30 Mart 2008 Pazar
My Blueberry Nights
Pazar menüsü
Dün neredeyse baştan başlayıp tekrar seyrettim. Onu anlatacağım ama ondan önce yaptığım patates yemeğinden bahsedeceğim.
Aslında buna benzer bir yemeği daha önceleri yapıyordum ama bunu biraz daha değiştirerek yaptım.
Gerekli malzemeler:
3 orta boy patates
2 orta boy kuru soğan
2 orta boy domates
4-5 diş sarımsak
tuz
karabiber
kızmızı biber
kekik
Patatesleri küp küp doğradım ve içine bir çay bardağı su koyarak derin tavaya aldım. Onlar suyunu çekene kadar ayrı bir kaba soğanları, sarımsakları iri iri doğradım. Domatesleri de küp küp doğrayıp baharatları bu kaba da kattım. Patatesler suyu çekince içine biraz zeytin yağı koyarak kaptaki malzemelerin hepsini ekledim ve kavurdum. Aslında bu kadarı benim için yeterliydi ama eşim bu fikirden pek hoşlanmadığından sırf onun seveceği tarz bir yemek olması için pişen yemeği önce bir fırın borcamına alıp üzerine kaşar peyniri rendeledim ve fırına verdim. Kaşarlar kızarınca da alıp servis ettim.
Tadı gerçekten enfes olmuştu. Bu yemeğin yanına et iyi gider diye düşündüm. Hatta içine kuşbaşı et konarak başlı başına bir yemek olarak da sunulabilir yanında bol salatayla. Benim daha önce benzer dediğim tarifin içinde buna ilave olrak tavuk ve beşamel sos oluyor. O da çok güzel ama ben değiştirdiğim şekliyle tercih ederim. Patates ve soğan birbirine çok yakışıyor bence. Soğan tatlımsı bir tat veriyor yemeğe. Mantar severseniz mantar da katabilirsiniz bu arada.
Maalesef resim çekmeye vaktim olmadı. Çok acıkmıştık ve hemen hüplettik doğrusu :)) Bir dahaki sefere artık..
Cumartesi günü pazarda dolaşırken canım birden mücver istedi. Ama şimdiye kadar hiç yapmadım. Üstelik annem de yapmadığı için göz aşinalığım falan yok. Açtım interneti (Allahım bu ne lütuf) mücver tarifi aradım. Bulduklarımdan faydalanıp bir şeyler yaptım ama kıvamının nasıl olması gerektiğini bilmiyorum ya, unu kattım da kattım. E çok güzel olmadı tabi. Patatesli yemeğin yanında yeriz diye düşünerek büyük bir hevesle yapmıştım. Fena değildi de yani eşimin teyzesinin yaptığı kadar şahane de değildi. Tekrar deneyeceğim. Tabi bu arada evdekiler ziyan olmadı yanlış anlaşılmasın. İş yerime getirdim sabah kahvaltısı olarak. Öğlen de yiyip hem sağlıklı besleneceğim hem israf etmemiş olacağım :)
28 Mart 2008 Cuma
Doğal Oyuncaklar :)
Sihirli Annem dizisinde oynayan İnci Türkay bir oyuncak dükkanı açmış. Sevgili Archisugar'ın blogunda bebek-çocuk eğitimiyle ilgili yazıları okuyunca aklıma geldi bu. Geçenlerde televizyonda seyretmiştim ve çok hoşuma gitmişti.
İnci Türkay sürekli gülümsemesi nedeniyle bana göre çok pozitif enerji yayan biri. Programda kendisi gibi şeker mi şeker oğluyla diyalogunu görünce daha da hoşuma gitti. Oğluşunun doğumuyla birlikte kendisinde oluşan oyuncak sektörünü bebekler için zararlı maddelerden arındırma düşüncesi sonucunda kalkıp böyle bir dükkan açmasını da çok olumlu buldum.
Meyve-sebzelere hormon katıyorlar dikkatli tüketin!
Deterjanlarda kanserojen madde var, çamaşırlarınızı onlarla yıkamayın!
Tekstil ürünlerinde de kanserojen madde var aman onları giymeyin!
Hazır gıdalarda ölümünüze sebep olacak maddeler var aman almayın!
Oyuncaklarda çocuklar için çok zararlı maddeler var sakın almayın!
gibi uyarıcı ifadeler karşısında bazı şeylerden elimizi eteğimizi çekmeye başladık biz de.. Bu durumda bizi doğru taraflara yönlendiren birilerinin olması güzel..
Dükkandaki her türlü oyuncak doğal malzemelerden yapılmış, tahta gibi. Kullanılan boyalar da doğalmış. Aynı zamanda ürünler antialerjik, antibakteriyel ve geri dönüştürülebilirmiş. Benim çok hoşuma gitti doğrusu :) Belki ilgilenenler olur..
Hamiş : Donnie Darko'nun müziklerini dinlemekten büyük keyif alıyordum ama bu yazıyla yine çok sevdiğim şarkıcılardan Alanis Morrissette'i dinletmek istedim size..
25 Mart 2008 Salı
Se Jie
Orfanato, El
Kelime Oyunları : Hazırlık
24 Mart 2008 Pazartesi
Darağacında Üç Fidan
23 Mart 2008 Pazar
The Flock
Seyretmeye başlayınca daha önce fragmanını gördüğümü hatırladım.
20 Mart 2008 Perşembe
Fleet Sokağının Şeytan Berberi : Sweeney Todd
Benjamin Barker (Johnny Depp) güzelliğiyle herkesi büyüleyen eşi ve minik kızıyla mutluluk içinde yaşayan bir berberdir. Kasabanın yargıcı Turpin de (Alan Rickman) Barker'ın karısının güzelliğinden etkilenir ve Barker'ı asılsız suçlarla tutuklatıp 15 yıl kalacağı hapishaneye gönderir.
Yıllar sonra Benjamin Barker eski kimliğini hapishanede bırakmış ve intikamını almak üzere yeni ismi Sweeney Todd ile kasabaya dönmüştür. Önce eski evine gider. Alt katta turta yapan Mrs. Lovett ile tanışır ve karısının yıllar önce intihar ettiğini, kızınınsa yargıç Turpin tarafından evlat edinildiğini öğrenir.
Öncelikli olarak düşündüğü şey kızını kurtarmak değil intikamını almaktır. Bunun için eski usturalarını bulup işe girişir. Yeni işi insanları turtacının üst katındaki berber dükkanına çekip boğazlarından kesmek ve onları öldürmektir. Mrs. Lovett'a göre bu savurganlıktır. Onca et ziyan olmaktadır. Bunun üzerine Todd'la ortak bir işe girişirler. Todd öldürmekte, Lovett'sa yeniden düzenlediği dükkanında leziz etli turtalar yapmaktadır.
İşleri iyi giderken Mrs. Lovet'ın yanına aldığı çırak ve kasabada deli gibi dolaşan pasaklı bir kadın ortada bir şeytanlık olduğunu anlar ve bunu herkese söylemeye çalışırlar. Mrs. Lovett çocuğu kıyma yaptıkları mahzene kilitler. Deli kadınsa çoktan mübaşiri çağırmıştır. Ama Todd buna hazırlıklıdır. Mübaşiri öldürür. Sonra kadını da öldürür hatta daha sonra evlatlık kızını aramaya gelen yargıç Turpin'i de öldürür. Etrafta kimsecikler kalmayıp da mahsene indiğinde deli kadını yerde yatarken görür ve birden onu tanır. O karısıdır. Mrs. Lovett ona yalan söylemiştir. Todd çok sinirlenir ve Lovett'ı fırına atar. Bu arada çırak çocuk da mahzende saklandığı yerden çıkar ve Todd'un yere düşürdüğü usturayı alıp onun boğazını kesmek suretiyle filme son verir..
Hepsini neden anlattım? Çünkü meraklı okuyucularımız var :) Anlatmasam hemen zıplyorlar. Zaten filmi seyrederken kendinizi korku filminden ziyade değişik kostümler, değişik insanlar görmek için gittiğiniz bir müzikalde sanıyorsunuz. Ben bu tip bir filmde müzikal fikrinden çok hoşlanmadım ama yine de yönetmene şapka çıkartıyorum.
Bu müzikal korku filmini tabi ki Tim Burton yapmış diyeceğim çünkü Tim Burton garip filmlerin adamıdır. Filmin ilk sahnelerinden itibaren onun elinden çıktığını anlarsınız. Adam acaip fantastik :) Ben çok seviyorum. Corpse Bride (anime) daha önce de Depp'le birlikte çalıştığı Sleepy Hollow, Edward Scissorhands, küçüklüğümden beri çok severek seyrettiğim Beetle Juice, yenilerden Charlie and the Chocolate Factory hep bu fantastik adamın elinden çıkmış. Bana göre iyi ki var yani :)
Alan Rickman'ı nerden tanıdığımıza gelince öncelikle "Severus Snape" ile Harry Potter serisinden diyeceğim. H.P. ve Felsefe Taşı, H.P. ve Sırlar Odası, H.P. ve Azkaban Tutsağı, H.P. ve Ateş Kadehi, H.P. ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı şimdiye kadar o güzel kitaplardan filmleştirilenler. Daha önce bahsettiğim Perfume: The Story Of A Murderer adlı filmde de oynuyordu.
Helena Bonham Carter'ı ise hep değişik karakterlerde seyrettik. Fight Club buna güzel bir örnek. Daha önce bahsettiğim Conversations With Other Women'da da oynuyordu. Eşi Tim Burton'un Charlie and the Chocolate Factory filminde de rol aldı. Corpse Bride'ımızın sesinin de onun sesi olduğunu hatırlatmak gerekir.
Johnny Depp'in 15 yaşındayken ilk olarak müzikle aleme girdiği düşünülürse şarkıları nasıl bu kadar güzel söylediğine şaşmamak gerekir (benim unuttuğum bu bilgiyi Uzunbacak hatırlattı).
Filmle ilgili daha fazla bilgi için sevgili Gülçin'in bloguna bakabilirsiniz.
19 Mart 2008 Çarşamba
Eternal Sunshine Of The Spotless Mind haberi
İyi seyirler :)
The Mist
Sisle ilgili bir sürü film çekildi, bir sürü kitap yazıldı sanırım. Bu da Stephen King'in aynı isimli romanından olma bir film.
David rolündeki Thomas Jane'i bir sürü filmden biliyoruz. Deep Blue Sea ve Face Off aklıma gelenlerden ikisi. Filmde gıcık, psikopat Mrs. Carmody rolündeki Marcia Gay Harden'i ise çok tanıdık bulmama rağmen hangi filmlerden bildiğimi bir türlü hatırlayamadım. Ufak bir araştırma sonucunda epeyce kalabalık bir film geçmişine sahip olduğunu gördüm ve aslına bakarsanız Mona Lisa Smile ve Mystic River'da oynadığını görünce hafızama göz kırptım(!) :) .
Amanda rolünde (ama filmde ismi hiç geçmiyor, onu David'in oğluna göz kulak olan hoş sarışın bayan olarak tanıyoruz) oynayan Laurie Holden'ı ise en son seyrettiğimiz Silent Hill filminden biliyoruz. Aslına bakarsanız daha birçok filmi var. Filmi seyrederseniz o da çok tanıdık gelecektir size. X-Files, Majestik, Fantastic Four aklımda kalanlardan..
Neyse filmimizin konusuna gelirsek, David ve oğlu Billy önceki geceki fırtınadan yıkılan ağacın kırdığı camlarını tamir etmek için şehre iniyorlar. Bu arada David'in karısı evde yalnız kalır.
David ve Billy markete girdiklerinde etrafa birden sis basar. İnsanlar önce şaşırsa da sisin içinden yüzü gözü kan içinde koşarak çıkan Dan'i (Jeffrey DeMunn) görünce korkarlar.
Dan sisin içinden bir "şey"in çıkarak arkadaşını yakaladığını söyler ama kimseyi buna inandıramaz. Yine de kapılar kapatılır. Bu arada her ihtimale karşı dışarı çıkmama kararı alan market halkı :) markete yerleşmeye çalışırken bir sarsıntı olur ve her şey yıkılır. David ve birkaç adam arka taraftaki depoya gidip sarsıntıdan kesilen elektriğe çözüm bulmaya çalışır. Dışarı çıkıp jeneratör kablolarını düzeltmek isteyen Norm'u (Chris Owen) dokunaçları olan bir şeyin çektiğini görünce bir yandan Norm'u çekmeye çalışırlarken bir yandan da yaratığın diğer dokunaçlarından kurtulup kapıyı kapatmaya çalışırlar.
Gördüklerini markettekilere anlatır ama yine de inandıramazlar. Bu arada Mrs. Carmody dinle kafayı bozmuştur. Her şeyin Tanrı tarafından yapıldığını, Tanrı'nın kendilerini cezalandırdığını söyler. Zaman içinde kendisine inanan bir grup da toplar üstelik. Bir ara öyle bir zıvanadan çıkarlar ki Tanrı'nın kan istediğini bunun için Billy'i kurban etmek gerektiğini söylerek çocuğu tutup dışarı atmaya çalışırlar. David ve onun tarafındakiler bunu engeller ve dışarı çıkmak için ellerinden geleni yaparlar. Ama her taraf börtü böcekle doludur ve kaçmaları zor olacaktır.
David'in arabasına ulaştıklarında koca yaratık birkaç kişiyi daha yakalar. Arabaya bindiklerinde sadece 5 kişi kalmışlardır. Benzinleri bitene kadar yol alırlar ama araba durduğunda hala sisten kurtulamamışlardır. Kimse yaratık tarafından yenmek istemez ve ölmeyi tercih ederler. Ellerindeki silahtaysa sadece 4 kurşun kalmıştır..
18 Mart 2008 Salı
Eğlenceli kişilik
Eşimin üniversiteden arkadaşlarıyla vakit geçirme mutluluğunu bir kez daha yaşamış olduk böylece. Bemre de İstanbul'dan geldi. Biz Cumartesi karga burnunu görmeden yola çıktık, kahvaltıya kayınvalidemlerdeydik. Karnımızı tıka basa doyurduktan sonra Tunalıyı turladık. Sonra Ayça'yla Selim'in karınını doyurmak üzere Zeynel'e gittik. Orda oturup üşüdükten sonra (yok yok o kadar da üşümedim) Cancan'lara gitmeye karar verdik. Teknolojiyi Cancan'dan takip ediyoruz biz. En son Wii almış (Megavizyonda 599 YTL'ye gördüm ben, ama yine de pahallı tabi). Wii acaip bir oyun. Ben aslında böyle bilgisayar başına otur, hemoroid olmaya yakın bir zamana kadar oyun oyna durumlarını sevmiyorum (Badem Badem duy sesimizi!!). Ama Wii bambaşka bir şey. Bir kere oturmuyorsunuz. Adeta oynuyorsunuz. Farklı oyunlar var içinde. Biz mesela tenis, bowling ve boks oyunlarını tercih edip onları oynadık. Kumandaları var aletin. Onları alıp teniste raket gibi, bowlingde top gibi, boksta elinize geçirdiğiniz eldiven gibi kullanıyorsunuz. Sizin hareketinize göre ekranda gördüğünüz (mesela teniste) raket hareket ediyor. Önce dörderli gruplar halinde tenis oynadık. Cancan, Ayça ve Selim tecrübeli olduklarından bizi yendiler. Boksta ikimiz de yeni olmamıza rağmen Ayça şampiyon oldu :) Erkekler maçınıysa Bemre'nin kazandığını söylememe gerek yok sanırım diyeceğim ama Bemre'yi tanıyan yok aranızda :)
Kısacası Wii çok eğlenceli bir oyun. Üstelik ailecek oynanabileceği gibi kendi başınıza da oynayıp ev içinde, ya da kapalı mekanda, dışarıdaki gibi hareket edip hem oynayıp hem kalori harcayabiliyorsunuz. Fiyat konusunda takipte olacağım için düşünenler varsa aldığımızda haberdar ederim sizi de..
Böylesi güzel vakit geçirince her dönüş yolumuzda acaba Ankara'ya mı taşınsak diye düşünmeden edemiyorum. Sonra Ankara'nın gri havası ve deniz olmayışı geliyor aklıma. En azından deniz kenarında küçük bir sahil kasabası tadında bir yerde yaşıyoruz diye düşünüyorum. Sonra acaba İzmir'e gidip daha güzel bir sahil kasabasında mı yaşasak diye geçiriyorum aklımdan. Bu sefer de ailemden ve burdaki arkadaşlarımdan ayrılmak çok zor geliyor. Düşündüğümle kalıyorum sonunda..
Neyse devam edeyim ben. Pazar günüyse evimize dönüp film arşivimizi arşınlamaya başladık.
Filmlerden bir dahaki yazımda bahsedeceğim.
Bu arada Lost'u da tam gaz takip ettiğimizi belirtmek isterim. Ah Öykücüm şu bilibisi alamadınız gitti :)
Hamiş : Bu yazı için size yine Cancan sayesinde geçen seneden tanıdığımız Amy Winehouse'u seçtim. 1983 doğumlu olmasına rağmen acaip olgun ve de siyahi bir sese sahip. Londro doğumlu beyaz bir kız halbuki. Yaşını hesaplamak bile istemiyorum! :)
Burdan dinleyebilirsiniz.
14 Mart 2008 Cuma
Kelime Oyunları : Sürgün
Apar topar gemiye bindiğinde ruhunun bir parçasını Urla'da bıraktığını hissetti. Annesiyle babası minicik noktalar haline gelene kadar baktı, baktı, baktı.. Onları göremez olduğunda kendini koyverdi. Gözyaşlarına engel olamıyordu bir türlü. Aslında o da gururluydu, pişman da değildi üstelik ama gözyaşlarını dindiremiyordu işte.
Aradan yıllar geçti. Sürgünde yaşadıkları onu çökertmişti. Ailesinden sürekli mektup alıyordu. Tek dayanağıydı bu mektuplar. 3 ayda bir ancak geliyordu ama geliyordu ya işte, o da yeterdi. En son mektupta affedildiğini okuyunca inanamadı. İçi titredi birden. 10 yıldır çektiği azap sona erecekti sonunda. Üstelik sadece bir yazı yüzünden. Ufak bir yazı yüzünden 10 yıl ailesinden uzakta yaşamıştı.
Urla'yı tanıyamadı ilk ayak bastığında. Onu karşılayan iki yaşlı insanı da tanımayadı adeta. Annesinin başındaki saçlar bembeyaz olmuştu. Babasınınsa iyice kamburu çıkmıştı. Üstlerinde her yerleri yamalı kıyafetler vardı. Sadece gözleri aynıydı. Aynı sevgi dolu gözlerle bakıyorlardı oğullarına. Öyle bir kucakladılar ki onu, sanki kaçırdıkları 10 yılın acısını çıkartmaya çalışıyorlardı. Yüzlerinde gülücükler açmıştı üçünün de. Artık birlikteydiler. Artık umutları vardı, her şey iyi olacaktı..
13 Mart 2008 Perşembe
Hayat arkadaşım
Ortaokulun devamında ve lisede, 7 senelik okulumuzda, hep aynı sınıfta okuduk. Yıllar geçtikçe arkadaşlığımız da ilerledi ve yazlarımız ayrı geçmez oldu. Yine de hep bir mesafe vardı aramızda. O çok suskundu, bense heyecanlı. Lise son sınıfta mezuniyet gecemiz için hazırlıklara başladık. Bana birlikte gitmeyi teklif ettiğinde aklım nerdeydi bilmiyorum. Tek düşündüğüm onun sessiz oluşu, benimse masada oturmak istemediğimdi. Yine de hayır derken üzgündüm. Çünkü o iyi bir insandı, sadece iyi bir dans arkadaşı olmayabilirdi (bu arada aslında ben de dans etmekten hoşlanmıyorum).
Üniversite sınav sonuçları açıklandığında onun tek tercih yaptığı Ankara’daki üniversiteyi kazandığını duyduk. Bense İstanbul’a gidecektim. Yazları aile evinde yine burada buluşmaya devam ettik. Artık farklı şehirlerde olsak da aslında bütün arkadaşlarımızla birbirimize bağlıydık. Yaz tatillerimiz güle oynaya geçiyordu.
Üniversitelerimizi bitirdiğimizde olduğumuz şehirlerde işe başladık. Birimiz İstanbul’da birimiz Ankara’da..
Bir gün, canım ablacım burada işe girmeye çalışırken ben de iş yerimden ve iş arkadaşlarımdan sıkılmışken, ablamla birlikte aile ocağına dönmek istediğimi fark ettim. O gün bir rüya gördüm.
Kocaman bir tepsi dilek kurabiyesi geldi önüme. Hani Çin midir Japon geleneği midir, içinden fal gibi kağıtlar çıkan kurabiyeler var ya, onlardan. Masada da kocaman bir yapbozun parçaları var. Yavaş yavaş yapbozu oluşturmaya çalışıyoruz. Yanımda da Ankara’da çalışan bir arkadaşım var. Dilek kurabiyelerini açıp ters çevirdikçe yapbozu tamamlamaya çalışıyorum. Dilek kurabiyelerinin arkalarında yapbozun resimleri var çünkü. Sonunda masanın ortasında kocaman bir resim beliriyor. Bir şövalye prensese sarılmış öylece duruyor. Ama şövalyenin ve prensesin kim olduğunu göremiyorum. Bir parça eksik çünkü. Biraz arandıktan sonra masada kalan son dilek kurabiyesini buluyorum ama Ankara’da çalışan arkadaşım o kurabiyeyi saat 7’ye kadar açmamam gerektiğini söylüyor. Ben bekliyorum. Saat 7 olunca kurabiyeyi açıp yapboza yerleştirdiğimde şövalyenin eski arkadaşım, şimdiki sevgilim olduğunu görüyorum. Prenses de benim tabi ki :) Kurabiyeden çıkan kağıttaysa eşimin ismi yazıyor. Tamamlayan parçada yani.
Ertesi gün uyandığımda hala rüyanın etkisindeyim. Akşama Badem’i arıyorum. Rüyadan falan bahsetmiyorum tabi. Havadan sudan konuşuyoruz. En sonunda ona buraya döneceğimi söylediğimde o da burada işe başvurduğunu ve geleceğini söylüyor. Şaşırıyorum çünkü ikimizin de böyle bir düşüncesi yok eskiden..
3 ay sonra ikimiz de buraya dönüyor ve yeni işlerimize başlıyoruz. Liseden yakın arkadaşlarımızın bazıları da zaten burada çalışıyor. İstisnasız her gün buluşuyoruz. Çınaraltına gidip okey oynuyoruz, sinemaya gidiyoruz, evlerde buluşuyoruz. Baya da kalabalık bir gurubuz. Ama en yakın olarak Badem’le birbirimizi seçmişiz.
Bu şekilde 4 ay geçirdikten sonra 7 Ekim günü Badem bana bütün hislerini açtı ve birlikteliğimiz başladı.
Şimdi geriye dönüp de baktığımda bu hikaye çok etkileyici geliyor bana. Yapbozda eksik kalan parça, saat 7’de açmam gerektiği, Ankara’dan gelen arkadaş, birbirlerinin tamamlayıcısı olma durumu hep bir şeyler ifade ediyor şu anda ve içim titriyor.
Bütün bunları neden anlattım peki? :)
Geçenlerde bir arkadaşla yürüyüş yapıyoruz sahilde. Arkadaş dediğim daha yeni tanıştık ama çabuk ısındık. Geçtiğimiz senelerden bahsediyorum sohbet sırasında. Hava bahara dönmeye başladı ya, sahilde yürürken geçen sene öğlenleri çıkıp kitabımla çınaraltına gidip oturduğumu, yemek için eşimi beklediğimi anlatıyorum. İç geçiriyor yeni arkadaşım. Ne güzel diyor, evlisin ve hala kocanla öğlenleri buluşup yemek yeme hayalleri kuruyorsun..
Bütün bunları şu son cümle için yazdım aslında. Çünkü gerçekten bir insanın evli olup da öğlenleri ya da iş arasında herhangi bir zaman eşini görmek istemeyebileceğini düşünmemiştim. O yüzden, birlikte vakit geçirmekten çok hoşlandığım bir insanla evlendiğim için çok şanslı hissettim kendimi. Bir ilişkide ya da evlilikte bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü fiziksel, kimyasal işte ne derseniz, çekicilik zamanla kayboluyor. Aynı insanla 50 seneden fazla evli kaldığınızı düşünün. Birlikte vakit geçirmekten hoşlanmıyorsanız değil 50 sene, 1 sene bile katlanamayabilirsiniz.
Sonuç olarak ;
Bütün arkadaşlarımızın, gerçek dostlarımızın kıymetini bilelim :) Konuyla baya paralel bir sonuç oldu değil mi? :)
Kürk Mantolu Madonna
Sabahattin Ali’nin kitaplarını yaşantısından ötürü çok okumak istiyordum. Önce Kuyucaklı Yusuf’la başlamıştım bu serüvene. Ama onda hoşuma gitmeyen şeyler vardı.
Bu kitabıysa çok sevdim. Öykücümün benzetmesiyle eski Yeşilçam filmlerindeki o yaşanamamış aşklardan biri Raif Bey ile Kürk Mantolu Madonna’nın hikayesi. Yarım kalan bir yaşam var adeta. Hüzünlü, iç burkan bir hikaye..
Anlatıcı konumundaki karakterimiz bir yerde işe başlar. Burada Raif adında sessiz bir adam vardır. Aynı odada çalışmalarına rağmen onun hakkında hiçbir şey bilmez anlatıcımız. Bir gün Raif Bey’in çizdiği resimlerden birini görünce onun aslında çok derin bir adam olduğunu anlar ve onu anlamak için çabalar. Raif Bey de bu ilgiyi fark eder ama içini kimselere açamaz.
Arkadaşlıkları ilerlerken Raif Bey yine hastalanır ve yataklara düşer. Bu sefer kötüdür ve çok yakın hissettiği anlatıcımıza günlük olarak tuttuğu defterini verip onu yakmasını rica eder. Anlatıcımız asıl Raif’i çok merak ettiği için bu defteri atmadan okumak için ondan izin ister ve ana hikayemiz burada başlar..
Raif Bey babasının sabun fabrikasını geliştirmek için eğitim amaçlı Almanya’ya gider. Ama sabun fabrikasını da oradaki insanları da çok sevmez ve kendi başına dolaşmaya başlar. Bir gün bir resim sergisinde gördüğü Kürk Mantolu Madonna resminin önünde saatler geçirir. Adeta resimdeki kadına aşık olmuştur. Günlerce sergiye gidip aynı resmin önünde uzun saatler geçirmeye devam eder. Bir gün bir kadın gelip ona bu resmi neden sevdiğini sorunca onu annesine benzettiğini söyler ilkten. Aslında yanına gelen kadın, tablodaki kadının kendisidir ama Raif o kadar kaptırmıştır ki kendini resme, kadını fark edemez bile.
Kadınla başka bir yerde tekrar karşılaşınca yaptığı hatayı fark eder ve kadının peşinde dolaşmaya başlar. Kadın da Raif’in ilgisinden memnundur ama şartları vardır. Kendisinden bir şey beklememesini ister. Karşılaştığı erkeklerin hiçbirisinde beklediğini bulamamış ve hayal kırıklığı yaşamıştır. Raif’in arkadaşlığından hoşlandığı için bu arkadaşlığı kaybetmemek adına ilişkilerinin arkadaşlıktan öteye gitmesini istemez.
Ama aşktır bu. Birbirlerini çok sevdiklerini itiraf edebildiklerinde Raif’in babasının ölüm haberi gelir. Raif Türkiye’ye dönmek zorunda kalır ama geç bulduğu aşkını yanına alacağına dair sözler vererek ayrılır sevdiği kadından. Hikayenin hüznü de burada başlar..
Ben çok beğendim kitabı. Eminim sizler de severek okuyacaksınız.
10 Mart 2008 Pazartesi
Dan In The Real Life
Kelime Oyunları : Duvar
Daha önce de bu yollardan geçtim diye düşündü genç kadın. Daha önce de geçtim ve artık tecrübeliyim. Aynı şeyleri bir daha yaşamayacağım diye söz verdi kendi kendine. Artık eskisi kadar kolay inanmayacağım insanlara, kalbimi savunmasız bırakıp birden güvenmeyeceğim diye geçirdi içinden.
Aldatmak ne kadar kolaydı. Aldatılmak ne kadar kolay. Güven kolay kazanılmıyordu ama bir anda yok oluveriyordu işte.
Çevresindeki insanlara baktı. Bazıları ne kadar yakındı kendine. Bazılarıylaysa koca bir duvar vardı aralarında. Varlığı her zaman buz gibi hissedilen ama bir türlü yıkılmayan koca bir duvar..
No Country For Old Men :) (Anladın sen onu! :))
Bence biraz ağır bir filmdi. Konu aslında biraz klasik. Uyuşturucu, para, kötü adamlar, kaçmaya çalışan adam ve devreye giren iyi yürekli bir polis. Uyuşturucu her şekilde başa bela olduğundan sürekli bu konuda film çekip duruyorlar :) Yani kullansan da satıcı olsan da para peşinde koşsan da sonunda zararlı çıkıyorsun. Vallahi biz seyrede seyrede anladık da şu Amerikalılar anlayamadılar bir türlü :)
Şaka bir yana Javier Bardem’in ödül almasına şaşmamalı. Gerçekten çok iyi bir performans sergilemiş. Rolüne öyle bir bürünmüş ki daha önce gördüğüm resimleriyle kıyaslayınca resmen tanıyamadım! Okuduğum dergilerden birinde J. Bardem’i sevmek için 10 neden diye bir yazı vardı. Vücudu da bu yazıdaki nedenlerden biriydi. Tabi uzun saçları, üzerinden çıkarmadığı o siyah kıyafetleriyle No Country For Old Men’da bunu anlamak biraz zordu!
Kısaca konuya değinmek gerekirse :
Llewelyn (Josh Brolin) geyik avlarken ıssız arazide birkaç kamyonet bulur. Komyonetlerin yanına gittiğinde 5-6 adamın öldürüldüğünü görür, araçlardan biri de ağzına kadar uyuşturucu ile doludur. Llewelyn bu katliamı yapan adamın kaçmış olacağını düşünerek iz sürmeye başlar ve uzakta bir adam daha görür. Onun yanına gittiğinde o adamın da öldüğünü ancak yanında bir çanta dolusu para taşıdığını fark eder. Llewelyn parayı alır ve eve gider.
İlk gördüğü kamyonetlerin birindeki adamlardan biri henüz ölmemiştir ve ondan su iştemiştir. Llewelyn’in yanında su olmasa da eve gidip de yattığında aklına bu adam gelir ve bidona su doldurarak tekrar araziye gider. Ancak o gittiği sırada paranın peşinde olan başka adamlar da araziye gelir ve Lwelyn’i görürler. Llewelyn onlardan kaçmayı başarsa da peşine hem Meksikalılar hem Amerikalılar düşmüştür artık. Üstelik bunlardan biri de Anton Chigurh'dir (J. Bardem). Elindeki müthiş silahla önüne çıkan herkesi öldürmektedir.
Llewelyn izini kaybettirdiğini düşünse de yanılır çünkü para çantasının içinde bir verici vardır ve satıcı bütün taraflara alıcı vermiş ve herkesi çantanın dolayısıyla Llewelyn’in peşine düşürmüştür.
Bu arada polis memuru Ed Tom da (Tommy Lee Jones) yardım edebilmek için Llewelyn’i aramaktadır ama bulduğunda çok geç olur..
Filmde çok fazla konuşma yoktu, konu da ağırdı dediğim gibi. O yüzden ağır bir filmdi bana göre. Ama oyunculuklar açısından seyredilmeli.