Ben hatırlamasam bile aslında 1990 yapımı Pretty Woman'da dedektif rolünde seyretmişiz Azaria'yı. 95 yapımı efsane Heat'de bile oynamış. Yien çok severek seyrettiğim Birdcage'de Robbin Williams'la birlikte rol almış. Great Expectations, America's Sweethearts, Along Came Polly seyrettiğimiz diğer filmerinden. Bu arada bir sürü çizgifilmde de seslendirmenliği var. Benim için özel olanı Simpsons'lar tabi ki :)

Gelelim Dylan Moran'a. Bizim için Nothing Hill'le başlayan yolculuğu yine Pegg'le birlikte rol aldığı Shaun of the Dead'le devam etti. Birkaç filmi daha var ama onları seyretmedik henüz.

Benden ve bir soru

Önce sorumu sorayım :)

Yorum yaparken aynı safya içinde yorum bölümüne gidilsin istemiyorum. Yorum sayfası yeni pencerede açılıp asıl sayfamın arka planda kalmasını istiyorum. Bunu nasıl sağlayabilirim acaba? Şimdiden teşekkürler :)

Benden kısmına gelince;

Bugün piknik günümüz. Öykücümle konuşurken haftaiçi pikniğe gidiyor olmamızı çok garip karşıladığını anladım :) Tabi büyükşehirlerde bu mümkün değil. Bir de benim bahsettiğim piknik asıl olarak yeme-içme konulu piknikler. Öyle bütün bir güne yayılabilecek bir şey değil. İş çıkışı eve gidip salatamızı hazırlayıp markete gitmek, mangallık et vs almak ve piknik yapacağımız yere ulaşarak mangalımızı yakmaya çalışmak. Bütün bunlar zaten 1-2 saati alıyor. Ondan sonra da bir güzel karnımızı doyurmak, denize girenleri seyretmek, sohbet etmek ve evlere dağılmak geliyor. Haftaiçi için gayet mantıklı bir faaliyet gibi :) En azından yaşadığımız şehir için böyle.

Ben küçükken, hatta büyükken de, ailemle yaptığımız piknikler sabahtan başlasa da mantık hep aynı olurdu. Mangalı yakalım, yemeğimizi yiyelim :) Homini gırtlak bir aileyiz evet :) Ama o zamanlar 40 kiloydum ben. Herkes iskeletor diye çağırırdı beni. Şimdi eski resimlerime bakıyorum da hiç de iskeletor değilmişim, gayet de iyi gözüküyormuşum. Şimdi, daha önce de yazdığım gibi insanlarla ilk olarak göbeğim tanışıyor, sonra sağolsun beni de tanıştırıveriyor :)

Bu arada tenis kurslarımız tam gaz devam ediyor. İlk kur 9 saatten oluşuyordu. Biz 6'sını aldık, geriye 3 kaldı. 2. tura da devam edip topları oradan oraya uçurmayı hedefliyoruz :)

Tenisin benim için faydalarına gelince;

Bir kere fena halde terliyorum. Öyle çok terliyorum ki giydiğim tişört sırılsıklam oluyor ve ders daha bitmeden kendimden nefret ediyorum :) Bunun neresi iyi hemen söyleyeyim, terledikçe toksinleri dışarı atmış oluyorum ve su ihtiyacım azami seviyeye çıkıyor ve mecburen su içiyorum. Normalde deli gibi su içmediğim düşünüldüğünde tenisin beni su içmeye yöneltmesi fevkalade güzel :)

Ayrıca iş yerinde bütün gün hımbıl hımbıl oturduğum ve sıcağın verdiği gevşeklikle eve gidince de koltuğa yayıldığım için tenis benim için yine azami hareket sağlayan bir nimet oluyor. Topları yakalayabilmek ve hedefe yönlendirebilmek için oradan oraya koşuyorum sürekli. Hem ayaklarım, hem ellerim derken aslında birçok kasım da çalışmış oluyor. Pilatesten sonra bundan da çok faydalanacağımı düşünüyorum o yüzden.

Pilates konusunda kafasında şüpheler olanlara da buradan duyurayım. Ben faydasını görmüştüm. 4-5 ay kadar devam ettim. Hem de haftada 3 gün, işten çıkınca koşarak gittim. Üstelik çok vaktim olmadığından sabahları da işe koca spor çantamla gelmek zorunda kalıyordum. Ama gerçekten incelmiştim. Kilo vermedim, ama inceldim. Spor yapmayı bıraktığınız 15. günden sonra vücudunuzun eski haline dönmeye başladığını da söyleyeyim burda. Ben söylemiyorum aslında, eğitmenler söylüyor :)

Böyle işte...

23 Haziran 2008 Pazartesi

Cloverfield, 2008 (7,6)


Filme büyük bir önyargıyla başladığımı itiraf ediyorum. El kamerasıyla mide bulandırıcı bir görüntü seyredeceğim konusunda feci halde yanılgıya düşmüşüm. Evet, el kamerası gibiydi çekim, ama hiç de öyle midem bulanmadı, başım dönmedi. Bu çekim beni hiç rahatsız etmedi bu sefer. Belki konu beni içine aldığından, bilmiyorum.

Filme Rox Hawkins'in (Michael Stahl-David) kamerasını eline alarak Beth'i (Odette Yustman) videoya çekmesiyle başlarız. Zaten kamerayı alış ta o alıştır. Her zaman Rob'da olmasa da mutlaka birilerinin elinde olarak bize yaşananları gösterir.
Yatak görüntüsünden sonra bir partiye gideriz. Kocaman bir ev süslenmiş, içkilerle donatılmış, insan kalabalığına bırakılmıştır. Herkesin beklediği kişi Rob'dur. Rob Japonya'dan bir iş teklifi almış ve bu teklifi kabul etmiştir. Ülkeyi terk etmesinden önce de arkadaşları ona süpriz (!) bir parti vermek istemiştir.
Rob'un kardeşi Jason (Mike Vogel) ve onun sevgilisi Lily (Jessica Lucas) bu partiyi hazırlamıştır. Jason, Rob'un haberi olmadan onun kamerasını almıştır çünkü Lily tüm partinin kameraya çekilmesini ister. Rob gittiğinde bu kaseti de götürecek ve özlem duyduğunda seyredebilecektir. Jason çekimlere başlar ama kısa zaman sonra bu görevi arkadaşları Hud'a (T.J. Miller) devreder.



Hud kamerayı eline alınca karşısına çıkan herkesten Rob için bir şeyler söylemesini ister. Hedefiyle çok beğendiği Marlena'yla (Lizzy Caplan) konuşabilmektir. Birkaç kişiyle konuştuktan sonra Markena'ya yönelir ve onunla konuşmaya başlar.



Bu arada Rob da partiye gelmiştir ve şaşırmış gibi yapar. Oysa canı çok sıkkındır. Beth'e bakınır ama göremez. Beth henüz partiye gelmemiştir. Beth geldiğinde Rob'un canının neden sıkkın olduğu anlaşılır. Beth'le araları bozulmuştur.

Rob ve Beth uzun yıllar çok iyi arkadaş olmuşlardır ama bir gün ilk görüntülerde gördüğümüz üzere Rob ve Beth birlikte olmuşlardır. Bu durumsa arkadaşlıklarına zarar vermiştir. Rob, Beth'in partiye erkek arkadaşıyla geldiğini görünce iyice bozulur ve Beth'le konuşmak ister. Ama bir sonuca ulaşamazlar ve Beth erkek arkadaşıyla birlikte partiyi terkeder.






Biraz zaman geçtikten sonra büyük bir gürültü duyulur ve ev sarsılır. Herkes panik olur. Balkona ve çatıya çıktıklarında ülkelerinin tekrar saldırıya uğradığını düşünürler. Karşı bina patlayınca herkes telaşla evden dışarı çıkar. Aşağı indiklerinde her yerde bombalar patladığını ve binaların yerle bir olmaya başladığını görürler. Telaşla oradan oraya koşarken önlerine birden özgürlük heykelinin kafası düşer. Bu arada Hud hala çekim yapmaktadır. Görüntüleri yaklaştırdıkça ileride hareket edip binaları yıkan canlı bir şey olduğunu görür.



Ordunun da devreye girmesiyle şehri boşaltmaya başlarlar. Rob ve arkadaşları da kalabalığın arasına katılır. Ancak köprüden geçmeye çalışırlarken yaratığın köprüyü yıkmasıyla Jason ölür. Rob ve arkadaşları geri dönmek zorunda kalır. Ne yapacaklarını düşünürken Rob'un telefonu çalar. Arayan Beth'tir. Evinde kısılı kalmıştır. Duvarlardan biri üzerine yıkılmıştır, kanaması vardır ve Rob'dan onu kurtarmasını ister. Rob zaten kardeşi Jason'u kaybetmiştir. Aşık olduğu kadını da kaybetmeye niyeti yoktur. Beth'i kurtarmaya gidecektir. Ancak Beth'in evi tam da asıl karmaşanın ortasındadır. Arkadaşları önce panikler ama sevgilisini daha yeni kaybeden Lily Rob'u çok iyi anlamaktadır ve onunla birlikte gidecektir. Marlene ve Hud'da onlara eşlik ederek yardımda bulunacaklardır.



4 arkadaş yıkık sokaklardan ve tünellerden geçmek zorunda kalacaktır. Metro tüneline girip karanlıkta bir sonraki durağa gitmeye çalışırken büyük yaratıkla beliren küçük yaratıklarla karşı karşıya kalırlar. Marlena bu esnada ısırılır.



Buldukları kapıdan girerek ulaştıkları yerde ordunun askerleri vardır. Kurtuldukları için sevinseler de askerlerin Beth'i kurtarmak için yardım etmeyeceklerini anlayınca tek başlarına yola devam ederler. Ancak Marlene ısırıldığı için hastalanmıştır. Gözleri, ağzı kanamaya başladığında askerler onun ısırıldığını anlar ve onu öldürürler. Ekip sayısı 3'e düşmüştür.






Sonunda Lily'nin evine ulaşırlar. Lily hala hayattadır. Onu evinden çıkarıp son helikoptere yetişmeye çalışırlar. Alana ulaştıklarında Hud da yaratığın saldırısına uğrar ve ölür. Lily helikoptere biner ve kurtulur. Rob ve Beth bir sonraki helikoptere bineceklerdir. Binerler de. Ancak o helikopter de yaratığın saldırısına uğrar ve yere düşer.



Rob ve Beth hala hayattadır ancak şehir tümden imha edilecektir. Kamerayı ellerine alıp kalan son dakikalarında çekim yapmaya çalışırlar.

Dediğim gibi filme önyargıyla başladığım ve korktuğum gibi bulmadığım için ben beğendim. Yaratık biraz değişikti kabul, ama zaten çok da görmedik onu. Çekimler güzeldi, rahatsız edici değildi. Filmin uzaylı ya da bilimkurgu tarzında bir film olduğunu da bilmediğim için şaşırdım ve beğendim :)

Matt Reeves'in yönettiği bu film de 2008 yapımı ve IMDB'de 7,6 puan almış.
Hamiş : Cloverfield ile ilgili güzel bir şarkı bulamadığım için sevdiğim Gorillaz'dan Clint Eastwood'u dinletiyorum size.

Chaos Theory, 2007 (7,6 IMDB)



Bu aralar Ryan Reynolds'ın çok filmi var. Ya da aslında biz hepsini aynı anda listemize aldık sanırım. Bizim için sıradaki Chaos Theory idi.



Frank Allen (Ryan Reynolds) planlı programlı yaşayan biridir. Her gün yeni listeler oluşturarak hayatını listeleri doğrultusunda yaşar. Bir yılbaşı günü arkadaşları Susan (Emily Mortimer), Buddy (Stuart Townsend) ve diğerleriyle birlikte kutlama için dışarı çıkarlar. O gün Susan evlenmek istediğini söyler. Yeni yıl için listesinde bu vardır. Evleneceği adamı arkadaşları arasından seçeceğini söyler. Zaten herkes ona hayrandır. Onun aklındaysa dünden razı olan Frank vardır.



Hoop, o günden 7 yıl sonraya atlarız. Frank ve Susan Allen'ın 7 yaşında Jesse adında güzel bir kızları vardır. Frank zamanı iyi kullanma ve bunun için listeler yapma hakkında konferanslar verir. Susan ise bir okulda öğretmendir. Frank yine konferansa gittiği bir gün, Susan onunla ilgilenmediği için dertli ayrılır. Konferanstan sonra otelin barında otururken Paula (Sarah Chalke) yanına gelir. Konferansını dinlemiştir. Birlikte içki içmeye başlarlar. Gecenin sonuna doğru Paula Frank'e otel odasındaki tuvaletini kullanıp kullanamayacağını sorar.

Odaya gittiklerinde Paola banyoya girer, çıktığında üzerinde sadece iç çamaşırları vardır. Frank'in üzerine atlayarak onu yatağa atar :) Ama Frank Susan'ı sevmektedir. Paola'ya karşı koyar. Tam o sırada Susan sabah yaşananlar için üzgün olduğunu söylemek üzere telefon eder. Arkada bir kadın sesi duyar ve tedirgin olur. Frank geçiştirerek telefonu kapatır. Paola'dan kaçış olmadığını anlayınca pılını pırtısını toplayarak odadan ayrılır ve evine gitmek üzere yola çıkar. Bu arada Susan odayı tekrar arar. Telefona Paola çıkınca iyice işkillenir.

Frank son vapuru kaçırdığı için yolu uzatmak zorunda kalır. Yolda kaza yapar. Aslında suç onun değildir. Karşıdan gelenindir. Frank arabadan inip diğer arabaya bakar. Arabada sadece Nancy (Jocelyne Loewen) vardır ve hamiledir. Hatta doğum yapmak üzeredir ve Frank onu kendi arabasına alarak hastaneye yetiştirmeye çalışır. Hastaneye geldiklerinde Nancy'yi tanıyan sadece Frank göründüğü için evrakları onun doldurması istenir. Frank Nancy'yi tanımadığını söylese de ismini, adresini ve telefonunu yazarak evrakları doldurur. Bu şekilde bebeğin babası olarak Frank'i yazarlar. Frank hastaneden ayrılıp yola devam ettiği sırada Nancy bebeğini hastanede bırakıp kaçar.

Hemşirelerden biri evraklardaki numarayı arayarak yeni baba olan Frank'i sorar. Susan bunu duyunca iyice çıldırır. Frank eve ulaştığında kafasına bir şeyler fırlatmak üzere hazır beklemektedir. Frank'se bütün bunların sadece önceki gece odasında olan Paola yüzünden olduğunu sanır. Bebek meselesi ortaya çıkınca kendini anlatamadan evden kovulur.

Bebeğin kendisinden olmadığını kanıtlamak için bir doktora gider. Ancak orada doğuştan kısır olduğunu öğrenir ve dünyası başına yıkılır. Jesse aslında onun kızı değildir. Bunu yakın arkadaşlarından Buddy'ye anlatır. Buddy de bunu hemen Susan'a yetiştirir. Susan da şaşkındır. Frank'ten önce Buddy ile birlikte olduklarından Jesse'nin babasının Buddy olduğunu anlarlar.


Susan Frank'i arar ama bir türlü ulaşamaz. Frank yaşadıklarından sonra o güne kadar aldığı bütün kararların hatalı olduğunu düşünmeye başlar ve hayatını plansız yaşamaya karar verir. Aslında o zaman bile elinde liste yaptığı kartlar vardır. Yapmak istediklerini bu kartlara yazar ve rastgele seçtiği kartta yazanı yapar. Kırmızı bir motorsiklet almak, bara gidip sarhoş olana kadar içmek, hokey maçına gitmek gibi.

Buddy ile konuştukça Frank eve dönmeye karar verir ve bir gece evine gider. Susan'la konuşurken Buddy'nin Jesse'nin babası olduğunu öğrenir Buddy'nin gönderdiği çiçeklerden ve evi yine terkeder.

Frank'in listesinde 3 şey vardır, kendini öldürmek, Susan'ı öldürmek, Buddy'yi öldürmek. Bunlardan Buddy'yi öldürmek seçeneğini uygulamaya karar verir ve gidip bir silah alır. Arkadaşından göl evinin anahtarını da alıp yola çıkar.

Buddy Frank'in göl evine gittiğini öğrenince kendisine bir şey yapmasından korkar ve önce Susan'a haber verir. Sonra da Frank'i engellemek için o da göl evine gider. Susan da Jesse yanına alır ve göl evine gider. Sonrası mı? Seyredin, öğrenirsiniz :) Zaten buradan sonrası kısa. Aslında film epey uzun sürdü. Yani konu itibariyle daha kısa olması beklenen bir filmdi benim açımdan.

Genel olarak şeker bir filmdi. Yanlış anlaşmalar, komikliklerle dolu 2007 yapmı bu filmi Marcos Siega yönetmiş ve IMDB'de 7,6 puan almış.
Ryan Reynolds'dan daha yeni bahsetmiştim. Tekrar etmeyeceğim şimdi, hatırlamak isterseniz buradan bakabilirsiniz.




Emily Mortimer'ı ilk Nothing Hill'de seyrettik sanırım (daha önceki filmlerini seyretmedim). Sonra Bruce'um Willis'ımla birlikte The Kid'de oynamıştı. Daha sonra Match Point'te oynamıştı, ki o da çok güzel bir filmdi bence.



Stuart Townsend'i ise bir yerlerde seyrettiğime eminim ama filmografisine baktığımda hiçbir filmi tanıdık gelmedi.