30 Mayıs 2008 Cuma

Fotoğrafın Dili, 3. Çalışma


O gün saatlerce yağmur altında kimi zaman yürümüş kimi zamansa soluk soluğa koşmuştum. İçimde dindiremediğim fırtınalar kopuyordu. Sanki kendimden kaçıyordum koşarken, koştukça kötü anılarımdan uzaklaşabilecekmişim gibi.

Yağmur dinip de kendime geldiğimde daha önce hiç bilmediğim bir sokakta buldum kendimi. Karşımda iki küçük çocuk. İçimde büyütemediğim o minik yavruya inat, capcanlı dimdik duruyorlardı sokağın ortasında. Üzerlerindeki yamalı kıyafetlere, ayaklarındaki delik ayakkabılara inat, elele cesurca oynuyorlardı sanki hayatla. O an vermiştim evlat edinme kararımı. Ama bu iki kimsesiz çocuğun hayatıma ne denli anlam katacağını bilmiyordum daha...

Hamiş : Bu yazı, Öykü Atölyesi'nin Fotoğrafın Dili 3. çalışması için yazılmıştır.

29 Mayıs 2008 Perşembe

Yine benden

Evet aslında bir de...

İki film birden yazdım, lütfen önce onları okuyunuz, öğreniniz, sonra özet çıkartıp bana geri yollayınız.

Görüldüğü üzere Çınar küçük bir bahar sarhoşluğu yaşamakta. En iyisi madde işine geri dönsün (döneyim yani, ben, kendim işte).

@ Aa İndiana Jones için salı seyrettik diye yazmıştım değil mi? Yok yok salı değil pazartesi seyrettik onu. Salı pikniğe gittik :) Dakyüz, Osi, geçen yazımda müzik öğretmenleri diye bahsettiğim komşularımız Arya ve Şef ve tabi biz :) 6 lı olarak gittik pikniğe. Bir güzel karnımızı doyudruk, fotoğraflarımızı çektik. Daha masadan kalkmadan o kadar çok yediğimize pişman olduk her piknik sonrasında olduğumuz gibi.

@ Dün yani çarşambaysa fabrikanın hoşgeldin bahar partisine gittik. Aslında gidip gitmemekte kararsızdık ama hadi hep birlikte gidelim eğlenelim coşkusuna kapılarak gittik. İyki de gitmişiz. Ben hayatımda ilk kez üstüste 3 kadeh şarap içtim ki normalde 1 kadeh şarap da yere serilmeme yetecek dozdur benim için. Ama dün öyle olmadım. Tamam kafam güzeldi, hepimizin kafaları güzeldi zaten, hele Osi'nin kafa bir milyon şeklinde, güle oynaya bir akşam geçirdik. Canlı müzik de vardı ortamda. En sevdiğim şeylerden biri. Her şarkı sonrasında alkışlayan bir biz vardık ekip olarak. Ama kafaların güzelliğinden değil, emeğe saygıdan. Üniversiteden gelmiş sarhoşların ortasında güzel güzel müzik yapan insanlar alkışlanmaz da kim alkışlanır? Bizim burda insanlar da bir garipler. Zaten bayanlar da şıklık (rüküşlük) yarışına girmiş kırım kırım kırıtıyorlardı. Yapmacıklık da en sinir olduğum şeylerden biri. Kendini olduğundan daha farklı göstermeye çalışmak. Ama hepsini boş verdik dün, kendi eğlencemize bakıp komikleşen insanlara güldük :)

@ Bugün Çakıl'ımla görüştük. Buraya gelmesi kesinleşti. 13 Haziranda başımızın üzerinde misafir edeceğiz :) Aklımda bir sürü plan var aslında. Bakalım hangilerini yürürlüğe sokabileceğiz. Bu, Çakılımla ilk buluşmamız olacak. Daha önce İstanbul için niyetlenmiş ama başaramamıştık, bu küçük şirin (!) sahil kasabasında karar kıldık, heyecanlıyım, mutluyum ve de umut doluyum bugün.

@ Unutmadan yazayım, önceki yazılarımda Eskişehir yolculuğumuzla ilgili otobüs maceramızı yazmıştım. İşte o şoföre 200 YTL ceza yazılmış. Çok olmasa da (bana göre sefer değil, fazladan alınan adam başına para kesilmeliydi!) hiç yoktan iyidir işte.

@ Babamın kan tahlil sonuçları çok iyi çıktı. Kolesterolü hiç olmadığı kadar düştü, diyetle 278'den 228'e kadar düşürebilmişti, artık ilaç kullanıyor. İlaç sonrasında 120'ye düştü. Sırada Eko var, umarım ondan da iyi sonuçlar alacağız ve 1. ay kontrolü için Ankara'ya gitmemize gerek kalmayacak.

@ Hepsi bu.

@ Şimdilik... :)

Following, 1998



Bill (Jeremy Theobald) Londra'da aylak aylak dolaşmaktadır. Kendine yazar demekle dememek arasında gidip gelen takıntılı bir adamdır. Takıntısı da diğer insanların hayatını merak etmek ve bunu öğrenmek için onları takip etmektir. Bu takip için bazı kurallar da belirlemiştir. Örneğin sürekli aynı insanı takip etmemek, onların gittiği yerlere gitmemek gibi kuralları vardır. Bir gün Cobb (Alex Haw) adındaki bir adamı takip eder. Bu sefer sert kayaya çarpmıştır.


Cobb Bill'in kendisini takip ettiğini anlar ama bunu ona çaktırmaz. Bir gün o da Bill'i takip eder ve sonunda Bill'in yanına giderek kendisini neden takip ettiğini sorar. Bu Bill'in başına ilk kez gelmektedir ve Bill önce çekinir. Ama sonra Cobb'la konuştuktan sonra her şey değişir. Cobb da takıntılı biridir. Onun takıntısıysa insanların evine girmek ve istediklerini almaktır. Bill de zaten insanların hayatlarını merak ettiğinden Cobb'la birlikte çalışmaya başlarlar.

Bill'in daha önce takip ettiği sarışın kadının (Lucy Russell) evine de girerler. Aslında hikaye de bundan sonra başlar. Hiçbir şey Bill'in gördüğü ya da sandığı gibi değildir. Cobb yüzünden başı derde girecek ve kendini hiç bilmediği bir yerde bulacaktır.

Film 1998 yapımı. Cihristopher Nolan'ın o güzel Memento'sundan önce çektiği film. Tabi biz önce Memento'yu bildik ve sevdik. Filmde yine bir ileri bir geri zamanda yolculuk edip duruyoruz siyah beyaz karelerle. Değişik bir filmdi. Zekice kurgulanmış bir olaylar zincirinde herkese güvenmemek gerektiğini bir kez daha görüyoruz. Ana fikir budur işte :)

Jeremy Theobald'ı daha önce yine Christopher Nolan'ın (Chris Nolan) yönettiği Doodlebug isimli filmde seyretmiş olabilirsiniz, ben seyretmedim. Sonra yine aynı yönetmenle Batman Begins'te de çalışmış 2005'te. Su teknisyenlerinden biriymiş ki hiç hatırlamıyorum kendisini.




Alex Haw'ınsa bilinen tek filmi bu. İki oyuncunun da resimlerini bulamamam bundan kaynaklanıyor sanırım :)



Lucy Russell'sa ilk bu filmle beyazperdeye düşmüş. O da J. Theobald gibi Batman Begins'te rol almış. Şaşırtıcı ama onu da hiç hatırlamıyorum. Bu yönetmenlerin de bir oyuncu takıntısı var aslında, burda bunu açık seçik görebiliyoruz :)

Indiana Jones : Temple of the Doom



Salı günü oturduk İndi'nin ikinci filmini seyrettik, ben ancak yazıyorum tabi. Bu arada neler yaptığımızı daha sonra yazacağım.

İndi maceraya kaldığı yerden devam ediyor kamçısını alarak, biz de koşarak peşinden gidiyoruz. Bu filmde güzel bayan olarak Wilhelmina 'Willie' Scott (Kate Capshaw) var. Sarı saçlarını bir oraya bir buraya savura savura gidiyor İndi'nin peşinden. Kalbini çalmayı da ihmal etmiyor o arada. Bizim İndi çapkın zaten :)


Bu sefer Hindistan'da kayıp taşın peşine düşüyor İndi.


Maceradan maceraya atlayıp tehlikelerden kaçarken bir köye düşüyorlar Willie'yle. Burdaki insanlar İndi ve Willie'ye yardım ediyor, yardımlarının karşılığı olarak da köylerinden çalışan kutsal taşlarını geri getirmesini istiyorlar İndi'den. İndi kahraman adam zaten, mecbur kabul ediyor :)



Taşların izini sürüp buluyorlar ve onları geri almak için tapınağa giriyorlar. Tabi aslında tapınağı tesadüfen bulup asıl yere ulaşabilmek için binbir türlü börtü böceğin içinden geçip evlere şenlik görüntülerle gönlümüzü eğlendiriyorlar :)


Yemek sahnesinde sofraya gelen koca yılanın karnı yarılarak içinden çıkan küçük yılanlar, ana yemek olarak gelen büyük böcekler, çorba niyetine getirdikleri gözlü sıvı ve son olarak tatlı diye getirdikleri maymun beyni seyretmeye değer :)

Ha bir de nerden çıktığını anlamadığım bir çocuk var. Filmin başından sonuna eşlik ediyor İndi'ye...



Bu filmin de diğeri gibi epey eski, 1984 yapımı olduğu düşünülürse gerçekten çok güzel be :) Bu da ilki gibi George Lucas'ın kaleminden, Steven Spielberg'in elinden çıkmış. Bayılıyorum ben bu adamlara!

İndi'ciğim de yakışıklılığının zirvesinde yine :)



Böyle işte.

27 Mayıs 2008 Salı

Indiana Jones : Raiders of the Lost Ark


Yakışıklı arkeologumuz Dr. İndiana Jones (Harrison Ford, gençliğinin ve yakışıklılığının zirvesindeyken) dersini anlatırken Dr. Marcus (Denholm Elliott) sınıfa girer. Tam da o anda zil çalar ve öğrenciler dışarı çıktıktan sonra Marcus ağzındaki baklayı çıkarıverir.



Kayıp sandık tekrar gün yüzüne çıkmış ve aranmaya başlamıştır. Kötü kimselerin eline geçmeden önce İndiana'nın onu bulması gerekmektedir. İndiana bu görevi üstlenir ve daha önce bildiklerinden yola çıkarak Marion Ravenwood'a (Karen Ellen) gider. Marion'la daha önceden bir münasebetleri olmuş ve İndi onu bırakıp gitmek zorunda kalmıştır. Bu yüzden Marion ona kızgındır ve istediği şeyi vermemek için direnir. İndiana'yı sonra gelmesi için yolladıktan sonra Belloq'un (Paul Freeman) adamları da Marion'un yerine gelir ve İndi'nin aradığı altın madalyonu almak isterler. Marion İndi'ye bile vermediği madalyonu elbette kötü adamlara vermeyecektir ama adamlar onu esir alır. Tam da bu noktada kamçılı kahramanımız İndi sahneye çıkar ve Marion'u kurtarır. Böylece Marion da madalyonuyla birlikte kayıp sandığı aramak için İndi'yle yola çıkar.



Belloq İndiana'dan önce Kahire'ye gitmiş ve kazılara başlamıştır. Ama onun elindeki bilgilere göre sandığın yerini belirleyecek asanın boyu uzundur (şimdik efendim madalyon bu asanın ucuna takılıp mabede inildiğinde belli yer ve belli zamanda güneşe doğru tutulduğunda güneş ışıkları madalyondan geçip minyatür Kahire'de bir noktayı işaret edecektir, işte sandık da orada gömülüdür). Madalyon İndiana'da olduğu için o, üzerindeki yazıları okuyup asanın asıl boyutunu öğrenmiştir ve doğru yeri kazmaya başlar. Sonunda sandığı da bulur.


Ama Belloq İndi'nin sandığı bulduğunu görür ve sandığı kendi alarak İndi ve Marion'u mabede kapatır. Mabedin içi İndi'nin hiç haz etmediği yılanlarla doludur. Önce burdan kaçması ve sonra da sandığı yakalaması gerekir. Kamçılı kahramanımız elbette bütün engelleri aşacak ve sandığa kavuşacaktır.


Yıllar önce defalarca seyretmiş olduğum bu filmi tekrar seyretmek çok iyi geldi. Bazı sahneler çok komikti. Ben zaten kahramanın komiğini severim :) Örümcekadam (filmdeki değil çizgiromandaki hali) da buna güzel bir örnektir. Kahraman sayılmaz ama Lost'taki Sawyer'ı (Josh Hollaway) sevmemin asıl sebebi de budur :)

4. bölümü çıkan İndiana Jones'un ilk bölümlerini seyretmeden son bölümü seyretmemenizi öneririm. İlk filmler ganimet resmen :)

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Son durumlar

@ Haftasonu Çınaraltı'na kahvaltıya gittik yine. Işıl ışıl bir hava vardı. Şortları geçirdik, güzel havanın kefyini çıkara çıkara kahvaltımızı ettik. Sonrasında ev bakmaya gittik. Senelerdir ev alma hevesimiz var ama bir türlü denk düşmedi. Hala bakınıyoruz...

@ Salı günü kayınvalidem gelmişti. Cumaya kadar ananede kaldı, Cuma akşam hepsini toplu olarak yemeğe aldık. Aslında sadece mekan olarak bizim evi kullandık gibi bir şey oldu :) Temizliğe gelen kadını değiştirmiştik geçen ay. İlk seferinde ben de evde olayım diye Cumartesi gelmişti. Sonra biz yoktuk, annem meşguldu derken 2 hafta gelemedi. Üçüncü hafta daha önce anahtar veremediğimiz için annemin gelip kapıyı açması ve göz kulak olması gerekiyordu. Hal böyle iken gelmişken yemeklerimizi de yapıverdi sağolsun :) Öyle yedik, içtik ve şiştik...

@ Eurovision yarışmasında 7. olduğumuza inanamıyorum. Mor adamları çok sevdiğimden midir nedir, sanki katıldığımız en güzel şarkıydı bu. Ama zaten yarışma müzik yarışması değil. Tamamen politik, komşuluk ilişkileriyle yön bulan bir yarışma. Sertab Erener nasıl 1. oldu şaşırıyorum doğrusu. Tamam görsel olarak çok güzel bir şov hazırlanmıştı, sesine zaten diyecek yok ama şarkı öyle ahım şahım değildi bence. Morların şarkısı onu üçe beşe katlardı. Yarışmayı sevmesem de üzüldüm 7. olduklarını duyunca. Aslında bütün şarkıları dinledim. Oylamaların başlangıcını da seyrettim ama sonrasında her zamanki gibi horr.. Sabah internetten bakınca şaşırdım. Hani şu politik sebeplerden ötürü 1. lik beklemesem de ilk 3'e gireriz diye düşünüyordum. Aman her neyse, Morları çok seviyorum işte :)

@ Cuma günü Diş hekimine gitmiştim. Maalesef korktuğum koltuklardan biridir diş muayene koltuğu. Mideme kramplar girerek gittim oturdum. Muayenede bir şey yoktu tabi, sonuç önemliydi. Diş taşım varmış, temizlenmeliymiş, bir dişimde çürük olabilirmiş, röntgen çekilmeliymiş. Pazartesi için diş temizliğine randevu verdiler. Bugün gittim bir güzel temizlediler. Dişlerim görüntü olarak gayet güzeldir ve temizdir. O yüzden büyük plaklar halinde kopan diş taşlarını görünce şaşkınlıktan gözlerim yerinden fırladı. Ele alıp gösterilebildiği düşünülürse gerçekten garipti. Alet zaman zaman diş etlerime çarpıp kanatsa da çok canım acımadı. Ama çürük ihtimali olan dişim ihtimal olmaktan çıktı. Maalesef bir dolgu gerekiyor :( Umarım kanal dolgusuna gidecek bir derinliği yoktur... Hayatımda hiç kanal tedavisi olmadım ve feci korkuyorum doğrusu. Bugüne kadar 1 kez dolgu yaptırmışlığım, bir kez de diş çektirmişliğim var çünkü. Bakalım 4 Haziran'a gün aldım bu sefer de. Göreceğiz hep birlikte...

@ Haftasonu iki film seyrettik. Biri İndi idi :) Üçlemenin 1981 yapımı ilk bölümünü seyrettik; İndiana Jones : Lost Ark. Tabi ki çok güzeldi. 4. bölüm de çıktı yakın zamanda. Onu seyretmeden ilk bölümleri hatırlamak istedim ben. İşte o yüzden dün başladık, bugün ve yarın da seyredebilirsek 4. için hazır olacağız :)

@ Diğer filmse 1998 yapımı Following'di. Daha sonra bahsedeceğim.

25 Mayıs 2008 Pazar

Eskişehir tam gaz : 2

Eskişehir'deki 2. günümüze de parıldayan bir güneşle başladık. Misafirhane oda-kahvaltı olmasına rağmen "yemeeeeek" diye bağıran zombiler gibi menemen yemeye Porsuk'a indik. Acıktım diye meşhur bir yer varmış. Erkenden gitmemize rağmen tıka basa doluydu. Herkes öyle bir yayılmış ki hemen kalkabilecek durumları yoktu. Bizden önce gelip de sıraya girenler de cabası. Durum böyle olunca gezinmeye başladık başka bir yer aramak için.
Sonunda Drink & Eat (ya da Eating & Drinking) diye bir yer bulduk. Mekan fena değil gibiydi ama oturmak istediğimiz zaman o güzel görünen koltuklu tarafa oturtmadılar. Neymiş, orası kahvaltı salonu değilmiş. Onun yan tarafında yarı kapalı bir yere soktular bizi.

Hadi neyse dedik, orda da koltuklu yerler vardı. İki masa birleştirelim 5 kişiyiz dedik. Koltuklu masaları birleştiremeyiz dediler. Ben ve Dakyüz yavaştan sinirlenmeye başladık ama Osi çoktan oturmuştu. Şimdi yine arayışlara çıkmayalım diye biz de oturduk. Menüyü getirdiklerinde seçtiklerimiz için o şekilde alamazsınız, bugün sadece bunlardan seçebilirsiniz dediler. Haydaaa! Masalar pisti, sildirdik, gelen kahvaltı tabağı gayet kötüydü, çay fincanları pisti. Eskişehir'e yolunuz düşerse hiç tavsiye etmem. Bence Acıktım'daki sırayı çimenlerde gayet güzel bekleyebilirsiniz :)

Kahvaltı saatimize ait sadece iki fotoğraf çekmemiz durumun vahimliğini ortaya seriyor sanırım. Bu fotoğraflardan birinde de başım çok ağrıyor gibi başımı iki elimin arasına almışım üstelik! :)

Neyse, kahvaltı sonrasında turlamaya devam ettik. İnsancıl diye bir kitapçı vardı. Ordan bir sürü kitap aldım. Kitaplar da hep kampanyalıydı. İnsancıl'ı çok sevdim :)



Ayaklarımız yorulunca bir yerde durduk (ismini hatırlamıyorum :( ) zencefilli limonata içtik Dakyüz'ün ısrarları üzerine. Biz Japonlar gibi fotoğraf çekmeye dalınca iki çingene çocuğu yanıma gelip onların da fotoğrafını çekmemi rica etti...


Sonra Odunpazarı'na gittik. Eski tahta evleri restore etmişler, kimisinde oturan da varmış, kimisini sergi, tiyatro salonu olarak kullanmaya başlamışlar. Biz gittiğimizde çok güzel bir cam sergisi vardı.



Ayaklarımız iyice ağrıdıktan sonra akşam için hazırlanmak üzere misafirhaneye dönmeye karar verdik. Yürüyüşümüz esnasında benim hayran kaldığım Haller'den geçtik.

















Akşam için 222 Park'ı almıştık listemize. Mekan olarak oldukça hoştu. Sıcak bir yaz gecesi olsaydı bahçedeki masalarda oturabilirdik. Serin olmasına rağmen dışarda oturanlar da vardı gerçi. Biz uzun saatler kalacağımızı düşünerek içeri geçmeyi tercih ettik.

222 Park birkaç barın bulunduğu bir mekanmış. Büyük bir alan, tek girişle büyük bir bahçe ve her biri bu bahçeye bakan bir sürü bardan oluşan bir yer. Biz yemek de yiyeceğimiz için tek yemek mekanı olan Sish'e gittik 222 Park'ta.


İçeri girdiğimizde görüntüden etkilendik. Gerçekten çok güzel bir yerdi. Duvarlar sadece camdan ve televizyondan oluşuyordu sanki :) O gün de tesadüf Eskişehir'in maçı varmış. Biz gittiğimizde herkes yemeğini falan yemiş, çayının sigarasının eşliğinde maç seyrediyordu gözlerini kırpmadan.

Karınlarımız zil çalarken menüyü istedik, bir yandan da masalarda hazır duran gavurdağı salatasıyla keçi peyniri ve ceviz yedik. Menüyü elimize aldığımızda hiçbir yemeğin yanında fiyat yazmadığını farkettik. Osi duruma hemen el koymak istedi ve fiyatların neden yazmadığını sordu. Garson'un verdiği cevap enteresandı. "Abi 15'e de var, 18, 19,20'ye de var, 25'e de var." Biz bizimkileri sorduk ama neyse, geldik ya bir kere, burdan da kalkmayacağız belli. Dakyüz, Badem ve ben 222 Park kebap istedik. Açıklaması en ilgi çekici olan oydu sanki. Osi Hünkar Beğendi istedi, Emel'se bildiğimden vazgeçmem diyerek köfte istedi. İyi ki de öyle istemiş.


Bizimkinde et şiş, mozerella peyniri, lavosh peyniri, çeşitli sebzelerle közlenmiş domates ve biber olması gerekiyordu. Yemeklerimiz geldiğinde Osi'ninkiyle bizimkilerin aynı olduğunu farkettik. Garsonu çağırdığımızda bize yemeklerimizin doğru geldiğini söyledi. Peynirleri sorduğumuzda insanların genelde istemediğini, o yüzden peynir koymadıklarını söylediler!!! Biz istiyoruz dediğimizdeyse gidip kaşar peyniri rendesi getirdiler. Lavosh peyniri diye yazansa bildiğimiz lavaşmış. Peynir falan değil yani. Üstelik et şiş dedikleri de kırmızı-beyaz et karışıktı. Hiç hazetmediğim şey. Ya biri olacak ya diğeri..



Feci yemek muhabbetimizden sonra o mekanda daha fazla kalmamaya karar vererek 6,45 adındaki bara gittik. O mekan da çok güzeldi. Çok da sıcak bir ortamdı. Paşalar gibi biralarımızı içtik. Zaman ilerledikçe dumanaltı durumu katlanılamayacak vaziye geldi ve biz de çıktık. Aradan çokça zaman geçmesine rağmen Eskişehir'li fanatikler hala yolları dolduruyordu. Acaip bir şenlik vardı. Sanırsınız ki festivalde falansınız. Çok enerjikler şu Eskişehirliler :)



Ertesi gün Eskişehir'e veda etmenin vakti gelmişti. Son fotoğraflarımızı çekip kampüsü şöyle bir turladıktan sonra rezil otobüsümüze bindik.



Emel'in tanıdıklarının o güzel oğlunun fotoğrafını çekmeyi de ihmal etmedik.



Böylece güzel Eskişehir turumuzun sonuna gelmiştik...

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Eskişehir tam gaz : 1

Gelelim Eskişehir turumuza...

Eşimle senelerdir gitmek isteriz Eskişehir'e. Hiç fırsat olmamıştı bu seneye kadar. Porsuk'un kenarına gidip çay içmek gibi gayet sakin hayallerimiz vardı :)

17 Mayıs'ta burdan yola çıktık. İlk hedef İstanbul'du. Aslında burdan direkt otobüs de var ama biz gitmişken trenle gidelim, yemekli vagonda şöyle güzel bir tren yolculuğu geçirelim istedik. Sabah 5'te yola çıktık Dakyuz, Osi ve biz. Onlar uyurken ben kitabımı bitirmek için cebelleştim.

İstanbul'a vardığımızda saat 9,5'a geliyordu. Trenimiz de 10'da hareket edecekti. Çok beklemeden yola koyulduk İstanbul'dan da.

Yemekli vagon çok güzeldi. Biz ceketlerimizi koltuklarımıza bırakır bırakmaz yemekli vagona gittik. Kalabalık olacak gibi bir endişemiz vardı çünkü biletlerimizi alırken trendeki son 5 yerden 4'ünü aldığımızın bilincindeydik. Tren de hakikaten kalabalıktı ama yolcular ilk zamanlar koltuklarında oturmayı tercih ettiler. Bizim gibi kahvaltıyı illa ki yemekli vagonda yapacağız saplantısı olan çok yoktu :) Ama zamanla yemekli vagon da tıka basa doldu, çay fincanları sayıyı karşılayamayacak kadar azaldı, bu nedenle tartışmalar çıktı, ortam gerildi. Biz seyahatimizin bitmesine yarım saat kala koltuklarımıza da geçelim artık diyerek normal vagonda yolculuğun sırrına ulaştık (sır falan yok, otobüsteki koltuklar gibi oturuyorsun işte, biraz daha geniş yalnızca).

14:30 gibi Eskişehir'e vardık. Tren garında bizi bekleyen bir çift göz vardı, Osi'nin kardeşi Emel. Bizi karşıladı, kalacağımızı yere götürdü, sonra bir güzel gezdirdi. Dakyüz de Eskişehir'de okumuştu aslında ama neredeyse bir asır önce (!) olduğundan çok değişmiş buldu şehri. Tabi olumlu anlamda. O kadar yoğun bir genç nüfus var ki aralarında kendimizi de o yaşlarda hissettik. Ben 3 gün boyunca 20'ydim mesela :)



İlk gün yani Cumartesi günü trenden indikten sonra önce Anadolu Üniversitesi'nin misafirhanesine gittik. Eğer gidip de nerde kalmak gerekir diye düşünüyorsanız kesinlikle burayı tercih etmelisiniz bence. Bir kere kampüs içinde, neredeyse ormanlık arazinin ortasına oturtulmuş vaziyette, hemen yanında Japon bahçesi var. İçinde envai çeşit çiçek, ağaç var. Yazın bahçeye masa sandalye de çıkartılıyormuş ki biz o döneme denk gelemedik. Yine de çiçekler açmış, bahçe yeşillenmiş olduğundan çok güzel görünüyordu. Biz zaten doğaya hayran kalarak şehir merkezinde bir otelde kalmadığımız için bir kez daha şükrettik. İnternet sitesinde misafirhanede kalabilmek için kamu personeli falan olmanız gerektiği yazıyor, ben öyleyim hadi, Dakyüz'ün annesi de öğretmen ama Dakyüz telefonla aradığında bu konudan hiç bahsedilmemiş bile. Hemen ayarlayabildik yani yerlerimizi. Siteden bakıp da biz kalamayız diye düşünmeyin yani, mutlaka arayın ve yerinizi ayırttırın.




















Hava çok sıcaktı. Odalara yerleşip üzerimizdeki kıyafetleri azaltınca Porsuk'a doğru hareket ettik. Manzara çok çok güzeldi. Aydınlık, ışıl ışıl havada her şey olduğundan daha güzel görünür sanki, insanın içine ayrı bir sevinç kattığı için belki de.



İşte öyle mutluluk verici bir havada Porsuk'un karşısına geçip şöyle bir seyretmek bile çok keyifliydi. Çayda dolaşmak da güzel olabilirdi ama çok kalabalık bir sıra vardı. O sıcakta beklemeye gönlümüz elvermedi :(



Karnımız acıkınca Papağan'a gidip çiğbörek yemeyi de ihmal etmedik. Aslında Tayfun Talipoğlu'nun bir programında doğrusunun çiğbörek değil çibörek olduğunu öğrenmiştim. Ama Papağan'da da diğer mekanlarda da hep çiğbörek diye yazmışlar. O yüzden bu şekilde yazdım ben de. Biraz yağlı olmakla birlikte güzeldi. Bir porsiyonda 5 adet getiriyorlar. Bana fazla geldi 5'i, ancak 3'ünü yiyebildim. Dakyüz 4'ünü yedi, Osi ve Badem 5'er taneyi götürdüler :)


Akşam olunca taa buralardan araştırıp da olumlu yorumlarla yapılacaklar listemize aldığımız Bomanti'ye fasıla gittik. Aslında daha önce Bomanti diye bir fasıl mekanı varmış, oldukça salaş bir yermiş ve hani böyle üniversite hocalarının prof.larının falan gittiği (genç kuşağın çok tercih etmediği bir anlamda, anlatanların yalancısıyım) bir yermiş. Sonra, orda şef garson- mezeci olarak çalıştığını tahmin ettiğimiz İsmail adındaki kahraman abimiz ayrılmış ve kendi sıcak mekanını açmış. Diğeri de İsmail'ini kaybedince kapanmış. İşte biz bu sonradan açılan Bomanti İsmail'e gittik. Rakı mekanı :)



Ben daha önce de rakıyı denemiş ama fazla içine girememiştim. Birkaç yudumdan öteye gidemeyen rakı kardeşliğimi bu sefer sonuna kadar götürebildim. Hayatımda bir ilk sayılabilir bu yüzden. O gece iki tek içtim ve kafayı yemedim :) (öncesi ve sonrası şeklindeki resimlerimi yayınlamayı şiddetle reddediyorum! :)

Bu arada 5 amca ortaya geçmiş kemanla, kanunla şarkılar söyleyip herkesi coşturuyor. Biz zaten kıvama gelmişiz vakit de geçince. Tabi herkes aynı şekilde. Adamlar da bunu anlayınca kalkıp tek tek masaları gezmeye başladılar ve istek şarkılar çalıp söylediler.




Bizim masadan 3 istek şarkısı geldi : Agora meyhanesi, Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar ve hani kuşlar ağaçlar (ismini hatırlamıyorum). Hep birlikte güle eğlene söyledik şarkılarımızı. Adamlar masa ağasının Osi olduğunu anlayınca gittiler onun başında dikilmeye başladılar :)



Ha bu arada onlar şakırken ortaya şef garson kılıklı bir adamla (lacivert yelekli) yemeğe gelen adamlardan biri çıktı ve oyun oynadı. Çıkışta bu yelekli adam kapıya da geldi. Meğer İsmail oymuş. Sizi görmeye taa şuralardan geldik diyince adam bir keyiflendi, onun da kafa zaten bir milyon, gözler bakıyor ama hangimizi görüyor bilmiyoruz, keşke baştan söyleseydiniz olmadı şimdi böyle bak falan gibi cümleler kurarak bizi yolcu etti.

Bu Cumartesi günümüz de Eskişehir mekanlarında harika geçmişti.

Devamı sonra...

Hamiş : Ertesi gün rakının etkisiyle hiçbir şey olmadı :) Ne başım ağrıdı ne midem bulandı...

Hamiş 2 : Fotoğrafların çoğunu Badem çekti. Ben daha çok seyretmeyi tercih ettim. Yukarıdakilerden bir tek Osi'nin adamlara karşı sigara içtiği fotoğraf bana ait sanırım.

20 Mayıs 2008 Salı

Boleyn Kızı


Öykücüm ve Uzunbacakım sayesinde merak salarak aldım bu kitabı ve nihayet bitirdim. Uzun sürmesinin en büyük etkeni 820 sayfa olması değil.

Kitap boyunca beni acaip sıkan bir rekabet, bencillik, haksızlık, kısıtlanma, istediği gibi yaşayamama (hiçbir şeyde özgür olamama aslında) durumu vardı. Okudukça sinirlerim gerildi ve doğrusu Anne'e ne olduğunu ya da ne olacağını hiç merak etmedim desem yeridir. Mary'i merak ettim biraz. O da evlendikten sonraki hayatını. Kendi seçimini yaptı ve acaba mutluluğu bulabildi mi diye merak ettim.

Kitap güzel bir kitap evet, ama iki kardeşin böylesi rekabeti, hırsı, içinde bulundukları yapay ortamın tümü beni çok rahatsız etti.

Önce Mary ailesi tarafından sunuldu krala. Kraliçe olamayacağı anlaşılınca ablası Anne sunuldu. Anne öyle hırslıydı ki kraliçe olmak için her şeyi yaptı, en sonunda da cadılıkla suçlandı zaten.

Sonuç olarak akıcı bir dille yazılmış, araya entrika falan da serpiştirilince kitap bir anda içine alıyor sizi. Bir yandan da bir an önce çıkmak istiyorsunuz kitaptan. En azından ben öyle hissettim işte...

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Dönüş yolu

Ben döndüm! Ama ne dönüş :)

Eskişehir turumuz çok güzel geçti. Ama şu an resimler yanımda olmadığı için o yazıyı daha sonra yazacağım.

Üstünden şöyle bir geçeyim yine de. Cumartesi sabah 5 te yola çıktık otobüsle. İstanbul'dan da trene binerek gittik Eskişehir'e. Tren yolculuğu çok güzeldi.

Öğlen 2,5-3 gibi ulaştığımızda hava çok güzeldi. Önce misafirhaneye yerleştik sonra şöyle bir turladık Eskişehir'i. Akşam fasıla gittik bir güzel eğlendik.

Ertesi gün sabah kahvaltısında talihsiz serüvenler dizisini aratmayacak maceralarımız başladı. O gün ve akşam konusunda anlatacağım, önereceğim, şiddetle kaçmanızı tavsiye edeceğim yerler var. Bir dahaki yazımda..

Ertesi gün, yani Pazartesi günü dönüş için yola çıktık. Daha kısa zamanda evimizde olabilmek için Eskişehir'den direkt buraya gelen otobüse bindik. 45 kişilik otobüste 60 kişi falan geldik. 60 abartı değil. Daha fazlası da vardı aslında ama biri inip biri bindikçe zaman zaman azaldı sayı. Ama bir ara saydım ve de fotoğrafını çektim, ayakta tam 15 kişi vardı. Evet şehirlerarası bir otobüs ve evet ayakta yolcularla geldik. Koridor zaten dar, muavin bile içecek yiyecek ikram ederken yolculara çarpa çarpa geçer normalde. İşte bu 15 kişiyle üstüste geldik resmen.

Otobüse ilk bindiğimizde de vardı ayakta yolcular. 10-15 dakika sonra yoldan birini aldık. Numaralı bileti olan bu sonradan binen olduğu için haklı olarak yerinde oturanı kaldırdı ve kendi oturdu koltuğa. İki muavin tam önümüzde başladılar konuşmaya. Ailesi de bunu okuyor biliyor ya işte, yaptığına bak falan filan. Ben dayanamadım tabi ki. Okumasıyla ne alakası olduğunu sordum. Koridora yolcu almanın normal olup olmadığını sordum. Tabi ki normal değildi ve verecek cevapları yoktu buna. Yaşanan durumun kızın saygısızlığından değil kendilerinin yanlış davranışından kaynaklandığını söyledim. Tabi savunmaya çalıştılar kendilerini. Kadın çok yalvarmış da hastaymış ta. Sanırsınız ki olay bu şekilde tamamlanacak. Nerde?

Ayaktaki gencin ve tabure verilip koridora oturtulan kadının üstüne bir sonraki duraktan (sanki şehiriçi otobüsle yolculuk ediyoruz) 5 kişi daha bindi. Onlar inmeden bir 5 kişi daha bindi, bu arada yolculuk boyunca görmediğim, ama aralarda karşılaştığım yolcular oldu. Onlar da alt kattaki yedek şoför yatağında gelmişler!

Benim tepem attı sonunda. Muavinle tartışmaya başladım. Eşim bir yandan bana sakin ol diyor, bir yandan kendi sinirine hakim olmaya çalışıyor, bu arada bize destek olan bir Osi-Dakyüz çifti bir de ön tarafta bir genç var. 60 kişiden sadece 5'imiz durumdan rahatsızız! Olacak şey değil yani.

Bütün bunlar yaşanırken kadının biri yolcu indirmek için durduğumuz bir yerde fırlayıp çöpünü dışarı atınca bu sefer eşim de dayanamadı ve kadına kızdı. Kadın arka tarafta ayakta dikildiği yere geçince bizim arkamızdan söylenmiş. Biz duyamadığımız için cevabını veremedik ama kadın Osilere yakın olduğundan onlar duyup bizi savunmaya başladılar. Neyse uzatmayalım dedik.

Sonra inmek isteyenleri inecekleri yerde indiremediler. Çünkü muavin tuttuğu listeye bir kere bile bakmadı. Şoföre de haber vermedi. Zaten şoför kendi halinde takılan uçuk biriydi. Heralde söyleseydi de dinlemezdi. Yolcular tek tek burda ineceğim diye bağırmaya başladığında bizim parlak muavin orta kapıdaki cama vurdu. İletişim süperdi yani. Ama sesini duyuramayınca o şoföre bağırmaya başladı. Şoför nihayet duyunca ani frenlerle durdu. İçimiz dışımıza çıktı. Bu arada çocuklar istifra etmeye başladılar...

Sonuç itibariyle Düzce Güven'i yolculuklarınızda tercih etmenizi kesinlikle tavsiye etmem. Eskişehir'den maalesef günde tek sefer var, o da bu acentayla olduğu için mecburen onunla geldik ama bindiğimize de bin pişman olduk. Yolu uzatmayı ve eve daha geç ama sağlam şekilde gelmeyi tercih ederdik.

Dün o kadar yorgunluğun ve sinirin üstüne, ve de resmi tatil olduğu için şikayetlerimizi ilgili yerlere yapamadık. Bugün iş çıkışı ne gerekiyorsa yapacağız artık. Ceza kesildiğini görmeden içim rahat etmeyecek zaten...

15 Mayıs 2008 Perşembe

Yemek ve konser


Dünkü konser harikaydı. Ama gecenin sonundan değil öncesinden başlayacağım anlatmaya...

İşten erken çıktım azıcık. Yemek yetişmez belki endişem vardı. Eşimin de dışarda işi vardı dolayısıyla o da erken çıktı. Beni iş yerimden aldı ve birlikte eve gittik.

Annemlerde 2 gündür badana var. Oraya buraya gitmekten onlara da bakamadık. O yüzden dün geceden sodalı börek hazırlayıp dinlenmesi için buzdolabına koymuştum. Eve gelince böreği fırına koydum. Sonra yine dünden yıkadığım yeşilliklerle kocaman bir salata yaptım. Daha sonra fırında makarnayı hazırladım. Ben onu yapana kadar börek pişmişti. Onu çıkartıp makarnayı fırına attım.


Sonra yine dünden soslayıp dolaba koyduğum etleri çıkartıp tavaya koydum (Sarımsak, soğan, zeytinyağı, soya sosu, kekik, kırmızı pul biber ile soslamıştım). Etler pişerken üzerine biraz da kırmızı şarap ekledim. Tavaya bir kapak kapattıktan sonra azıcık ev toparladım. Masayı da dünden kurmuştum zaten.


Her şeyi saat gibi kurduktan sonra gidip koltuğa yayıldığımda saat 18:00 idi. Komşular hala ortalıkta yoktu. Ev telefonlarını sürekli aramaktan vazgeçip bu sefer cep telefonlarına yöneldim. Henüz dükkandalardı ama çıkmak üzereydiler. Azıcık daha bekledik. Saat 18:30'a doğru Arya geldi. Eşi müşteri beklediğinden henüz gelememişti. Ne zaman gelir diye fikir yürütmeye çalışırken yemekler pişti ve biz sofraya oturamadık takım tamamlanamadığı için. Makarnayı soğumasın diye fırından çıkartamadım bu durumda. Ama etler için yapılacak çok bir şey yoktu.


19:15 civarında Şef geldi ve masaya oturduk. Konser 20:00 da başlayacaktı. Biletlerimiz Uzunbacaklarda olduğu için öncelikle onlarla buluşmamız ve biletlerimizi almamız gerekiyordu ama bu koşuşturmacada geç kaldık maalesef (özür dileriz tekrar). Geç kalmak en sinir olduğum şeylerden biridir aslında. Ne beklemeyi ne de bekletmeyi sevmem. O yüzden hiçbir zaman hiçbir yere geç kalmamaya çalışırım. Eşim de benim gibidir. Bizi dakikalarca ve hatta saatlerce bekleten kişilere de kızgınlığımızı açıkça ifade ederiz her seferinde. Tabi insanın böyle bir ünü olunca geç kaldığında şaşkınlık oluyor :) Ama gecikmemiz sadece bize bağlı bir şey değildi. Ayrıca konsere geç kalmadık sadece buluşma saatimiz olan 19:45 için geç kaldık (ne affettirici cümleler değil mi? :)



Gelelim konsere.

Konser gecikmeden başladı (alkış!). Tuluyhan Uğurlu piyanosunun başına oturup da ilk şarkı çalmaya başladığında ses adeta başka bir yerden geliyordu. Elleri sanki uçuyordu tuşların üzerinde. İnanılmaz derecede güzeldi. Onunla birlikte 3 kişi daha vardı sahnede. Biri kaval, biri bağlama diğeri de viyola ile eşlik ettiler ona.


Müzik hepimizi içine çekip alırken fonda da Tuluyhan Uğurlu ile ilgili bilgiler, sonrasında dünyanın yaratılışı, dünyanın insanlar tarafından bozuluyor olması ile ilgili son derece güzel bir slayt gösterisi vardı. Müzikler fotoğraflarla öyle güzel bütünleşiyordu ki, çiçekleri, hayvanları gösterirken usul usul, içinize mutluluk sepriyordu. Sıra savaşların anlatıldığı karelere gelince Uğurlu'nun müziği de asileşiyor ve sizde savaşın getirdiği hüznü ve korkuyu bırakıp gidiyordu.

Konseri bırakıp gitmek istedim zaman zaman. Bu, müziğin beni etkilemesinin bir ifadesiydi aslında. Gördüklerim ve duyduklarım karşısında hemen şimdi burdan çıkmalıyım ve bu dünyayı kurtarmalıyım diye safça düşüncelere kapıldım birkaç sefer. Tabi bırakıp çıkmadım. Sonuna kadar içimde bazen mutluluk, bazen öfke bazen de umut dalgalarıyla konserin tadını çıkardım.

Konser bittiğinde hemen girişte satılan Tuluyhan Uğurlu cd lerini alarak hepsini de imzalattık kendisine.

Adam piyano başında hakikaten kendinden geçiyor ve hakikaten harika. Her şarkı arasında kalkıp insanları selamladı. Bunu yaparken yüzünde öyle bir mutluluk vardı ki, siz de ister istemez gülümsüyordunuz bu duruma. Adam acaip mutluydu ya, başka türlü ifade edilemez sanırım.

Kısacası bir gün şansınız olursa kesinlikle gidin ve dinleyin, hatta bu şansı kendiniz yaratın ve mutlaka dinleyin...

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Bugün günlerden 15 Mayıs (maaş günümüz ehi :) )


İşte bu blogu bu yüzden seviyorum. Bana kazandırdığı güzel arkadaşlıklardan, insanoğluna duyduğum güven ve umut yüzünden, dünyada hala "insan" olmayı başarabilen kişiler olduğunu görmekten son derece mutluyum.

Bugünün anlam ve önemiyse şeker arkadaşım Tabiat Ana'cığımın doğumgünü olması :)

İyki tanışmışız seninle, iyki doğmuşsun ve iyki yazıyorsun Tabiat'ım :)

Doğumgünün kutlu olsuuuuuuuun! :)

Tek Tek

@ Dün fotoğrafçılık kursumuzun son dersine gittik. Dersten ziyade gezide çektiğimiz fotoğraflara bakmaya, yorumlamaya, pasta börek yemeye ve kursa katılım belgelerimizi almaya gittik aslında :) Güzel de geçti. Fotoğraflarımız beğenildi. Tabi ilk sefer olduğu için de olabilir :) Kurs bitse de üyeliğimizi başlatıp toplantılarına katılmayı ve fotoğraf çekmeye devam etmeyi düşünüyoruz (düşünmekten öte yani, yapacağız).

@ 19 Mayıs tatilini Eskişehir'e giderek değerlendirmeyi düşünüyoruz. Aslında bu da düşünceden öte, biletlerimizi aldık :) Dakyuz ve Osi de katılacak bize. Cumartesi sabah 5 te yola çıkıp önce İstanbul'a sonra trenle Eskişehir'e gideceğiz. Ben ve eşim için ilk Eskişehir turu olacak bu. Dakyuz orda okuduğu için konuya bir hayli hakim. Osi de birkaç kez gitmiş, bir şey dendiğinde yorum yapabiliyor mesela. O yüzden rehberli tur gibi olacak bizim için :) İzlenimlerimizi geldiğimizde yazacağım.

@ Bugün ve yarın iki güzel konsere gideceğiz. Şehrimizde bulunan fabrikanın kuruluş yıldönümüyle ilgili kutlamalar dahilinde iki konser de. Biri il üniversitemizin 6'lı oda konseri, diğeri de Tuluyhan Uğurlu konseri. İkisini de merakla bekliyoruz doğrusu.

@ Müzik öğretmeni olan komşularımızla yakınlaşmaya devam ediyoruz. Perşembe günü yemeğe bize gelecekler. Sonrasında da konsere gideceğiz birlikte. Yemek olarak fırında makarna, şaraplı bonfile ve salata yapacağım. Zamanımız kısıtlı olduğu için çok çeşit yapmayacağım. Bu sefer fotoğraf çekmeye de çalışacağım ayrıca :)

@ Öykücümün paketini aldım. İçinde birbirinden güzel bir sürü şey var, hepsi için tekrar teşekkür ediyorum kendisine :) Ben de Eskişehir dönüşü göndereceğim, burdan müjdesini vereyim :)

@ Bahar hımbıllığını derinden yaşayan biri olarak Boleyn Kızı'nı hala bitiremedim! 820 sayfa da kolay bitmiyor :( Aslında tatilde olsaydık 2 günde rahat bitirirdim ama şu zamanda olmadı. Otobüs-tren yolculuklarının birinde bitirebilmeyi umuyorum :)

@ Bu aralar hakikaten hımbıllık var üzerimde. Pilatesi de bıraktım zaten. Ben bırakmasaydım da yaz tatiline girecekti. Ben birkaç ay öncesinden bırakmış oldum. Göbeğim tekrar sinyal vermeye başladı o yüzden. Arayı tenis ve yelken kurslarıyla kapatmaya çalışacağım deniz mevsimine kadar. Sahil kenarında bir ilçede yaşamamıza ve denizin (bazen) o muhteşem görünüşüne rağmen birkaç yıldır burda denize giremiyoruz maalesef. Deniz mevsimi ancak yıllık izne çıktığımızda başlıyor bizim için. Deniz deyince de aklıma en çok Palamutbükü ve Fethiye geliyor sanırım. Ah tatil ya :(

13 Mayıs 2008 Salı

National Treasure : Book of Secrets (2007)


Dün oturduk National Treasure : Book of Secrets'ı seyrettik. 2004'te ilki çekilmişti, onu da seyretmiştik. Ama 2007 yapımı bu filmi seyrederken aklımda İndiana Jones'lar olunca pek de keyifli olmadı. O heyecan dolu İndi serisini düşününce bu film pek bir romantik kaldı sanki..

Kadro ilk filmle aynı. Nicholas Cage (Ben Gates), babası rolünde Jon Voight (Patrick Gates), yeni-eski-yeni kız arkadaşı rolünde Diane Kruger (Abigail Chase), arkadaşı rolünde Justin Bartha (Riley Poole) ve ajan rolünde Harvey Keitel (Ajan Sadusky). Kadroya yeni katılan tanıdık bir isimse Ed Harris (Mitch Wilkinson).

Ben Gates (N. Cage) atalarının yardımıyla bir iç savaşın nasıl engellendiğini kanıtlar sunarak tüm dünyaya duyurmuş ve verdiği konferanslarda da gururla konuşmasını yapmıştır. Ancak son konferansında Mitch Wilkinson (E. Harris) adında bir adam yıllardır saklı olan yeni bir kanıt sunarak başkana suikast düzenleyenlerden birinin de Ben'in büyük büyükbabası olduğunu iddia eder.

Getirdiği kanıt Ben'deki defterden kopan sayfalardan birine aittir. Orda gerçekten de atalarının ismi yazmaktadır ama Ben atalarının hain olduğu fikrini kabul etmez. Bunu herkese de kanıtlamak zorundadır.



Mitch'in getirdiği kağıdın bir kopyasını alıp Abigail ve Riley ile saatlerce inceleme yaparlar. Sonunda bir ipucu bulurlar. Kağıdın üzerinde arkasına yazılan yazıların mürekkep lekesi vardır. Bu ipucuyla kayıp altın şehri Cibola'yı bulmaya çalışacaklardır.



Ben atalarının suçlu olmadığını kanıtlamaya çalışırken Mitch de bulacakları hazinenin peşine düşer ve Ben'i takip etmeye başlar. Buldukları her ipucu onları başka bir tarafa yönlendirirken hazineye de yaklaşmaya başlarlar. Bu arada Ben maceradan maceraya atılmaktadır, ve hatta başkanı kaçıracak kadar ileri gider.



Sonu belli zaten değil mi? Filmin başından belli iyi adam kötü adam. Öyle zaman geçirmek için iyi olabilir ama başta da dediğim gibi İndiana Jones hayranı olarak vasat buldum ben.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Yoğun haftasonu ardından



Bugüne öyle yorgun başladım ki..


Sanki geçtiğimiz hafta birkaç günlük izin almışım, oraya buraya koşturmuşum, vaktin nasıl geçtiğini anlamamışım gibi..

Cumadan ablamlar geldi yine. Geçen hafta eniştem (ona hiçbir zaman enişte demedim aslına bakarsanız, sadece buraya yazarken kullanacağım bu gidişle) gelememişti babama geçmiş olsuna, bu hafta yine yolculuk yaptılar o yüzden. Cumartesi hep birlikteydik. Birlikte yemeğe de giderek annecimizin anneler gününü kutladık.



Pazar sabah 7:30 da fotoğrafçılık kurs öğretmenlerimizin düzenlediği gezimize başladık. Burdan 1,5 saat falan sürdü gideceğimiz yere ulaşmamız. Karasu'ya gittik. Melenağzı'nı, Maden dere ve şelalesini, eski su yollarını, mağaraları gördük. Gezinin amacı tabi ki fotoğraf çekmekti. Biz ilk kez gittiğimiz için her gördüğümüz şeyi çektik aşağı yukarı :) Tabi öyle saatlerimizi verdiğimize değecek sanatsal fotoğraflar çekemedik. Zamanla olacak sanırım bu.









Bütün o doğa yürüyüşlerinden sonra Karasu'da Sakarya'nın döküldüğü yere giderek güzel manzaraya karşı balıklarımızı yedik (porsiyon mezgit 7,5 YTL, Çipura adet 12 YTL, Levrek adet 15 YTL, porsiyon Kalkan 20 YTL idi). Giderseniz fiyatları sormanızı tavsiye ederim. Biz bilenlerle gittik, öğretmenlerimiz ve dernek üyeleri sürekli gittiklerinden hem piyasayı biliyorlar hem de esnaf tarafınca tanınıyorlardı. Ama bilmeyenlere pahallı olanlardan verebiliyorlarmış.


Bunu anlatınca aklıma Datça anılarımızdan biri geldi :) Badem'le geçen sene ilk kez gittik Datça'ya. Balıktan bol bir şey yok. Biz de çok severiz balığı. Yemek vakti sahilde dolanıp nerde otursak diye dolanırken baktık, aşağı yukarı her lokantanın önünde aynı tahta var. Karatahtalara tebeşirle yazmışlar, çipura porsiyon+salata 13 YTL diye. Hepsi aynı fiyat olunca mekan olarak en beğendiğimiz yere gittik oturduk. Mekan da hakikaten çok güzel. Gündüz vakitleri lokantanın hemen önüne dizilen masaları akşam saatlerinde kumsala indirmişler, ayağını uzatsan denize sokarsın yani, masalarda mumlar çiçekler falan her şey çok güzel. Garson yanımıza geldiğinde çipuralarımızı ısmarladık. Garson hiç renk vermeden can alıcı soruyu sordu : "Deniz mi havuz mu?" Balığı o kadar sevmemize rağmen burda hiç duymamışız deniz havuz olayını. Ne farkediyor dedik, lezzet dedi. Madem deniz olsun dedik.

Afiyetle yedik balıklarımızı. Manzaranın ve o enfes deniz kokusunun tadını çıkara çıkara yedik. Sıra ödemeye geldiğinde faturayı görünce gözlerimiz yerinden çıktı sonra geri geldi, tam 110 YTL idi hesap! Garsonu yanımıza çağırıp sorduk. Deniz çipurası tabeladakiler gibi değilmiş, kilo hesabı ücretlendirilirmiş ve kilosu da baya pahallıymış meğer. Tabi ödedik çıktık ordan.

Çok güzel vakit geçirdik, değdi mi, değdi. Ama keşke baştan sorsaymışız fiyat farkını da. Belki havuz çipurasını tercih ederdik o zaman. Lezzeti 100 YTL farketmiyordur heralde! :)

Neyse, Karasu maceramıza geri dönelim.



Eve geldiğimizde saat 21:30'u geçiyordu. Yani nerden baksanız 15 saat boyunca hareket halindeydik. Tabi bunun 2 saat kadarı minibüste geçti, onu saymazsak 13 saat. Sürekli yürüdük, dereler tepeler aştık derken minibüse binince konuşmaya bile dermanımız kalmadı :)


İşte böyle..

Hamiş 1 : Bütün fotoğraflar tarafımdan çekilmiş olup eleştiriye açıktır.

Hamiş 2 : İlk gittiğimiz yerdeki evler hep fotoğraftaki gibi tahtadan. Acaip güzel bir görüntüleri var. Kimilerini yenilemeye başlamışlar, yine tahta kullanarak tabi.

Hamiş 3: Ben en çok ilk fotoğrafı beğendim.