23 Temmuz 2009 Perşembe

Böyk günlerin habercisi



Salı günü nöbetçiyim. Dün de nöbet iznimi kullandım dolayısıyla. Nöbet izinlerinde aylak aylak dolaşmak çok güzel. Hele ki yanınızda bunu paylaşacak biri/leri varsa. Bugün yine nöbetçiyim. Yarın yine izinliyim dolayısıyla. Hatta yarın İstanbul'a doğru yola çıkacağım. Cumartesi sabah da ablamlar ve kuzenle birlikte ver elini İzmir. Ama işe bakın ki hiç tatil havasında değilim. İlk başta çok heyecan yapmıştım. Sonra bir sürü aksilik oldu. Planlarda değişiklik oldu. Eşim gelip gelmeme konusunda kararsız kaldı. Onun kararsızlığı ve karamsarlığı sonunda beni de etkiledi. İşte bugüne geldik, yarın izne ayrılıyorum ama hiç gidesim yok.

Cumartesi kafamın içindeki düşünceler, başımın üzerindeki baloncuklar aniden değişir ve sevimli adam suratları ( :) ) görmeye başlar mıyım acaba? Endişeliyim bu konuda biraz. Havalar da çok sıcak. Ya dayanamayacağım kadar sıcak olursa? Ya Olimpos'u çok metheden arkadaşların tavsiyesi üzerine Olimpos'a gidip de hiç beğenmememiz gibi bir durumla karşılaşırsak? Hoş daha önce gittik Çeşme'ye, ve çok beğendik. Ama Alaçatı'ya ilk defa gideceğiz. Off bu karamsarlık nereden üşüştü başıma yahu? :(

İş yeri aynı komedide gidiyor. Sene başından beri yetkili olarak devam ettiğim işlerde meğerse yetkili olmadığımı öğrendim! Aslında bakanlıkça yetkili sayıldığımı ama idarenin bunu yazı ile bildirmediği için resmi evraklara imza atmamın suç olduğunu öğrendim. Nam-ı diğer dilekçeci olarak hemen gerekli dilekçeyi yazdım elbette. 2 günde düzelttiler işi. İyi mi oldu kötü mü oldu orası meçhul!

Avatar'ın filmi çekiliyormuş. Bahsetmiş miydim daha önce? Prens Zuko'yu da Slumdog Millionaire'den tanıdığımız Dev Patel canlandıracakmış.

1 hafta buralarda olmayacağım. Tekrar yazışana kadar sağlıcakla kalın efenim :)

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Hayal kırıklığı

Meğerse film Türkçe seslendirmeliymiş!! :( Gitmedik o yüzden..

19 Temmuz 2009 Pazar

Heyecan dorukta

Bütün bir hafta tam anlamıyla sular altında kaldık. Nasıl bir yağmur nasıl bir gökgürültüsü ve şimşek ikilisi anlatamam. Sonra Cumartesiye geldik. Ben nöbetçiydim. Bir güneş açtı bir sıcak oldu ki onu da anlatamam. Öğlen başım ağrımaya başladı tabi. Sıcak mı daha etkiliydi yoksa burada kapalı kalmak mı ona karar veremedim.

Pazar günü işleri bitirip eve gittim. Daha kahvaltı masasına oturamadan arayıp ilaç istediler. Pazar günü de nöbetçi bendim maalesef. En azından pazarları icap nöbeti tutuyoruz. Bilmeyen ve ilk duyduğunda benim gibi garipseyenler için açıklayayım. İcap nöbetinde hastanede kalmamıza gerek olmuyor. Adı üstünde icap ettiğinde çağırıyorlar biz de geliyoruz. İşte pazar günü de gelmek zorunda kaldım. Çok acil bir şey olsa gam yemeyeceğim de, cumartesi aramama rağmen almayı ihmal ettikleri 2 kalem ilaç için aradılar :(

Neyse bugün güzel bir gün. Harry Potter ve Melez Prens vizyona girmiş. Hiç sevinmedim başta :) Zira bizim köye gelmesi yıllar alabilir. Sonra bir haber duydum. Zonguldak'a bir alışveriş merkezi açılmıştı. İçinde de 5 sinema salonu. Meğer oraya da gelmiş bu film :)) Nasıl sevindim anlatamam. Tabi hemen plan yaptık. Bugün iş çıkışı gidip önce yemek sonra film yapacağız. Gerçi biliyorum baştan sona. Bütün kitapları bir çırpıda okuyup merakımı gidermiştim. Sonuyla çok tatmin olduğum söylenemez ama nihayetinde sona ulaştım işte. Bütün bildiklerimi beyaz perdede görmekten de mutlu oluyorum üstelik bunun için heyecan duyuyorum. Velhasıl akşam için çok heyecanlıyım. Yarın yorumlarımı yapabilmeyi umuyorum. Umuyorum diyorum zira daha önce iş yerinden yazamıyordum biliyorsunuz. Ama birkaç gündür müsaade var, anlamadım ben de :)

Eh, öyleyse yarına kadar ciao! :))

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Devrim Arabaları, 2008 (8,5)



Fazla bir şey anlatmak istemiyorum. Aslında hepimizin bildiği bir hikaye. Herkesin, halkın bile imkansız gibi baktığı bir şey için biraraya gelen Türk mühendislerinin ellerinden gelen tüm gayreti göstererek imkansızı başarmaları ama ufak bir unutkanlık yüzünden gerçekleşen bu başarının gözardı edilmesi ve bu defterin kapanması dersem heralde yaşanılan heyecan ve sonrasındaki hüzün ufak da olsa yüzünüze çarpar. Lütfen seyredin bu filmi. Seyredin ve gerçekleri görün.













Ben çok beğendim. Hatta çok hırslandım. Her zaman olacak böylesi insanlar. Sizi yıldırmaya çalışacak, her başarınızı gölgelemeye çalışacak ve hatta başarılı olmamanız için elinden geleni arkasına koymayacak hainler olacak. Ama yılmayacağız yine de, vazgeçmeyeceğiz. Öyle değil mi?

2008 yılında Tolga Örnek yönetmenliğinde çekilen filmde rol alanları yazmadan geçmek istemiyorum (alfabetik sıraya göre yazılmıştır):

Ahmet İlker Okumuş (erdoğan)
Ali Düşenkalkar (Hayati)
Altan Gördüm (Recep)
Halit Ergenç (Uğur)
Haluk Bilginer (Necip, yaşlılık)
Onur Ünsal (Necip, gençlik)
Sait Genay (Cemal Gürsel)
Seçil Mutlu (Nilüfer)
Selçuk Yöntem (Latif)
Serhat Tutumluer (İsmet)
Taner Birsel (Gündüz)
Uğur Polat (Sami)
Vahide Gördüm (Suna)

Doubt, 2008 (7,8)



Rahibe Aloysius Beauvier (Meryl Streep) erkeklere karşı önyargılıdır hep. Bu erkek bir peder olsa bile.



Eğitim verdikleri kilisede Peder Flynn (Philip Seymour Hoffman) kürsüye çıkıp ayine başladığında öğrencilerin pederi dinlemesi için elinden geleni yapar aslında. Ama kendisi bile söylenenleri çok özümseyerek dinlemez.



Rahibe James (Amy Adams) öğrencilerine pek sözünü geçirememektedir Rahibe Aloysius'un aksine. Rahibe Aloysius'un tavsiyelerine uyar çoğu zaman.

O sene okula ilk kez zenci bir çocuk, Donald Miller (Joseph Foster) da alınmıştır Rahibe Aloysius karşı çıksa da. Peder Flynn de çocuğa özel ilgi göstermektedir çünkü onun arkadaşları tarafından soyutlanacağını ve yardıma ihtiyacı olacağını düşünür.

Bir gün ders sırasında Peder Flynn Rahime James'i arar ve Donald'ı odasına yollamasını ister.



Birkaç gün sonra Rahime James Rahime Aloysius'un yanına gider ve ona şüphelerinden bahseder. Rahibe Aloysius zaten Peder Flynn'den hoşlanmamaktadır. İki kadın hemen bir plan yaparak Peder Flynn'i odalarına çağırırlar. Amaçları pederin Donald ile münasebetsiz yakınlaşmasını ortaya çıkarmaktır.



Peder bu durumdan çok rahatsız olur. Suçlamalara karşı gelmeye çalışır ama Rahibe Aloysius çok inatçı bir kadındır. Ona çocuğu taciz ettiğini itiraf ettirene kadar rahat vermeyecektir. Rahibe James'inse aklı karışıktır. Pederin açıklamalarını mantıklı bulmuş ve ikna olmuştur. Hatta onun hakkında şüpheye düştüğü için utanç bile duymuştur ama Rahibe Aloysius'u ikna etmek o kadar da kolay değildir.

Rahibe Aloysius bu arada Donald'ın annesi Bayan Miller'ı (Viola Davis) kiliseye çağırıp ona bildiklerini anlatır. Ancak kadının umrunda olan tek şey çocuğun okuldan atılmaması ve istediği liseye girebilmesidir. Bu şekilde hayatı kolaylaşacaktır çünkü.

Sonunda Peder Flynn suçlamalara dayanamaz ve Rahibe Aloysius'un da baskısıyla başka bir kiliseye gitmek için dilekçesini yazar. Gider de. Üstelik iyi bir yere baş olarak gitmiştir. Rahibe Aloysius'a rağmen terfi edilmiştir.

Sonunda iki kadın, Rahibe Aloysius ve Rahibe James kilisenin önündeki bankta oturur ve sohbet ederler. Rahibe James'in aklı hala karışıktır ve yaptıklarından ötürü geceleri uyuyamadığını söyler. Rahibe Aloysius'un şüphesizliğine ve kendine güvenine, rahatlığına olan hayranlığını belirtir. Karşısındaki kadın ilk kez yelkenlerini suya indirir o anda. Ağlamaya başlar ve aslında şüphe duyduğunu itiraf eder.

Bence oldukça sıkıcı bir filmdi. Hele bu şekilde anlatınca nasıl seyretmişim ben bu filmi diye düşünmeden edemedim :) Ama itiraf edeyim, seyrederken o kadar da sıkıcı değildi be :)) Yani sıkıcıydı evet de seyredemeyecek kadar bayık değildi en azından. Yine de mutlaka seyretmenizi gerektirecek bir durum yok.

Film 2008 yapımı ve yönetmenliğini John Patrick Shanley yapmış. Ve aslında IMDB'de baya yüksek puan almış:7,8! Acaba ben mi anlamadım filmden? :))



2 oscarlı Meryl Streep'i herhalde bilmeyen yoktur. Benim için ilk filmi 1992 yapımı Death Becomes Her adlı filmidir ki sanırım daha önce o filmi ne kadar çok sevdiğimden bahsetmişimdir. Bruce Willis ve Goldie Hawn ile başrolleri paylaşmıştı o filmde ve inanılmaz keyifli bir filmdi :) 1993'teki The House of Spirits, 2002'deki Adaptation ve The Hours, 2004'teki Lemony Snicket's A Series of Unfortunate Events, 2006'daki The Devil Wears Prada seyrettiğimiz diğer filmlerinden.



Philip Seymour Hoffman'ıysa daha önce 1998 yapımı Patch Adams, 2000 yapımı Almost Famous, 2002 yapımı Red Dragon ve 25th Hour, 2003 yapımı Cold Mountain, 2004 yapımı Along Came Polly, 2005 yapımı Capote ki bu filmle oscar kazanmıştı, 2006 yapımı Mission Impossible 3, 2007 yapımı Before The Devil Knows You're Dead gibi filmlerde seyretmiştik.



Amy Adams'tan en son Enchanted adlı filmde bahsetmiştim. O günden bugüne ne değişti benim için? Wedding Date'i seyrettim :)

17 Temmuz 2009 Cuma

The Escapist, 2008 (6,9)



Bir koşturmaca, bir telaş içinde başlar film. Birkaç adam daracık bir yerden geçer. Adamlardan biri geçmeden arkasına bakar. Biraz bekler. Gelen olmaz. Ne yapacağını şaşırmış bir hali vardır. Aniden biri daha çıkar geldikleri yerden. Ama bu beklenen adam değildir. Bekleyen adam son gelene “Perry?” diye sorar ve adamı duvara sıkıştırır. Adamın elinde bir fotoğraf vardır. Fotoğrafla geçiş iznine sahip olmuştur. İkisi de sırayla dar yerden geçerler.

Geçmişe döneriz bir anda. Demir parmaklıklar ardında, bir hapishanede buluruz kendimizi.



Frank Perry (Brian Cox) hücresinde tek başına kalmaktadır.



Lenny Drake (Joseph Fiennes) sürekli spor yapmakta ve gücüne güç katmaktadır.



Brodie (Liam Cunningham) Frank’in arkadaşıdır ve hapishane çevresindeki boruları çok iyi bilmektedir.

Batista (Seu Jorge) revirde çalışan ve hapishanedekilere uyuşturucu sağlayan mahkumdur.



Rizza (Damian Lewis) hapishanenin ağası konumundadır. Her şey ondan sorulur ve herkes ona hesap vermek zorundadır.

Tony (Steven Mackintosh) biraz da abisi Rizza’nın gücüne dayanarak tüm mahkumlar üzerinde hakimiyeti olduğunu düşünen biridir.



Hapishaneye yeni mahkumlar getirilir. Lacey (Dominic Cooper) de bu mahkumlar arasındadır ve Frank’ın yanına verilir. Geldiğinde verilen selamı bile almaz Frank. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz çünkü.

Bir gün Frank’e mektup gelir. Aslında bu duruma alışkındır. Çünkü periyodik olarak yazdığı mektuplar teslim alınmadığından iade gelmektedir. Ancak bu seferki kendi ismine gelir. Başkası tarafından kendisi için yazılmıştır. Merakla mektubu açar Frank. Masasının başında 7 yaşındaki haliyle fotoğrafı olan kızı hakkındadır mektup. Kızı artık 21 yaşındadır ve uyuşturucu bağımlısıdır. Bu nedenle iki kere ölümden dönmüştür. Bu kötü haberler karşısında yıkılır Frank. Kızı da olmasa onu hayata bağlayan bir şey olmayacaktır. Bu yüzden kaçmaya karar verir.

Frank çamaşırcıdır hapishanede. Büyük kurutma makinelerinin içindeki kapaktan havalandırma kanalına erişebileceğini düşünür. Ancak ondan sonrası için bir planı yoktur çünkü hapishanenin geri kalan kısmı hakkında bir fikri yoktur. Bunun için Brodie’ye başvurur. Ona planını anlatır ve havalandırmadan sonra neyle karşılaşacağını anlatmasını ister. Brodie anlatmak istemez önce. Frank’i sever ve kendisi olmadan bu işi başaramayacağını düşünür ve sonunda tamam der.

Bu sefer de kapalı kapılardan geçmelerini sağlayacak birine ihtiyaçları vardır. Akıllarına Drake gelir. Planı Drake’e anlatırlar. Çelik kapıları kesmek için onun bir fikri vardır.



Frank, Brodie ve Drake kaçış planları hakkında çaktırmadan iyileştirme ve geliştirme yaparken Tony bunu fark eder ve onları sıkıştırır.

Üçlü Tony’yi susturmak için ona en sevdiği şeylerden biri olan uyuşturucu vermeye karar verirler. Tony’nin istediği yarım kilodur. Bu kadarını bulmak mümkün değildir ama sorunu Batista’ya açıp karşılığında özgürlüğünü vermeyi teklif edince bu sorunu da çözmüş olurlar.

Bu arada Tony kafayı Lacey’e takmıştır. Frank Brodie ile planlar hakkında konuşurken Lacey’den odadan çıkıp dolaşmasını ister. Lacey odadan çıkınca kendisine doğru gelenler olduğunu görünce alt katlara doğru iner. Gardiyanlar ve mahkumların yönlendirmesiyle bir odaya girer. Tony odada onu beklemektedir. Lacey’i sıkıştırır ve ona tecavüz eder.

Bir gün Tony Frank’in odasına gelir. Lacey uyumaktadır. Tony Lacey’nin üzerine çıkarken Frank adama karışmaz. Ama Lacey uyanınca üzerinden atar Tony’i. Çok hiddetlenir ve eline geçirdiği sandalyeyle Tony’i ölesiye döver. Tony odadan çıkar ancak yürümeye bile hali yoktur. Yine de Lacey’i Rizza’ya şikayet edeceğini söyleyerek, sürünerek de olsa yürümeye çalışır. Merdivenlerin başına gelince aşağı kadar yuvarlanır ve ölür.

Bu haber duyulduğunda gardiyanlar Lacey’i alıp götürürler. Bu durum Rizza’nın kulağına gidince Lacey’e ulaşamadığından Frank’i odasına çağırır. Frank’e Lacey geri geldiğinde onu mutlaka kendisine göndermesini tembih eder.



Lacey cezasını çekip geri geldiğinde Frank’in gönlü onu Rizza’ya göndermeye razı gelmez ve ona kızının fotoğrafını verip diğerleriyle buluşacakları yere yönlendirir. Frank de mecburen Rizza’nın odasına gider. Asıl macera da bundan sonra başlar. Frank Rizza tarafından vurulur.



Frank arkadaşlarının peşinden gider ve kurşun yarasıyla zor da olsa onlara yetişir. Brodie, Drake, Batista ve Lacey ile hapishaneden kaçabilmek için önlerine çıkan her engeli aşmaya çalışır ve bunu başarırlar.



Ancak sonunda… Yok yok sonunu anlatmayacağım. O zaman zevki kalmaz değil mi? Sonu güzeldi aslında. İyi bittiğini söyleyemeyeceğim ama beni şaşırttı. O kısmı güzeldi bana göre. Kısaca bence güzel bir filmdi. Seyrederken sıkılmadım.

Filmin başından sonuna kadar da aklımda olan tek bir film vardı : Shawshank Redemption. Ne de olsa o da filmin başından sonuna kadar bir hapishanede geçiyor. Ve onda da bir kaçış planı var.

Film 2008 yapımı ve Rupert Wyatt tarafından yönetilmiş.



Frank rolündeki Brian Cox’un filmografisi oldukça geniş. Zaten çok tanıdık bir yüz. Rol aldığı tanıdık filmler Match Point, X2, 25th Hour, Adaptation, The Ring, The Bourne Identity, Kiss The Girls, The Fourt Floor.



Damian Lewis’i daha önce 2003 yapımı Dreamcatcher’da seyretmiştik. Diğer filmlerinden seyrettiğimiz olmamış henüz.



Joseph Fiennes’i asıl olarak Shakespeare In Love’dan biliyor olmamız gerekirdi ancak ben hala maalesef seyredebilmiş değilim. Altyazı sorunu nedeniyle ertelemiştim ama merakım hiç sönmedi itiraf edeyim. Seyreceğim umarım kısa zaman içince :) 2001 yapımı Enemy At The Gates’te de oynamış aslında.



Liam Cunningham’ı en son The Mummy : Tomb Of The Dragon Emperor’da seyretmişiz. Onun da kalabalık bir film listesi var aslında ama bilemedim onları.

16 Temmuz 2009 Perşembe

Home, 2009 (8,5)



Beni dinle, lütfen.

Sen de benim gibi bir
Homo Sapiens'sin.

Akıllı insansın.

Kainatın mucizesi yaşam,

yaklaşık 4 milyar yıl
önce ortaya çıktı.

Biz insanlarsa yalnızca
200 bin yıl önce.

Yine de yaşam için gerekli
olan

dengeyi altüst ettik.

Bu sıra dışı hikayeyi iyi dinle.
Bu senin hikayen

ve ne yapacağına karar vermek
senin elinde.

Bunlar soyumuzun izleri.


Yahn Arthus-Bertrand'ın yönetmenliğini yaptığı bu muhteşem belgeseli hepinizin seyretmesini isterim. Önermekten ziyade isterim hakikaten de. Planet Earth'ler de çok güzeldi. Belgeselleri genel olarak zaten çok severim. Ama son yıllarda dünyamızın kötü gidişatı beni hem üzüyor hem korkutuyor. Bu durumu ne kadar çok insan bilip anlarsa damlaya damlaya göl olur misali iyi şeyler olur diye düşünüyorum.

Belgeselin İngilizce seslendirmesini Glenn Close yapmış bu arada.



Çekimler 3 yıl sürmüş ve tam 54 ülkede çekilmiş. Sevgili Benim Hayatım da blogunda bahsetmişti. Oradan da bakabilirsiniz.



Biz evde eşimin teyzesi ve kuzeni ile birlikte seyrettik. Teyzemiz öğretmen olduğundan olsa gerek her karenin sonunda derin bir of çekip bunu bütün öğrencilere seyrettirmek lazım deyip durdu.





Öyle muhteşem kareler var ki gerçekten de. İnsanoğlu varolmadan önce sürüp giden mükemmel denge varoluşumuzla birlikte bozulmaya başlıyor.



200 milyon yıldır yeten her şey bir anda yetmemeye başlıyor çünkü her zaman daha fazlasını istiyoruz. bir yandan da ziyan ediyoruz. her şeyin doğalını bırakıp açgözlülüğümüzden yapaya gidip üretimi artırmaya çalışıyoruz. Böylece hem doğallıktan uzak suni bir yaşantımız oluyor hem de açığa çıkarttığımız sera gazlarıyla zarar verdiğimiz dünyamıza daha da fazla zarar vermeye devam ediyoruz. Filmde sürekli olarak tekrarlandığı gibi
"Artık korkmak için çok geç!".

14 Temmuz 2009 Salı

Coraline, 2009 (8,0)

Karşımdakinden beklediğim tek şey samimiyet belki de. İnsan sevse de sevmese de samimi olursa sorun olmuyor gibi geliyor. Ama tabi sevdiğinden gösterdiğin samimiyeti göremiyorsan kötü etkileniyorsun.

Ben insanlara bir anda güvenemem. Ama güvendiğimde de sonuna kadar güvenmek isterim. Ya hep ya hiç derler ya, tam da beni anlatır. Bu doğrudur ya da yanlıştır ama böyledir bende. İşte o güven boşa çıkarsa ya da sarsıldığını hissedersem karşımdakiyle kurduğum bütün dünya yıkılır.

Ben mi tuhafım bu aralar yoksa insanlar mı tuhaf, çok mu üstüme geliyorlar ona da karar verebilmiş değilim.

Neyse, sıcaklardan bunalmış, içindeki dengeyi bu aralar kaybetmiş biri olarak en son seyrettiğim filmlerden bahsedeyim biraz. Hoş bir anime olan Coraline, sonuna kadar dayanabildiğim Doubt, üzerinden epey geçti ama Knowing, işte yazmayınca unuttuğum birkaç film daha. Bu arada Grey’s Anatomy’nin de 5. sezonuna başlamışım ama ara verince onu bile unutmuş bir insan duruyor karşınızda. Ben bu hafızayı ne yapacağım onu bilemiyorum. Hafızam için ilaç aldım ama onu da içmeyi unuttuğum için bir hayrını göremedim :( Her neyse Grey’ste 11. bölüme geldim. Kesin ben bunları da yazmışımdır daha önce :)



Coraline 2009 yapımı bir Henry Selick animesi. 1993’te The Nigtmare Before Christmas adındaki animenin yönetmeni de Henry Selick’ti. Oradan bir sevmişliğimiz var. O anime çok daha iyiydi bu arada. Seyretmediyseniz kesinlikle tavsiye ederim. Müzikleri de çok eğlenceliydi. Bu animede kahramanımız Coraline (Caroline değil evet) ailesiyle pembe eve taşınır. Burası çok büyük bir evdir. Üst katlarında sirk ustası Bay Bobinsky oturmaktadır. Alt katlarındaysa Spink Hanım ile Forcible Hanım oturmaktadır. Evin sahibinin torunu Wybie ile de tanışır.



Coraline annesi ve babasından beklediği ilgiyi göremediği için sürekli üzgündür. Onların dikkatini çekmeye çalışsa da başarılı olamaz. Bir gün evi keşfetmeye çıktığında salonda küçük bir kapı fark eder. Annesinden bu kapıyı açmasını ister ısrarla. Sonunda annesi gelir ve uygun anahtarı bularak kilidi açar. Coraline hayal kırıklığına uğrar bir anda çünkü kapının arkası tuğla ile örülmüştür.



Akşam olup da Coraline uykuya dalınca bir sesle uyanır. Kapısında minik bir zıplayan fare vardır. Anında yataktan fırlar Coraline ve minik fareyi takip eder. Fare salondaki minik kapıya kadar gider ve kapıdan geçer! Coraline çok şaşırır ve takip eder minik fareyi. Karşı tarafa geçtiğinde yine hayal kırıklığı yaşar. Kendi salonlarına geri dönmüştür çünkü. Tek değişiklik mutfaktan gelen kokudur. Normalde annesi çok yoğun bir iş kadını olduğundan, babasıysa evde çalıştığından yemek işleri babasından sorulur.



Kokuyu da takip eder Coraline :) Annesi yemek pişirmektedir! Normalde giymediği kadınsı ve güzel kıyafetler içindedir. Ama yüzünü Coraline’a döndüğünde gözlerinin düğme olduğunu fark eder Coraline. Ben senin öteki annenim der annesi kılığındaki kadın. Yukarıdaki de öbür baban. Yukarı çıkar Coraline. Babası yine odasındadır ama piyano çalmaktadır! :) Herkes normaldekinden değişiktir ve çok eğlencelidir bu evde. Yemekler şahanedir. Coraline’ın odası bile renk cümbüşü içindedir. Patlayana kadar yer Coraline. Sonra odasına gider ve uykuya dalar.

Sabah olup da uyandığında yine o eski renksiz yatağındadır. Üzülür bu duruma. Günlük hayatına devam eder. Wybie ile takılır. Wybie’nin kedisinden hoşlanmaz.



Akşam uykuya dalmadan minik fare yine gelsin diye kapı girişine peynir bırakır. Ve fare yine gelir. Coraline yine onu takip eder ve sihirli kapıdan geçer. Günler bu şekilde devam eder, bir gün Coraline fareye ihtiyaç duymadan kapıdan geçmeyi başarır! Diğer tarafta çok eğlendiği ve ailesinden ilgi gördüğü için o tarafa geçmek ister sürekli.



Diğer annesi sürekli orada kalabileceğini söyler. Ama bunun için gözlerini çıkarıp yerine ona verdiği düğmeleri dikmesi gerekmektedir. Coraline birden soğur öbür anne-babasından ve öbür taraftan. Ve hemen yatağına koşar uykuya dalıp kendini güvende hissettiği gerçek evine gidebilmek için. Uyur. Uyanır. Ama hala karşı taraftadır.

Annesine gidip oradan gitmek istediğini söyler. Annesi uzar, uzar, incelir ve şeklini değiştirir. Artık karşısında ürkütücü bir kadın durmaktadır ve Coraline’ın oradan gitmesine izin vermez. Onu iyi bir çocuk olmayı öğrenene kadar aynanın arkasına hapseder. Orada 3 ruhla karşılaşır Coraline. Üçü de zamanında kendisi gibi hapsedilmiştir buraya. Bu tarafın büyüsüne kapılıp gözlerinin çıkarılmasına ve düğmelerin dikilmesine izin vermişlerdir. Ama şimdi gözleri olmadığı için ruhları huzur da bulamamaktadır. Coraline’dan gözlerini bulmasını rica ederler.

Coraline gözleri bulup bu taraftan kaçabilecek midir?

Hehe bu kadar anlatma yeter. Gerisini de seyredip görürsünüz artık. Ben animeleri çok seviyorum zaten. Ama dediğim gibi The Nightmare Before Christmas daha güzeldi. Tim Burton animelerinin de hastasıyız zaten.





Gelelim seslendirenlere. Coraline’ı Dakota Fanning seslendirmiş. Koca kız olmuş ya. 1994 doğumlu. Onu ilk olarak 7 yaşında oynadığı I Am Sam adlı filmden biliyoruz diyebilirim aslında. Ama ben sıkı bir ER takipçisi olarak daha önce görmüştüm kendisini. Zaten onun haricinde CSI, Ally McBeal gibi dizilerde oynamışlığı da var. 2005’te Tom Cruise’in kızı rolünde War Of The Worlds isimli bence çok kötü olan bir filmde oynamıştı.



Coraline’ın iki annesini birdense Teri Hatcher seslendirmiş. Onu da son yılların gözdesi Desperate Housewives isimli diziden biliyoruz. Daha öncesinde benim yine severek seyrettiğim Superman (Luis & Clark: The New Adventures Of Superman) dizisinde oynamıştı. Aslında ondan da önce Tango & Cash’te oynamıştı. Ben ilk oradan hatırlıyorum hatta kendisini. 1997’de bir James Bond filmi olan Tomorrow Never Dies’ta oynadı.

Unutmadan söyleyeyim, IMDB puanı oldukça yüksek : 8,0.

10 Temmuz 2009 Cuma

Sıkıntı / üzüntü ve muz kabuğu

Yazamadım, sıkıntılıyım vıdı vıdı vudu...

Ama hala buradayım. Merak edenlere teşekkür eder sevgilerimi istirham ederim. Kısaca özet geçmek istiyorum.

8 Temmuz sevgili dostum Uzunbacak'ın doğumgünüydü. Tekrar nice yıllara, nice güzel yaşlara canım arkadaşım. Hep sevdiklerinle, ve mümkünse hep bizle tabi ki :) Bundan sonra yanımızda Tuna'cım da olunca her şey tastamam olacak Çınar'a kadar :))

Sonraki gün yani 9 temmuz da yine kadim dostum Emre'nin doğumgünüydü. Ona da aynı dileklerle. Hayat dostlarla güzel :)

Sonraki gün, yani bugün yine çok sıcaktı. Sıcaktan baygınlık geçirecektim neredeyse. Klima bile hafifletmedi sıkıntımızı yani o derece. Tabi bunda öğlen yediklerimizin de etkisi büyük olsa gerek. İki gün önceden arkadaşlarla sözleşmiştik. Herkes bir çeşit yapsın, öğlen hep birlikte bahçeye çıkıp piknik mahiyetinde bir zaman geçirelim diye. Çok iyi hoş oldu da sonrası baya sıkıntılı oldu işte.

Evelsi gün meme ultrasonum için kontrole gittim. Daha önce 3 ay sonraya kontrol vermişlerdi. 3 olan sayı bu sefer 6'ya çıktı. Biraz moralim bozuldu elbette. 3 ayda bu kadar çoğalması mümkün değilmiş. Önce bakan arkadaş görmemiştir muhtemelen dedi ultrason doktoru. Cerrah olan kendi doktorum da aynı şekilde yorumladı durumu. İkisinin de uzlaştığı bir nokta daha vardı. Bu 6 sertliğin hepsi de fibroadenom olduğu için korkulacak bir şey yokmuş. 3 ay sonraya bir kontrol daha yazıldı tabi :(

Bu haftasonu kendimizi deniz kenarı güzel bir yere, mesela Kerpe'ye atalım dedik biz de. Hava durumundan sonra planlarımız tam anlamıyla suya düştü. Plansız bir haftasonu geçireceğiz sanırım.

2 senedir fazladan yaptığımız işler için bundan sonra ilave ücret alacağımızı öğrendik. Tabi ki çok sevindik. Hatta yazının maliyeye intikal ettiğini ve o noktaya geldikten sonra elbette imzalanıp 1-2 ay içinde maaşlarımıza ek olarak gelebileceğini duymak bu sıcaklarda süper bir serinlik gibi geldi :) Yine de alana kadar bir kesinlik yok elbette. Bu devletin işleri belli olmaz malum..

Ferhan Şensoy'un Karagöz ile Boşverinbeni'sini bitirdim. Diğer kitapları kadar zevk almadım. Kumrular ve sıkıcı iş hayatı ile ablasının evlen baskısı hakkında kareler vardı. O bitince elime Aslı Erdoğan'ın Taş Binalar'ını aldım. Henüz başındayım.

Devrim Arabaları'nı seyrettim. Çok üzüldüm, çok hırslandım, kötü adamlara lanet ettim ve sonunda ağladım. Eskişehir'e kadar gidip de Tülomsaş'a giremediğimize bir kere daha pişman oldum.

Sonbahar'ı seyrettim. Tahmin ettiğim kadar etkilenmedim. Bu aralar çok ruhsuzum zaten. Belki de ondan bilmiyorum. Kötü film demiyorum yanlış anlaşılmasın. Ama beni derinden etkilemedi.

Fringe'in ilk sezonunu bitirdik ve üzüldüm.

Bu aralar bir de taşikardim başladı. Psikolojik, fiziksel her türlüsünden olmaya başladım sonunda. İşte hastanede çalışınca hastanenin doktorunu seçmek mecburiyetinde kalıyorsun "etik olarak". Ama istemiyorum. Hacettepe'ye gidip tam teşekküllü muayene olmak istiyorum. Eko, Efor yaptırıp Holter taktırmak istiyorum. Direkt sevk de etmiyorlar "etik olarak". Yasadaki açık kapıyı arıyorum. Hatta buldum sanırım. Ama önümüzdeki haftasonu nöbetçiyim, sonra da izne çıkacağım. Bu iş de Ağustos'a ertelenecek bu şekilde.

Şimdilik bu kadar.