30 Nisan 2008 Çarşamba
Sobe : 3 Kadın
Kendim ne yazsam karar veremedim önce. Fikirlere ya da yeniliklere, mücadelelere öncülük eden kadınlar şüphesiz hepimizin kahramanı. Ben daha ziyade gördükçe beni mutlu eden, zarafetiyle, güzelliğiyle, kibarlığıyla ya da yaşama sevinciyle içimi aydınlatan 3 kadını yazacağım.
Bunlardan ilki (etkilenme sırasıyla değil, akla gelme sırasıyla) Filiz Akın. Eski Türk filmlerine zaten hastayım. Ama içinde Filiz Akın ve Ediz Hun - Kartal Tibet ikilisinden biri varsa değmeyin keyfime. O kibarlık, o güzellik hiç gitmedi Filiz Akın'dan. Televizyonlarda gördükçe hala içim açılıyor, çok seviyorum kadını, hayranım yani. Mesela bir Türkan Şoray'da ya da Hülya Koçyiğit'te eski filmlerindeki tadı bulamam şimdilerde, ama Filiz Akın başkadır benim için :)
İkinci olarak yaşantısını Funda Kalaycıoğlu'nun kaleminden öğrendiğim Nüveyre Menemencioğlu'nu yazacağım. Gerçek yaşam öyküsünü anlatan bu kitabı zaten mest olarak okumuştum. Sonuç olarak Nüveyre'den çok etkilendim. Okumanızı tavsiye ederim.
Üçüncü olarak Ayşe Kulin diyebilirim. İyi bir yazar olmak en büyük hayallerimden biriydi. Bunu başarmış olan Ayşe Kulin'i de kitaplarını da çok severim. Kendi ailesini anlattığı kitaplarıyla beni ailesindeki her kadına da hayran bırakmıştır ayrıca. Aylin, Aliye, Füreya hep onun satırlarıyla daha yakından tanıdığım ve yaşamlarına hayran olduğum kadınlardır.
Ve dördüncü olarak Judy Abbott diyeceğim (sobe 3 kadınla sınırlı biliyorum ama bunu yazmalıydım). Evet o bir çizgifilm kahramanı. Bütün o bilimkadınları, yenilikçi kadınları hiçe sayıp bir çizgifilm kahramanını mı yazdın demeyin. Diğerlerini her blogda okudum aşağı yukarı. Ben de hemfikirim ama aynı şeyleri yazmak istemedim. Üstelik Judy Abbott hayalkahramanı olsa da onu gerçek gibi çok severim. Hayat dolu, sürekli gülümseyen, çevresine pozitif enerji veren neşe dolu biri Judy. Daddy Long Legs'in (Uzunbacaklı Baba) şeker kahraman kızıdır Judy. Ah şimdi eve gidip kalan bölümleri seyredesim geldi.
Bugünlerde maymun iştahlıyım zaten. Ne duysam seyretmek ne görsem okumak istiyorum. Ne derler, tatilim geldi :)
O zaman ben sobemi tamamlayayım hemen. Aşağı yukarı herkes yazdı sanırım bu konuda. Öyleyse henüz bu konuda yazmayan sevgili Banadair_Berrin'i, ve sevgili Tabiat'çığımı sobeliyorum..
29 Nisan 2008 Salı
Sobe : Kitap sevgim
Okumak yalnız olsam da, kalabalıkta olsam da (mesela otobüste), mutlu olsam da, sıkkın olsam da, aç olsam da, tok olsam da, yani her daim yapmaktan en çok zevk aldığım alışkanlıklarımdan biridir. Kendimi bildim bileli okurum..
Kendime bir kütüphane oluşturma hevesine de yıllar önce başladım. Kocaman bir evim olsun, en büyük odası kütüphane olsun, kütüphanemde okumaktan zevk aldığım değerli kitaplarım olsun, çocuğum olduğunda bu kitapları o da sevsin, her istediği kitaba ulaşabilsin isterdim. Hala da isterim :) Kocaman bir evimiz olmasa da odalardan birinin bir duvarında koca bir kitaplığımız var bütün kitaplarımızı sığdıramadığımız. Kitaplığımız daha fazlasını almasa da biz kitap almaya devam ediyoruz :) Henüz okumadığım bir sürü kitabım var bu kitaplıkta. Okumamış olmak bana sıkıntı vermiyor, askine elimi attığımda okunmamış bir kitapla karşılaşacağım duygusu bana güven ve mutluluk veriyor. İşte bu yüzden merak ettiğim kitapları almaya devam ediyorum.
Kitap konusunda özel bir tercihim yok. Korku-gerilim, macera, romantik ne olursa okurum. Ama yazar olarak özellikle Reşat Nuri Güntekin'e hayranım. Birçok kitabını okumuş olsam da sırf görüntü güzel olsun bütün kitaplarını yeniden aldım ve kütüphanedeki alfabetik sırasına dizdim. Eski basımlarınınsa çoğunu dağıttım. Okumamış olduklarımı bilerek bekletiyorum hemen tüketmemek için.
Kitaplarım benim için gerçekten çok önemlidir, borç olarak okumaya versem de okunur okunmaz geri isterim. Ben başkasından okuduysam da geri vermek istemem :) O yüzden bookcrossing olarak bilinen şeye karşıyım :) Aslında herkes her kitabı okusun, mantık olarak çok güzel ama ben okuyup da çok sevdiğim bir kitabı geri vermeye kıyamam. Her an elimin altında olsun isterim. O yüzden borç alıp okuduğum birçok kitabı daha sonradan kendim de alıp kütüphaneme koymuşumdur. Reşat Nuri Güntekin kitaplarının hepsini sevmekle birlikte "Bir Kadın Düşmanı" ve "Çalıkuşu"nun bendeki yerleri ayrıdır. Okumayan varsa şiddetle tavsiye ederim.
Yakup Kadri'nin Yaban'ı, Charlotte Bronte'un Jane Eyre'ı, Funda Kalaycıoğlu'nun Nüveyre'si, Tolstoy'un Anna Karenina'sı derin izler bırakarak geçmiştir kütüphanemden (geçti derken hala raflarda mevcut).
Onların dışında Yüzüklerin Efendisi serisi ile J.R.R. Tolkien, Harry Potter serisi ile J. K. Rowling bana ve eminim tüm okuyanlara farklı dünyalar açmasıyla damağımda farklı tat bırakan kitaplar arasındadır.
Jeffrey Archer, Amin Maalouf, İhsan Oktay Anar, Maeve Binchy de yazım tarzlarıyla beğenimi kazanmış ve yazdıkları bütün kitaplarla kütüphanemdeki yerlerini almışlardır.
Yine de kitap deyince aklıma ilk gelenler taa ilkokul çağında okuyup okuyup doyamadığım Voltaire'in Saf Çocuk'u, Charles Dickens'ın David Copperfield'ı ve Gülten Dayıoğlu'nun o müthiş çocuk kitaplarıdır. Bana okumayı sevdiren bu kitaplar olmuştur çünkü..
Kitap okurken kitabın zarar gömemesine özen gösteririm, bu yüzden herkese borç kitap vermem. Verdiklerimden de benim gibi özenle okumasını beklerim. Kitap okurken arasına gerçek bir resimde gördüğüm gibi terlik (!!), bıçak gibi nesneler koymam, sayfasını bükmem, arasından ayırıp ters çevirmem. Her kitabı farklı bir kitap ayracıyla okur, ayraçların arkasına hangi kitabı hangi tarihte okuduğumu yazarım. Ayraç seçimimi kitabın kapağıyla uygun olarak yapmaya çalışırım. Aradan aylar hatta yıllar geçip de aynı ayracı seçip arkasına baktığımda daha önce okuduğum kitapları anımsar kendi kendime mutlu olurum :)
1993'ten beri okuduğum her kitabın listesini tutarım. Bütün kitapları alfabetik olarak kitaplığa dizerim. En çok yolculukta ve yazın kitap okurum. Ama bunun haricindeki zamanlarda da her an kitap okuyabilecekmişim gibi kitaplarımı yanımda gezdiririm. Öykücüm gibi çantamda, yatağımın başında, tuvalete giderken sürekli benimle gezen bir kitabım mevcuttur :)
Çevremdeki insanlar kitap okudukça kendim okumuş gibi sevinirim. Çevremdekileri kitap okumaları için teşvik eder, gerekirse değerli kütüphanemden borç kitaplar bile veririm :)
Bir gün herkesin indirimli .. ler yerine indirimli kitapları merakla beklemesini umut ederek sobemi tamamlıyor ve topu aramıza yeni katılan sevgili dostum Uzunbacak'a, içindeki yorgunluğu ve karamsarlığı atıp yeniden yazmaya başlaması için canım Çakılcıma ve neler yazacağını merakla beklediğim Tubikko'ya atıyorum.
28 Nisan 2008 Pazartesi
Habitación de Fermat, La
Hastalık üzerine
Bildiğiniz gibi babama stent takıldı geçen hafta. Stent için kısaca metal file ya da metal bilezik diyebiliriz sanırım. Tabi boyut olarak oldukça küçük ve damarın içine takılan bir metal "stent". Metal olmayanları ve hatta eriyebilenleri konusunda da çalışmalar mevcutmuş.
Stent kalp hastaları için devrim niteliğinde sayılan gelişmelerden biri ama tabi ki riskleri de mevcut, anjionun da riskleri olduğu gibi. Örneğin anjioda pıhtı oluşması ya da pıhtı atması, damarın yırtılması gibi riskler var. Stentte de damarın tekrar daralma riski var. Yapılan diyetle, kullanılan ilaçlarla bu olasılık azaltılmaya çalışılsa da risk mevcut. Stent vücuda yabancı bir madde olduğundan kandaki trombositler stentin üzerine yapışıp hasarlı bölgeyi onarma işine girişiyorlarmış. Bu yüzden hastalara klopidogrel etken maddesini içeren kan sulandırıcı olarak bildiğimiz ilaçlar veriliyor asetilsalisilik asit ile birlikte. Yine de vücut stentin üzerine kan ile temasını önlemek için epitel hücresi ördürüyor. İşte bazen epitel hücreleri çoğalmalarını durduramayıp istenenden fazla örülüyor ve yine damarın daralmasına neden olabiliyormuş. Bu gibi durumlarda da tekrar anjio gerekiyormuş. Yani kolesterol diyeti de olsa, ilaç da kullanılsa epitel hücrelerine bakıyor iş. Umarım ikinci bir müdahale gerekmez babamın durumunda. Umarım kimseninkinde gerekmez de tek seferde bütün sorun çözülmüş olur.
Sorun varsa bu ilk 6 ay içinde belli oluyormuş. Tabi ilk ay kontrolü de önemli. Onda kendini belli ediyormuş damarlar. Gereken tetkik de yine eforlu ekg. Yani yürüyüş bandına çıkıp 5-10 dakika kadar yürüyor zaman zamanda koşuyorsunuz. Hepsi bu. O yüzden yakınlarınızı kontrol için yönlendirin lütfen. Kontrol çok basit ama cidden hayat kurtarabiliyor.
Mesela babamın durumunda erken teşhis gibi bir şey oldu Esracığımın da söylediği gibi. Kalp krizi geçirmeden yakaladık babamı. Şu kontrolü de atlattık mı tamam, gerisi yaapcağı kolesterol diyetine ve yaşam kalitesine kalıyor. Her gün yapacağı tempolu yürüyüşler, sağlıklı beslenme çok önemli bu hastalıkta.
Hastaneye gelince Akay hastanesi eski Sevgi hastanesiymiş. O isimle bilirsiniz belki. Biz memnun kalmadık hastaneden. Görüştüğümüz doktor çok şeker bir kadındı. Her sorumuzu ilgiyle cevapladı falan ama hastane işletme olarak iyi gelmedi bize.
Örneğin babam anjiodan çıktıktan sonra yemek getirmişler bir ara. Yanındaki yatak tepsisine bırakmışlar ama adamcağızın 6 saat kıpırdamaması gerekiyor. Yemeği kımıldamadan nasıl yiyeceği meçhul tabi.. Aynı şekilde anjio esnasında verilen kontrast maddenin vücuttan atılması için bol bol su içmesi gerekiyor ama idrara nasıl çıkacağı da meçhul. Bu arada yoğun bakım olduğu için refakatçi yasak, ancak ziyaret saatinde görebiliyorsunuz. Ben tabi çoğunlukla yanında kaldım babamın, çıkmadım ısrarla. Bir ara çıktığımda annem girdi, yemek o arada geldiği için annem yedirdi tabi ama idrar için malzeme lazım. Ben tekrar odaya girince bulduğum hemşirelere ya da hasta bakıcılara sürekli olarak ördek getirin demek zorunda kaldım. Yerini öğrenince de gerektikçe gidip kendim aldım. Bu tip şeyleri hastanın ya da yakınının düşünmemesi gerekirdi.. Yatış yaptığımız ilk dakikalarda masanın üzerine anket bıraktılar. Ördek bırakmayı akıl edemediler ama anketi bıraktılar. Ben de çıkana kadar yazdım :) Bilmiyorum ne kadarını dikkate alırlar..
Tanıdık vasıtasıyla olduğu için oraya gittik ama dediğim gibi pek de memnun kalmadık. Bildik yerlerden şaşmamak lazım demek ki.. Yine de çok şükür babamın durumu şimdi çok iyi. Başka hastanede de aynı şey yapılacaktı sonuçta, hizmet biraz daha iyi olabilirdi sadece. Hasta bakım hizmeti yani..
Şimdilik bu kadar, unuttuğum şeyler vardıysa da hatırladıkça yazacağım ama son söz olarak bir hatırlatma yapayım sizlere. Hiçbirimiz ne kendimizin ne de yakınlarımızın başına bir şey gelmeyecekmiş gibi düşünüyoruz ama aslında her birimizin hayatı da pamuk ipliğine bağlı. O yüzden lütfen kendinizin ve sevdiklerinizin sağlığını ihmal etmeyin. Mutlaka belirli aralıklarla kontrol olun ya da ettirin.
Hepimize sağlıklı günler dilerim..
27 Nisan 2008 Pazar
Son durumlar
Bugün döndük Ankara'dan. Babamın iki damarına da stent takıldı. Şu an için iyiyiz, çok şükür. Damarlarından birinde % 90, diğerinde % 95 tıkanıklık varmış. İkisini de % 0 tıkanık duruma getirdiler. Umarım bu şekilde atlattık..
En kısa zamanda her şeyden uzun uzun bahsedeceğim.
Hepinize kocaman sevgiler..
21 Nisan 2008 Pazartesi
Son durumdan, daha doğrusu verdiğimiz kararlardan bahsedeyim size..
Öncelikle şehir tercihini Ankara'dan yana kullandık. Teyzemin enistem tarafından yakın akrabası Gazi Üniversitesinde cerrahmış. Aynı zamanda Akay Hastanesinde de çalışıyormuş. Teyzem durumu haber verince o hemen gidip Akay hastanesindeki kalp doktoruyla görüşmüş sağolsun. Bizim adımıza Perşembe günü için randevu almışlar. Çarşamba günü yola çıkacağız yani.
Ama bu hastanede benim araştırdığım BT anjio yok. Sabahtan beri bir Hacettepe bir Akay arasında telefonda gidip geliyorum. Ben baştan beri Hacettepe'ye gidelim istedim çünkü. BT yöntemi Hacettepe'de var. Üstelik anjio çekilmesi gerektiğini burdaki doktorumuz yazsa da oluyormuş, orda gidip tekrar randevu ve muayene işleriyle uğraşmamıza gerek yokmuş. Yoğunluktan ötürü ancak bir ertesi güne randevu verebiliyorlarmış ama doktorun anjio gereklidir yazısını mutlaka görmeleri gerekiyormuş, telefonda randevu almıyorlarmış.
Ben Akay'daki profesörle görüşüp iki yönetmin de artsını eksisini detaylıca öğrenip hekim tavsiyesi ile bir yöntem seçmek gerektiğini düşünüyorum. Benim tercihim BT'den yana aslında ama kateter yönteminin de artıları var. Mesela tıkanıklık çok ileri boyutlarda değilse anjio esnasında açma gibi bir imkanları olabiliyormuş. Bu da bir artı. Belki durum çok vahim ve anjio sadece görüntülemek için çekilecek. İşte o zaman boşu boşuna acı çekmeye gerek yok diye düşünüyorum. Belki sonuçlara bakınca direkt ameliyat diyecekler. Bunu henüz bilmiyoruz. Kafamız biraz karışık yani..
Şimdilik önce Akay hastanesine gidip profesörle görüşmeyi, onun yönlendirmesine göre de hareket etmeyi düşünüyoruz. Ben her ihtimale karşı burdaki doktordan anjio gereklidir diye bir yazı yazmasını rica edeceğim.
Şimdilik Perşembeyi bekliyoruz yani.. Her şey iyi gidecek, inanıyorum..
En kısa zamanda yii haberlerle tekrar karşınızda olmayı umut ediyorum. Hepinize sevgilerimle..
18 Nisan 2008 Cuma
Endişe güncesi :(
Babam bunları duyunca gideyim ben de çektireyim bari demiş ve gitmiş. Gittiği hastanede (evet ben de bir hastanede çalışıyorum ama bizimkiler bir garip, tanıdık tunuduk herkesi yollarlardı eskiden, ama kendileri zahmet vermeyelim diye çok acil bir durum olmadıkça gelmezlerdi), kalple ilgili bir doktor yok bu arada. Test yapılmış ama sonucu kesin olarak okuyacak doktor yok. Ben bunu duyunca hemen aradım tabi babamı, bin lafla geldi bugün. Gösterdik doktora.
"Senin kalbin gitmiş" dedi doktor. "Anjio yaptırman lazım. Ben sana hemen bir hastene ismi vereyim". Bunun üzerine "Ne zaman gidelim?" diye sordu babam, durumun aciliyetinin merakında olarak. Bizim doktor bu sefer de "Bunu söyledikten 1 hafta sonra kaybettiğim hastalarım oldu" dedi..
Bence bu tip şeyler bir hastaya söylenecek şeyler değil. Doğru olabilir belki, ama sağlıkta psikolojinin çok önemli olduğuna inanıyorum ben. Doğru bile olsa pat diye söylenmemeli kötü şeyler. Ortada kötü bir şey varsa bile olumlu tarafından ele alıp yapılabilecekler söylenmeli. Ben sonuçta bu doktorun karakterini bildiğimden sözlerini çok önemsemedim. Herkese aynı şeyi, aynı kötülükte söyleme gibi bir huyu var çünkü. Ama babam bunu bilmiyor tabi. Bana çok çaktırmasa da içten içe moral bozukluğu yaşadığını biliyorum. Bu duruma çok üzüldüm. Gerçi doktorun bu kadar açıklıkla pat diye söylemesi durumun kalbin bitmiş olması kadar vahim olmasa da önemsenmesi gereken bir şey olduğunu düşünmemizi ve hemen araştırmalara başlamamıza sebep oldu. Şimdi araştırmalardayız. Acilen anjio yaptırmamız gerekiyor kötü bir sonuçla karşılaşmamak için. Aklımızda Hacettepe var ama, bu konuda tecrübesi ya da bilgisi olan varsa benimle paylaşırsa çok sevinirim..
Mutluluk güncesi
17 Nisan 2008 Perşembe
Yeni bir blog yazarı daha :)
16 Nisan 2008 Çarşamba
Yine benden
Fotoğraf kursuna ise bir arkadaşımın evinde gördüğüm *fotoğraflardan sonra heves etmiştim. Siz diyin 1 ben diyeyim 2 sene kadar önce. Benim **resim ve heykel sevgim vardı küçüklükten beri. Lisede Cemil Hocamla epey bir çalışmamız olmuştu. Tesadüf bu ya, fotoğrafçılık kursunu da o veriyormuş meğer :) Dün ilk dersimizdi. Fotoğrafın tarihçesinden başladık ilk olarak. İlk çekilen *fotoğraf, gerçek bir makineyle çekilen ilk *fotoğraf falan baya ilginç geldi bana.
(Tarihte bilinen ilk fotoğrafmış bu. Taaa 1826'dan)
("Temple Bulvarı'nın Louis Daguerre tarafından 1838'in sonlarında ya da 1839'un başlarında çekilen bu fotoğrafı, bir insana ait ilk fotoğraftır. Kalabalık bir sokağın fotoğrafı olmakla birlikte çekim süresi 10 dakikadan fazla olduğundan, trafiğin akışı fotoğrafta görünmek için fazla hızlı kalmıştır. Tek istisna, ayakkabılarını fotoğrafta görünecek kadar uzun süre cilalatan sol alt köşedeki adamdır." Bu bilgi buradan alınmıştır.)
Ama bugünden umutluyum film konusunda. Uzunbacaklar da gelecek. Gerçi Wii aldık, onu oynarız. Onu söylemeyi unutmuşum bu arada. Haber verecektim güya. Sonunda Wii aldık, geç de olsa söyleyeyim o zaman. İstanbul'dan dönüşümde kendi evimizde ilk defa oynadım ve sinir oldum. Badem her seti kazandı teniste. Bilmiyorum bakalım bugün neler olacak :)
* Sevgili Ahimsa'nın uyarısıyla daha önce resim olarak yazmış olduğum kelimeleri doğrusuyla düzelttim (uyarı için teşekkürler).
** Burda belirttiğim resim fotoğraf anlamında değil, karakalem gibi resimleri ifade etmek üzere kullanılmıştır.
15 Nisan 2008 Salı
55'lik sobe
Canı çok sıkkındı o gün. Oysa doğumgünüydü, mutlu olması gerekirdi. Ama sabahtan beri ne annesi aramıştı ne sevgilisi. İşten çıkmak istemedi önce canı. İstemeye istemeye eve gitti sonra. Kapıyı açtığında çok sessiz geldi evi birden. Kedisi ortalarda yoktu. Seslendi önce. Çıkmadı kedi. Sonra birden "İyki doğdun" şarkısını söylemeye başladı sevgilisi ve arkadaşları. Ona süpriz yapmışlardı.
Günlerden Perşembeydi yağmur başladığında. Ne çok severdi önceleri yağmuru. Camın kenarına geçip kahvesini yanına alır, cama çarpan damlaları yakalamaya çalışırdı eliyle ve gözüyle. Şimdiyse sadece acı anılarını hatırlatıyordu ona. Perdeleri çekti ve camı en az gördüğü koltuğa oturdu. Yine sessiz hıçkırıklara boğuldu ve yüreğinin derinliklerine akıttı gözyaşlarını. Sevdiğini tam da böyle yağmurlu bir günde kaybetmişti.
Büyük nehirde yol aldım önce. Yeni yeni açmaya başlayan papatyaları görünce içim mutlulukla doldu. O kadar sevindim, o kadar sevindim ki içim ısındı sonunda ve buhar oldum birden. Nehirden uzaklaşmaya başladım yavaş yavaş. Ağaçlardan tepeye doğru tırmandım. Yeşil yapraklara tutunmaya çalıştım ama olmadı, koptum. Bulutlara yaklaşmaya başladıkça ağaçlar nokta oldular. Sonra yeniden yağdım ağaçların üzerine..
"O bir kedi" dedi çocuklardan küçük olanı. "Hayır, görmüyor musun o bir tavşan" diye itiraz etti büyük olan. Küçüğün kafası karışmıştı. Bal gibi kediydi işte. Upuzun kuyruğu vardı. Tavşanların öyle kuyruğu olmazdı ki. Uzun olan kulakları değil miydi? Abisi yanlış biliyor olmalıydı. Tam soracakken annesi geldi. Gülümsedi minik yavrularına. Çocukken o da böyle hayaller kurmuştu.. (aslında "kurmuş muydu?" idi sonu. Ama 56 kelimeye asılınca değişti :) )
Bir Dilek Tut Benim İçin
Yıllar geçip de ikisi de çocuk sahibi olduklarında da durum değişmez. Ancak savaş zamanında Violet Elieen'a bir mektup yazarak kızı Elizabeth'i savaş bitene kadar yanına alıp alamayacağını sorar. Elieen Elizabeth'e seve seve evini açar. Kendi kızlarından Ashling Elizabeth ile akrandır. Elizabeth tek çocuktur, yeni evindeyse çok çocuklu bir aileyle karşılaşacaktır.
Yaşıtı Ashling ile çok iyi anlaşırlar. Sürekli hasta olan Donal, ailenin en büyük çocuğu Sean, en küçük çocuğu Niamh, ortancalardan Maureen ile arası çok sıkı fıkı olmasa da onlar da hayatının bir parçası olacaktır.
Elizabeth tam 5 sene kalır İrlanda'da. Yıllar geçip de geri dönmesi gerektiğinde aslında çok da istemez bunu. İrlanda'ya ve yeni ailesine çok alışmıştır. Üstelik bu aile kendi ailesinden çok da farklıdır. Bu candan insanları geride bırakmak istemese de annesinin yanına geri döner.
Bu sefer Elizabeth ve Ashling mektuplaşmaya başlayacaktır. Onlar Violet ve Elieen'dan çok daha iyi arkadaş olurlar birbirleri için. İkisi de birbirlerinin düğününe gidecek, başları sıkıştığında birbirlerinin yanında olacaktır.
İşler kötü gittiğinde ve Ashling de İrlanda'yı terketmek zorunda kaldığında gidebileceği tek insan Elizabeth olacaktır.
Klasik bir Maeve Binchy kitabı daha. Her kitabında aynı çizgide gidiyor Binchy. Şey gibi, hani eskilerin pembe dizi denilen Barbara Cartland kitapları gibi. Ben seviyorum. Kafamı dağıtıyor. Eğitici, öğretici kitaplardan olmasa da insanı küçük şeylerden mutlu olmaya itiyor bence.
Bu kitapla beraber bir kitap daha almıştım. Hatta "Aa böyle bir Binchy kitabı bilmiyordum ben" diyerek heyecanla üzerine atılmıştım o kitabın da. Geçenlerde kütüphanemizi düzeltirken salaklığımı farkettim. Maeve Binchy kitabı değilmiş meğer. Kitabın bir yerinde "yeni bir Maeve Binchy doğuyor" gibi bir cümle var. Ona kanmışım. Bu da bana ders oldu:
Bilmiyorsan ya da duymadıysan bu mutlaka duymamış olduğunu göstermez, bu işte başka bir hinlik ara :))
Unutmadan..
@ Gitmeden önce Revolver diye bir film seyrettik. Ben beğendim. Olur da ayrıntılı yazamazsam diye not ediyorum buraya. Guy Ritchie'nin filmlerinden biri. Yine değişik, biraz kafa karıştırıcı ve güzel bir filmdi bence. Tavsiye ederim.
@ İşyerimde harika gelişmeler oldu. En kısa zamanda anlatacağım.
@ Çakılım Mayıs geliyor. Hatırlatayım dedim bu arada :)
@ Çok mutlu oldum birden ya, bunu paylaşmak istedim :)
@ En kısa zamanda tekrar burda olacağım..
14 Nisan 2008 Pazartesi
Geri döndüm! :)
Son zamanlarda işyerimde son derece stresli ve bunaltıcı zamanlar geçirmeye başlamıştım, ara sıra da bahsediyordum yazılarımda. Birkaç günlük aranın beni rahatlatacağı ve eski neşeme kavuşturacağı düşüncesi ve heyecanıyla annecimle birlikte yola çıktık. Çarşamba gece ordaydık, doğal olarak yol yorgunuyduk ve hemen yatıp uyumak istedik. Ama ben bir kere o heyecana kaptırdım ya kendimi, evin içinde bir oraya bir buraya derken 1'e kadar uyuyamadım (normal şartlar altında 10, bilemedin 11'de uyurum ben!). Sonra uyuyakalmışım ama o çocukluk heyecanıyla olsa gerek, zırt pırt uyanarak oldukça keyifsiz bir uyku dönemi geçirdim. Bu arada 29 yıllık ömrüm boyunca 1 kere deliksiz uyuduğumu hatırlarım. Onun haricinde hep bölük pörçüktür uykularım. Buna rağmen sabahları yorgun uyanmıyorum. Aldığım uyku bana yetiyor. Ama yaşım ilerledikçe bu da bir sorun olmaya başlayacak benim için :( İşte o zaman gideceğim doktora..
Neyse, Perşembe sabahı 5:45'te daha fazla yatakta dönemeyeceğimi farkettim ve kalktım. Herkes (annem, ablam, eniştem hehe) o sırada mışıl mışıl tabi. Ben de gittim pencere kenarına, ışığı yaktım ve Maeve Binchy'nin Bir Dilek Tut Benim İçin'ini bitirdim. Binchy sevenlere duyurulur. Bu da hoş bir kitaptı. Violet ve Elieen'ı hangi kitaptan bildiğimizi hatırlayamadım yalnız. Bilen varsa beni dürtebilir mi?
Erken uyandığım için saatler geçmek bilmedi. Diğer kitaba da hemen başlamak istemedim. Ondan sonra bekle babam bekle.. Eniştem kalktı 7 gibi. Hazırlanıp işe gitti. Onun sesine biraz biraz uyanırlar heralde diyerek (yatmadan erken kalkma sözü vermiştik çünkü) kahvaltı hazırlamaya başladım. Heyecanlı fasulye olarak çayı bile demledim (itiraf ediyorum, acıkmaya başlamıştım). Bizimkilerden hala çıt yok. 9 gibi ablam da kalktı. Ben dayanamayıp kahvaltımı yapmış, keyif çayımı bile içmiştim :) Sonunda 10 gibi annem de kalktı. Tabi bizim evden çıkmamız 12'yi buldu.
İlk gün için planımız Eminönü - Sirkeci yapmak, incik boncuk dünyasından kendimize pay çıkarmaktı. Öyle değişik şeyler var ki o dükkan senin bu dükkan benim derken saati ettik 5. Haydi hop eve dönelim artık kararını aldık ama o saatte trafik falan derken bizim dönüşümüz yine gecikti. Bir de Perşembe pazarına gidip dolanacaktık. Pöh! Gittik, ablamın meyve sebze ihtiyaçlarını karşıladık. Şöyle bir pazarın ucundan bakıp eve döndük yani. Zaten ayaklarımız daha fazla gitmememiz için bizi sürekli olarak uyarıyordu. Allahım bu nasıl şehirdi? 5 sene orda yaşadım ama gençlik yıllarımmış meğer onlar. Ben yaşlanmışım :( Bu İstanbul seyahatinde öğrendiğim en acıklı şey bu oldu sanırım. Ben ki üniversite yıllarında Öykücümle beraber bu pazar senin o pazar benim sürekli gezen tozan biriydim, yok bu sefer bedenim kaldırmadı..
Ertesi gün Kadıköy'e inme planımız vardı. Malum sebeplerle yine erken çıkamadık evden :) Sonra annemle çanak çömlek ve kitap üzerine bir sürü dükkan gezdik. Daha önce okuduğum ve beğendiğim kitaplardan da aldım Öykücüme gönderirim diye. Ama sonra içime bir şüphe düştü acaba daha önce göndermişmiydim diye. Malumunuz üniversite yıllarından takılan bir "Alzi" lakabım var. Öykücünün de "Hımbıl" lakabı var (ahanda şimdi takıyorum! :) ) O gidip bakacak da, bana liste yollacak da (yaparsın değil mi Öyküm?)
Cumartesi ise Taksim'e gittik. Peloşumla, Badem'in ablasıyla (görümcem demeyi sevmiyorum) buluştuk. Oh ne güzel Taksim'in altını üstüne getirdik. Tabi 2 günlük gezmenin verdiği yorgunlukla annem ve ablamın ayakları artık isyan etti ve onlar eve yollandılar. Badem'in ablası da gidince biz Peloş'umla başbaşa kaldık. Ha bu arada annecim gitmeden yanımda kalma teklifinde bulundu. Neredeyse 30 yaşına gelmiş kızının 5 sene İstanbul'da yaşadığını unutarak "Tek başına gelebilir misin?" sorusunun üzerine hepimizin bön bakışlarıyla karşılaştı..
Peloş'umla Terkos pasajına bilem gittik :) Sonra oturduk bir yerde, o yedi ben içtim. Biraz daha dolandık ve 8,5'a doğru o başka bir arkadaşıyla buluşacağı için ayrıldık ve ben de eve döndüm. Minibüste ayaklarım ve başım zonkluyordu. Eve ulaşamadan midem de bulanmaya başlayınca gider gitmez koltuğa attım kendimi. Sonrasını pek hatırlamıyorum doğrusu.
Pazar günü zaten yolcuyduk. Nasıl geçtiğini anlayamadım.
Bu seyahatte içimde kalan tek şey Çakılımla görüşememiş olmaktı. Telefonda birbirimize sevgilerimizi iletebildik sadece. O sadece Pazar müsaitti, Cumartesi tiyatroya gidecekti (hadi sen de hımbıllık etme bakayım, anlat şu oyunu bize) benim de karşıya geçmem çok zor olacaktı erken yola çıkacağımız için. Görüşme günümüzü diğer seyahatlere erteledik mecburen.
Bir İstanbul seyahatinin daha sonuna gelmiş bulunuyorduk. Elimizde yaşlandığımızın kanıtlarından başka doğru dürüst bir şey yoktu üstelik :(
Şaka bir yana, ablacım ve annecimle birlikte eski günlerdeki gibi İstanbul sokaklarında vakit geçirmek çok kayifliydi. Tabi diğer aile fertleriyle de (e.ablam ve Peloşum). İyki varsınız!
9 Nisan 2008 Çarşamba
Bekle beni İstanbul!
8 Nisan 2008 Salı
The Golden Compass
7 Nisan 2008 Pazartesi
Majo No Takkyubin (Kiki's Delivery Service)
6 Nisan 2008 Pazar
La Cité des enfants perdus ve berbat haftasonu
3 Nisan 2008 Perşembe
Juno
Hamiş : Film müzikleri çok güzeldi. Finalde Juno ve Paul buluşup bir şarkı söylüyorlar. Onu dinletmek isterdim size ama 30 saniyelik olarak bulabildim. Onun yerine The Moldy Peaches'ten buyrun dinleyin. Bu arada Sleuth için film müziği ara tuşuna bastığımda karşıma Juno film müzikleri geldi. Ne tesadüf değil mi? :)