26 Eylül 2008 Cuma

İyi bayramlar!



Arada yazabilir miyim bilmiyorum ama şimdiden iyi bayramlar diliyorum hepinize de. Hep sevdiklerinizle ve hep sağlıklıca umarım. Nice bayramlara, nice güzel günlere...

Hamiş : Foto buradan.

25 Eylül 2008 Perşembe

The Pursuit Of Happyness



İstanbul’dayken kayınvalidemle baş başa seyrettiğimiz ilk film bu :) İlk ve tek desem daha doğru olur. Devamı gelir mi bilmem gidip geldikçe.

Badem ağlamalı bir film diye seçerek yerleştirmişti DVD’yi. Ben hemen hemen hiçbir filmde ağlamadığım gibi bunda da tek bir gözyaşı dökmedim. Ama sanırım benim homongolosluğumdan bu. Yoksa kayınvalidem basbayağı ağladı yani…

Chris Gardner (Will Smith) karısı Linda (Thandie Newton) ve oğulları Christopher’ı (Jaden Smith) güçlükle geçindirmektedir. Aslında Linda da çalışmaktadır ancak ikisinin maaşı bile bu 3 kişilik aile için yeterli değildir.



Bu yüzden Chris daima çalışmaktadır. Kendine daha çok para getirecek işler bulmaya çalışır sürekli. Daha önce bir firmayla yaptığı anlaşmayla aldığı 600 görüntüleme cihazını doktor doktor dolaşarak satmaya çalışır bu arada. Ancak elindeki pahalı cihazları satmak hiç de kolay değildir, üstelik zaman zaman çalınır da cihazlar.

Yine dara düşüp yollara satışa çıktığı bir gün tam önünde lüks bir araba durur. İçinden çok iyi giyimli biri çıkar. Chris adama ne iş yaptığını sorar ve adamın broker olduğunu duyunca hayal etmeye başlar.

Chris’in aklı broker olan Jay’de (Brian Howe) kalmıştır. Sürekli olarak onu görmeye gider. Bu arada elinde her zaman bir tane görüntüleme cihazı da olur. Bir yandan satış yapmaya çalışarak bir yandan da Jay’le muhabbeti artırmaya çalışır. Sonunda karşısına bir fırsat da çıkar.



Ama geçim zorluğu sonucunda Linda ve Chris’in arası açılmaya başlar ve Linda daha fazla dayanamayarak evi terk eder. Chris zaten aylardır evinin kirasını verememektedir ve sonunda oğlu Christopher ile birlikte kapı dışarı atılır. Birkaç gün otelde kalsalar bile sonunda oradan da çıkmak zorunda kalırlar. Bu hayat mücadelesinde düşkünler evinde kalabilmek için sıraya bile gireceklerdir.



Chris bir yandan broker olabilmek için sınavlara çalışmakta bir yandan da Christopher’ı mutlu etmeye çalışmaktadır.



Film 2006 yapımı ve IMDB’de 7,8 puan almış. Yönetmenliğini de Gabriele Muccino yapmış. Bence güzel bir filmdi. Will Smith’i de yakıştırıyorum beyazperdeye. Üstelik bu filmde kendi oğlu Jaden Smith’le birlikte oynamışlar. Jaden de acaip şeker bir şeymiş :) Ne diyeyim, mutlu sonları seviyorum! :)



Will Smith’i 1996 yapımı Independence Day’de seyrettim ben ilk olarak. Daha sonra 1997’de Men In Black’de oynamıştı. 1998’de Enemy Of The State, 1999’da Wild Wild West, 2000’de serinin devamı olarak Men In Black Alien Attack, 2001’de Ali, 2002’de Men In Black 2, 2004’te severek seyrettiğim I, Robot, 2005’te Hitch ve 2006’da (tabi bunu daha yeni seyrettik :) ) The Pursuit Of Happyness’ta seyrettik. 2007’de yine beğendiğim I Am Legend’da karşımıza çıktı. Bu arada 2008’de Hancock’ta da oynadı ancak onu seyretme fırsatımız olmadı henüz.



Thandie Newton’dan en son Run Fatboy Run’da bahsetmiştim. Aslında benim için hikayesi 1994 yapımı Interview With The Vampire ile başlıyor, o filmi de epey unuttum, tekrar seyretmem gerek. 2004’te 3 dalda Oscar ödülü alan Crash’te de oynamıştı. Oscar ödüllerini çok anlamıyorum doğrusu ama bu filmi çok beğenmiştim ben de.

24 Eylül 2008 Çarşamba

Haftasonu

Saat sabahın 7’i ve ben iş yerimdeyim. Sebep : Üşengeçlik :)

Şöyle ki, eşimin mesaisi 07:30’da başlıyor. Benim mesaimse 08:00. Eşim normalde işe servisle giderken ben kimi zaman yürüyerek kimi zaman otobüsle gidiyorum. İş çıkışı işimiz varsa atlıyoruz Badi’ye geliyoruz. İşte sabahın 7’sinde uyanıp hazırlanma nedenim bu. Hazır araba yollara düşmüşken yürüyerek işe gelmeye üşeniyor en başta beynim. Düşüncesi bile yoruyor bazen. Bugün de o bazenleri yaşadım ve geldim işte.

İşe erken gelmeyi seviyorum ama. Hem dünden kalan işim varsa onu halledebiliyorum hem de blog okuyup yazabiliyorum rahat rahat. Bir de etraf inanılmaz sessiz oluyor. İş yeri ama tam da kafa dinleme yeri oluyor bu saatlerde :)

Geçen hafta İstanbulda’ydık. Tüm hafta değil tabi ki. Cuma sabahı yola çıktık ve Pazar günü döndük. Eşimin ablası evlenecek önümüzdeki ay. Daha önce nişan olayından bahsetmiştim. Düğüne az kalınca ev bul, ev yerleştir mevzuları ortaya çıktı. Taşınma için gün belirlendi, kamyonlar vs ayarlandı, damat adayı pat hasta oldu. Besin zehirlenmesiymiş. 4 gün falan yattı hastanede garibim. Kendi evine ilk giren biz olduk tabi bu durumda. Cuma günü geldi iki kamyon da. Ve yerleştirmeye başladık.

Bu arada iki taraf da kendi evini kurmuşsa o iki evi bir evde birleştirmek ne zor oluyormuş yahu. Düşünün ki her iki evde de çamaşır makinesi var, bulaşık makinesi var, buzdolabı var, salon takımı var, var da var anlayacağınız. Büyük eşyalardan bazılarını daha önce ihtiyacı olanlara dağıtmışlar neyse ki. Ama kamyonlara yerleştirme sırasında ne gelin ne damat kendi evinde olamadığı için çerçöpe kadar her şey kolilenerek bu yeni eve geldi! Bana göre içlerinde atılacak çok şey var, yıllanmış şeyler var yani artık. Ama benim değil ya, atma kararını da kendi kendime alamadım. Görümcemi yakaladığım bir anda onay analarak bazı şeyleri ayrı bir koliye koydum raflarından alarak. Ben diyeyim 9 siz deyin 10 ay, vallahi yerleşemezler :) Bir kere ev 4 katlı. İn çık in çık, insanın ayakları ağrıyor.

Sanırım Cumartesi günü idi, maç vardı. Badem maç seyredeceğim deyince kayınvalidemi alıp sinema odasına geçtim. Film seçme işini yine Badem yaptı bizim için :) Güzel de bir film seçmiş sağolsun. Bana kalsa ben Matrix’leri falan bile seyredebilirdim oturup. Ama kayınvalidem hoşlanmayabilirdi. Badem de onun için The Pursuit Of Happyness’ı seçmiş. Anlatacağım bir ara.

Yolda giderken sonunda elimdeki kitabımı da bitirdim : Pınar Kür’den Bir Deli Ağaç. Başlarda biraz sıkıldım gibi oldu itiraf ediyorum. Bir de kitabın güzel olduğu dışında hiçbir yorum dinlemeden ve okumadan başladım kitaba. Küçük hikayelerden oluşuyormuş meğer. Ben en çok Maçka-Taksim, Yaz Gecelerinde Keman (hatta bu ilk hikayeydi yanlış hatırlamıyorsam, devamı gelecek diye düşünmüştüm ama bir anda bitiverip diğer hikayeye geçilmişti). Kitaba ismini veren Bir Deli Ağaç’ıysa çok beğenmedim. Bu kitaptan sonrası için niyetim Buket Uzuner’in Kumral Ada Mavi Tuna’sını okumaktı sevgili Yaşamın Kıyısında’nın 3 aşk hikayesi sobeli yazısından sonra. O kitabı da hep merak ettim ama bir türlü fırsatım olmamıştı nedense. Bu sefer de başlayamadım çünkü eşimin Ankara’daki kitapları arasında kalmış :( İlk gidişimizde alacağım. O zamana kadar İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ına başladım. Seviyorum ben o adamı. Daha önce Puslu Kıtalar Atlası, Efrasiyab'ın Hikayeleri ve Amat'ı okumuştum. İlk ikisini çok beğenmiştim ama Amat'ta aynı tadı alamamıştım. Bakalım Suskunlar'ı nasıl bulacağım...

İmdat :)

İlk olarak sevgili Abi'nin sayfasında görüp çok beğenmiştim. Daha sonra sevgili Gülçin'in sayfasında da görerek kendim için neden olmasın dedim. Yalnız bir problem var. Nasıl yapılacağını bilmiyorum :)

Bilen arkadaşlar bana yardım edebilirler mi lutfen?
Hani şu takip ettiğiniz blog listesini güncelleme durumuna göre gösteren eklenti var ya, onu soruyorum bu arada :)

23 Eylül 2008 Salı

Danika, 2006 (5,8)



Sevgili 7. Oda’nın sayfasında görmüştüm bu filmi. Yazdıkları merakımı celbetmişti epey, arşivimizde de varmış, haliyle sıraya aldık bu filmi ve nihayet dün seyredebildik.

Güzel bir müzikle başlıyor film. Korku-gerilim hissi veren ve insanın içine işleyen bir müzikle. Sonra bir kadının sesini duyuyoruz, derinlerden gelen. “İyileşeceğim” diyor kendi kendine. Oradan bir araba sahnesine atlıyoruz. İlk karede gördüğümüz güzel kadın araba kullanıyor. Burada hemen aklımıza bir film geliyor : À l'intérieur. Ve işte film başlıyor.



Danika (Marisa Tomei) evlidir ve 3 çocuk annesidir. Bütün günü çocukları için endişelenerek geçer. Sürekli olarak çocuklarının başına bir şey geleceğinden korkar ve sonunda halüsinasyon görmeye başlar.



Danika bir bankada çalışmaktadır. Hesaplarının yine yanlış olduğu gerekçesiyle banka müdürünün yanına çağırılır. Hesapların acilen düzeltilmesi gereklidir ve müdür rahat çalışabilmesi için odasını Danika’ya vererek kendisi dışarı çıkar. Odada dışarısını gösteren bir de televizyon vardır, bankanın kamere sistemi bu odaya kurulmuştur çünkü. Danika işlerine başlarken dışarıda bir anda bir hareketlilik olur. Silahlı adamlar bankaya gelmiş ve insanları tehdit etmeye başlamıştır. Birkaç kişiye ateş de ederek onları öldürürler, ateş edilenlerin arasında müdür de vardır. Danika çok korkar ve korkudan kendini kaybeder adeta. Ekranda adamlardan birinin, kendisinin içinde olduğu odaya doğru geldiğini görür ve bir köşeye siner. Kapı yavaşta açılır ve bam! İçeri giren müdürden başkası değildir ve dışarıda her şey çok normaldir…



Danika çocukları için duyduğu endişe nedeniyle çok gergindir ve bu tip halüsinasyonlar hep stresine bağlanır. Bir psikiatriste giderek ilaç da kullanmaya başlar. Ama sanki her şey daha da kötüye gitmektedir. Kocası Randy (Craig Bierko) Danika için endişelense de elinden bir şey gelmez.

Bütün bunlar gösterilirken hop eski bir kareye döneriz. Bir bakarız Danika ilk karelerdeki gibi kendi kendini iyileşeceği konusunda teskin etmektedir ve bu karede çocukları küçüktür…

Film güzeldi bence de. Badem çok beğenmedi. Sebebi de sanırım korku filmi seyretmek için kendini hazırlaması ama filmi korkudan çok dram etiketli gibi görmesiydi. Evet bazı kareler aniden önünüze geldiğinden ara sıra ürküyorsunuz ama filmin sonunda ben de dram seyrettiğimi düşünmeden edemedim ve yine de beğendim filmi. Marisa Tomei güzel bir oyunculuk çıkarmış bence bu filmde de. İçinde bulunduğu o ruh halini o kadar iyi yansıtmış ki, altyazı geçmese bile kadının halinden anlayabiliyorsunuz durumunu.

Film 2006 yapımı aslında, o kadar da yeni değil. Çok yönetmenlik deneyimi olmayan da bir yönetmeni var : Ariel Vromen. Başarılı buldum ben. IMDB’de 5,8 puan almış gerçi.



Marisa Tomei’den en son Before The Devil’s Know You’re Dead’de bahsetmiştim. Gerçi o zamanlar çok açıklayıcı şeyler yazmıyormuşum :) Çok beğenerek seyrediyorum ben kendisini. Acaip şeker ve güzel bir yüzü var bence. Onu ilk kez 1994'de Robert Downey Jr.'la birlikte rol aldığı Only You'da seyretmiştik. Orada epey zayıftı gerçi. Hatırlar mısınız bilmem, ama o filmi de çok şeker bulurum ben :) Daha sonra 1995'te daha dün bahsettiğim Tim Roth ile birlikte Four Rooms'ta rol almıştı. 2000'de Keanu Reeves'in başrolde olduğu The Watcher'da da rol almış ama oradan hatırlayamadım bir anda. Aynı yıl Mel Gibson'ı bizlerle buluşturan What Woman Want'ta ve 2001'de birçok dalda Oscar'a aday gösterilen In The Bedroom'da oynamıştı.



Craig Bierko’yu Inside Man'de bahsettiğim Clive Owen'la karıştırıyorum hep :) 2001'den önce oynadığı filmlerin çoğunu bilmiyorum. İsmi tanıdık gelenleriyse seyretmedim. 2001'de Kate & Leopold'da seyretmişiz yalnız. 2005'te de Cinderella Man'de karşımıza çıkmış. 2007'de de şimdilerde hastası olduğumuz Nip / Tuck dizisinin bir bölümünde rol almış, tabi biz daha yeni seyredebildik. Bir ara o diziyi de öveceğim :)

Hamiş : Film müziklerini bulamadım. Ama bu filme uygun düşeceğini düşündüğüm bir şarkıyı ekliyorum dinlemeniz için. Çok da severim hani. Alanis Morissette'den Your Congratulations.

22 Eylül 2008 Pazartesi

The Incredible Hulk, 2008 (7,5)



Bu serinin ilk filmini 2003’te seyretmiştik. Eric Bana’nın başrol oynadığı filmi Ang Lee yönetmişti ve bana göre iyi bir iş çıkarmıştı. Eric Bana da tip olarak Hulk’a uygundu bence. İkinci Hulk’ta Edward Norton’ın oynadığını duyunca çok şaşırmıştım. E. Norton’ın tip olarak yaratıkımsı şeylerle uzaktan yakından alakası yok çünkü :) Masum bakışlı ve yakışıklı bir genç adam kendisi ne de olsa :) (Böyle düşünmemde eşime çok benziyor olmasının etkisi büyüktür, kabul :) ). Sonuç olarak Hulk’la Norton’u kafamda eşleştiremedim ama Norton’u bir kez daha beyaz perdede seyredecek olmamın heyecanını yaşadım o ayrı…



Bruce Banner (Edward Norton) bu kez karşımıza bir kaçak olarak çıkar. Hulk’a dönüşmek istememektedir ve bundan kurtulmaya çalışmak için kendisine bir panzehir yapmaya çalışır. Bu arada da beladan uzak durmaya çalışıp dönüşüm geçirmesini engellemek ister.

Bruce daha önce bir deney sırasında gamma ışınları alarak Hulk’a dönüşmüştür. Bu deneyde asıl amaç güçlü askerler yapmaktır. Ancak dönüşüm istenen bir sonuç değildir. Bruce ortadan kaybolduktan sonra deney durdurulup ekip dağılsa da General Thaddeus Ross (William Hurt) hala Bruce’un peşindedir. Ross’un kızı Betty ise (Liv Tyler) kendisini üniversiteye atıp orada çalışmaya başlamıştır.



Bruce çalıştığı iş yerinde ufak bir kaza geçirip de kanını gazoz şişelerinden birine damlatınca yeri tespit edilir ve General bu sefer Emil Blonsky’yi de (Tim Roth) ekibine dahil ederek Bruce’un peşine düşer. Bruce’un Hulk olduğunu sadece General bilmektedir. Ekip normal insan boyutlarında ve masum görünüşlü bir adamın peşinde olduğunu düşünse de Bruce’un kalp atışları hızlandığında karşılarında Hulk’u bulurlar. Hulk çok güçlüdür ve onlardan kurtulmayı başarır.



Gidebileceği pek bir yer yoktur. Aklına ilk gelen Stanley’nin (Paul Soles) yeridir. Stanley ona bir oda verir ve saklanmasına yardım eder. Ancak bir gün eski kız arkadaşı Betty, yeni erkek arkadaşıyla Stanley’nin yerine gelir ve tesadüfen Bruce’u görür. Bruce başta kaçar ama Betty onun arkasından giderek onu bulur. Artık iki kişilerdir ve birlikte hareket ederler.



Bruce kaçtığı zamanlarda internet üzerinden yardım almaya başlamıştır. Kendisine Bay Mavi diyen birinden dönüşümünü engellemek için yardım alır ve panzehir yapmaya çalışır. Yeri tespit edildiği için Bay Mavi’yle görüşmeye karar verir ve Betty’yle birlikte Bay Mavi’nin yanına giderler. Bay Mavi de üniversitede çalışan profesörlerden biri olan Dr. Samuel Sterns’dir (Tim Blake Nelson). Doktorun yeni panzehirini Edward’a enjekte edip iyileşmesini beklerler.



Bu arada Blonsky, karşısındaki adamın yenilmez olduğunu anlamıştır, kendisi de daha güçlü olarak Bruce’u yenmek ister. Bunun için General ona yardım edecektir. Bruce’a yaptıklarının aynısını Bronsky’e de yaparlar. Sonunda ortaya Hulk’a rakip bir yaratık çıkar : Abdomination.

Bundan sonra yapılacak ilk iş Hulk ile Abdomination’ı karşı karşıya getirmek ve Hulk’u yenmesini beklemektir.

Filme önyargıyla başladım daha önce de belirttiğim için. O çok sevdiğim Edward Norton’u Hulk olmaya yakıştıramadım. Ama film başarılıydı yine de. Norton yine çok iyi oynamıştı. Bu arada adam ufacık gibi ama çıplakken kaslı falan. Nasıl oluyor anlamadım yani. Üzerine bir tişört geçirip sokaklara çıktığında cılız bir üniversite öğrencisi gibi görünüyor hala :) Oysa 1969 doğumlu, yani 39 yaşında!

Filmi Louis Leterrier yönetmiş ve IMDB’de 7,5 puan almış.



Edward Norton’u ilk olarak 1996’da Richard Gere ile birlikte oynadığı Primal Fear’da seyrettik. O filmde de çok başarılıydı hatta ödüle layık görüldü. Zaten kötü bir filmini de seyretmedim hatırladığım kadarıyla. Hep iyi projelerde yer aldı canım benim :) Aynı yıl The People vs Larry Flynt ile tekrar karşımıza çıktı. Hatta yine aynı yıl Everyone Says I Love You’da da oynadı ancak ben onu seyretmedim (sanırım!). Daha sonra 1998’de Tony Kaye’in yönettiği American History X’de oynamıştı ki bence o film de efsanedir. Bir kez daha seyredip burada tanıtmak isterim sizlere de. Sonra yine çok sevdiğim Fight Club’da 1999’da seyrettik Edi’mizi. 2000’de Ben Stiller ve Jenna Elfman ile birlikte rol aldığı Keeping The Faith isimli romantik komedi filmindeyse peder rolünde karşımıza çıkmıştı :) O filmini de çok severim diyeceğim, heralde pek şaşırmazsınız buna :) 2001’de The Score, 2002’de Death To Smoochy, Frida (bunu henüz seyretmedim), Hannibal serisinin devamı olan Red Dragon ve 25th Hour, 2003’te bir yeniden çevirim olan The İtalian Job, 2005’te Kingdom of Heaven, Down in the Valley, 2006’da yine çok beğenerek seyrettiğimiz The Illusionist, The Painted Veil, ve en nihayetinde 2008’de The Incredible Hulk. Görüldüğü gibi bütün filmleri çok iyi. Ya da o olduğu için filmler bu kadar başarılı oldu. Eşime benzemesi bir yana hakikaten çok iyi bir oyuncu bence.



Liv Tyler’ın Aerosmith’in solisti olan Steve Tyler’ın kızı olduğuna inanmak çok güç. Öyle çirkin, ama şarkılarını severim, bir adamın böylesi güzel bir kızı olması inanılır gibi değil gerçekten de. L. Tyler’ı daha önce de ufak tefek rollerde seyretmişizdir hatta babasının Amazing isimli şarkısının klibinde de oynamıştı, ama uzun soluklu ve bilinçli olarak seyrettiğimiz ilk filmi 1998 yapımı Armageddon gibi geliyor. Ha güzelliğiyle dillere destan olduğunu gösterdiği Stealing Beauty de var, belki birçoğunuz o filmiyle hatırlıyorsunuzdur ama ben filmi konu itibariyle falan hatırlamıyorum pek, bir kez daha seyretmek gerek :) Daha sonra 2001’de One Night At McCool’s ve varlığını yeniden hatırlattığı ve serisine 2001’de başlanan Lord Of The Rings geliyor. Orada Elrond’un kızı Arwen rolünde karşımıza çıkıp yine güzelliğine hayran bırakmıştı bizi. Bu filmde biraz irileşmiş buldum doğrusu. Ayakkabı numarası 42’ymiş bu arada, duyurulur’ :)



Tim Roth’u en son Funny Games U.S.’de seyretmiştik. Daha önce 1996 yapımı Everyone Says I Love You’da yine Edward Norton’la birlikte oynamışlar. Roth’un bir sürü filmi var ama aklıma gelenler Planet of Apes, orada maymundu gerçi, kendisini tanımak zordu ama orada da çok iyi bir oyunculuk çıkarmıştı bana göre, Dark Water, 1995 yapımı Four Rooms, o film de çok güzeldi bu arada, ve tabi ki Reservoir Dogs.

18 Eylül 2008 Perşembe

Akşam menüsü :)

Dün Uzunbacaklar bizdeydi. Birlikte yemek yiyip Yaprak Dökümü günü yapacaktık Uzunbacakla. Yaptık da. Şimdi böyle yazınca sanki planlarımız bozulmuşmuş gibi oldu sanırım :)

Güzel yemeklerimiz vardı. Öneri olsun diye tariflerini yazayım dedim.

Menümüz şu şekildeydi :

Mantar sote
Sarımsaklı ve baharatlı bonfile
Kırmızı biberli makarna
Kırmızı biber turşusu
Zeytinyağlı taze fasulye
Salata



Mantar sote :
Soğanları elma gibi doğrayarak kızgın tavaya attım. Onlar tamane kızarmadan yeşil biberleri doğrayıp onları da içine atıp ikisini bir kavurdum. Daha sonra büyüklüğüne göre 2’ye ya da 4’e böldüğüm mantarları da koyarak suyunu çekene kadar kavurdum. En son olarak da küp küp doğradığım domatesleri, baharatları (ben tuz, karabiber, kırmızı pul biber ve kekik ekledim) ve kremayı ilave edip azıcık daha pişirdim ve sıcakken servis tabağına aldım. Tadı oldukça güzeldi.

Bonfileyi her zamanki gibi yağ-kekik-kırmızı pul biber üçlüsüyle buluşturarak vaktim olduğundan 1 gece buzdolabında bekletip zamanı geldiğinde tavaya hiç yağ koymadan kızartarak servis ettim.

Makarnayıysa haşlayıp süzdükten sonra, makarna süzgeçte bekler iken, tencereye daha önceden fırında 40 dakika kadar tutup kabuklarını soyduğum kırmızı biberler ile sarımsağı koyarak azıcık yağda döndürdüm. Daha sonra makarnayı ekleyip azıcık daha döndürdüm ve onu da sıcakken servis tabağına aldım.

Fasulye bildiğiniz fasulye işte :) Soğan, biber, fasulye, sarımsak, domates, tuz, şeker yedilisiyle her zaman yaptığım fasulye. Onu da sabahtan yapıp buzdolabına koymuştum soğuk soğuk yiyelim diye.

Kırmızı biber turşusu için internetten tarif aldım. Sonra da ölçülere pek de uymayarak bir şeyler yapmaya çalıştım.

Salatamız güzeldi. Fotoğrafı da çok artistlik oldu aslında, Badem çekmişti, akşam eklemeye çalışacağım. Diğerlerinin tam fotoğrafı yok maalesef. Makineyi eşimin elinde görünce hepsini tek tek çekmiştir diye düşünerek işe girişmedim ben. Salatayı beğenip onu çekmiş sadece :) Sonradan gördüm.



Salata için malzemelerimiz şunlardı:

1 adet orta boy kuru soğan
3 adet domates
2 adet salatalık
1 adet kırmızı biber (çiğ olarak)
süslemek için biraz marul
maydanoz
ceviz

kesilebilecek bütün malzemeleri küp küp doğrayıp derin bir kasede karıştırdım. Sonra salata kabına marulları yerleştirip hazırladığım salatayı ortasına döktüm. Üzerine de zeytinyağı, limon, nar ekşişi ve tuzla yaptığımız salata sosundan döktük. Oldukça lezzetliydi. Deneyebilirsiniz siz de.

Afiyet olsun! :)

16 Eylül 2008 Salı

Tekirdağ - Melen Bağbozumu





Haftalar oldu gideli, ama bir türlü elim erip de yazamadim. Araya filmler de girdi, ilk baştaki enerjim ve saadetim yansır umarım kelimelerime :)

Buradan eşimle birlikte yola çıktık ilk gün. İlk durak İstanbul’du. O gün sinema heyecanımız da vardı hatta, The Dark Knight’ta bahsetmiştim.

Gece 3,5 gibi eve dönüp hemen horuldamaya başladık. İstanbul’da 6 sene yaşamış olmama rağmen ablamlara her gittiğimizde acaba bu sefer evi bulabilecek miyim endişesi yaşıyorum. Ben Beyazıt – Bahçelievler arasını çok iyi bilirim ev – okul münasebetiyle :) Gezmeyi sevdiğim birkaç yeri de bilirim Taksim, Bakırköy gibi. Avrupa yakasında bir yeri bilmesem bile her halikarda bulurum düşüncesine de sahibim hatta. Ama iş Anadolu yakasına gelince duraklama dönemine giriyorum aniden! Neyse bu sefer Allahtan taksi şoförü biliyordu verdiğimiz adresi de yol tarifinde ter dökmedik :)

Sabah 8 gibi kalkarak hazırlıklarımıza başladık. Kahvaltımızı yolda yapacağımız için pek bir hazırlığa da gerek yoktu, dolayısıyla çabuk hazırlanarak yola çıktık. Bana dediler ki Tekirdağ İstanbul’a 2 saat. Doğruymuş da, tam 2 saat sürdü. Ama Melen Tekirdağ’ın diğer ucundaymış. Git git yol bitmiyor!





Tekirdağ’ın girişinde bir yerde şimdi ismini unuttuğum bir yerde kahvaltı ettik (Aslında Tekirdağ’lı bir arkadaşla birlikte yola çıkacaktık ama son anda arkadaşın evine üst kattan tuvalet akınca onun durumu vahim oldu. Biz de ben, Badem, ablam, onun eşi ve çocukluk arkadaşım Emre ile birlikte yola çıktık). Bu yeri tesadüfen bulduk ve çok da beğendik. Hepimiz de normal kahvaltı tabağı istedik. Adamlar bunun yanına güveçte yumurta getirdiler. Üzeri kaşarla kaplanmış güveçte yumurta :) Yumurtalar çok katı olmasaydı daha güzel olurdu muhakkak. Bir de masamıza çıkmaya çalışan bir piliçle cebelleştim ben. Hani civcivken çok güzeldirler. Tavukken komiktirler. Ne tavuk ne civciv oldukları halde bir garip durumdadırlar ya, sevimsiz böyle, o cins bir civcivimsi piliç masaya gelmeye çalışıyor habire. Kov kov gitmiyor. En sonunda çantamı elime alıp kaçırmaya çalıştım hayvanı. Sümsük şey kaçtı sonunda :)

Kahvaltıdan sonra bitmek bilmeyen yolumuza devam ettik. Melen, Güzelköy’e vardığımızda saat 1,5’a geliyordu sanırım. Bizimle birlikte bağbozumuna katılacak 3 kişilik bir grup daha vardı. Denize karşı sandalyelerimizde otururken bizi çok bekletmeden geldiler onlar da, ve turumuz başladı.









Önce üzüm bağlarına çıktık. Müthiş deniz manzaraları dönümlerce üzüm bağları var Melen’lerin (Melen şaraplarının sahipleri). Ortaya da kocaman bir çardak yapmışlar. Oraya gider gitmez çardağa çıktık ve bizler için hazırladıkları acaip lezzetli sofraya oturduk. Sofrada neler yoktu ki… Tabaklarımıza öncelikle sıcacık su börekleri konuldu. Biz yanını taze barbunya, kırmızı biber turşusu (sanırım böyle deniyor), patlıcan salatası ile doldurduk. Sonra köfte ızgaralarımız da geldi. Tabi bu arada şaraplar da teker teker açılıyor. Tadım yapmakta olduğumuz için öncelikle beyaz şaraplardan başladık.

Melen Sek Beyaz
Narince (Beyaz)
Papazkarası (Kırmızı)
Merlot (Kırmızı)
Melencik Kalecik Karası (Kırmızı)
Shiraz (Kırmızı)
Öküzgözü Rezerve (Kırmızı)

Şaraplar harikaydı. Hani bundan önce Bozcaada Bağbozumu izlenimlerimi yazmıştım ya, onda bağbozumuna gitmemiştik aslında, sadece üretim ve satış noktalarında tadım yapmıştık. Melen’in yanında Bozcaada şaraplarının lafını bile etmem şimdi. Aslında Melen de içmiştim daha önce. Ama o havayı koklayıp, sahiplerinin üretimin her aşamasında emekleri olduğunu görmek ve o leziz yemekler eşliğinde tam kıvamında şaraplar içmek bize acaip iyi geldi :) Kesinlikle tavsiye ediyorum sizlere de.



Yemek sonrasında bağın hemen yanında bulunan manastır kalıntılarına gittik. Orada şaraplar sayesinde kafaları bir milyon yapınca dağıldık. Kalacağımız pansiyona gittik. Tesadüfe bakın ki Çınar Pansiyondu ismi :) Deniz kenarında küçük bir yer. Tekirdağ’a şarap tatmaya gittik ya, denize girebileceğimizi hiç düşünmemiştik. Hiçbirimizde yok tabi şort, mayo vb. Güzelköy, adı üzerinde köyden bozma bir şehir gibi. Öyle dükkanlar falan yok. Yün satan bir amcada komik deniz şortu bulduk neyse ki, tabi ki bayan için bir şey bulma ihtimalimiz yoktu. Biz de 3 erkek bari memnun olsun diye tanesi 4 YTL’den 3 adet şort alarak denize koştuk. Çevrede kimsecikler olmadaydı üzerimdeki şort ve atletle girecektim ama çok yakınımızda insanlar vardı. Deniz de çok temiz değil gibiydi. Badem bir daldı çıktı mesela. Azıcık ilerleseydi girme cesaretini bulabilirdim belki de :)

Deniz maceramız bitince odalara gidip hazırlandık ve denize girdiğimiz yerin az ötesindeki masalara oturup akşam yemeklerimizi ısmarladık.





Ertesi gün sabah 5’te üzüm toplanmaya başlanacaktı. Biz tabi ki 5’te kalkamayacaktık. Aramızda uykucular vardı :) Ama 6,5’ta kalkıp 7’de bağlarda olmayı başardık. Gittiğimizde daha tarlanın yarısına bile gelmemişlerdi. Zaten 5’te başlayıp 11’e kadar toplarlarmış normalde.



Neyse saat 7’de gittik. Sabah serinliği epey fazla. Üzerimizde hırkalar falan var ama donduk biz. Erkekler bağların arasına girdiğinde biz ilk etapta ablamla sarım sarım sarmaladık birbirimizi :) Biraz kendimize gelince biz de bağların arasına girdik ve kişi başı 2’şer kasa üzüm topladık. Kimse de o koca makaslarla elini kolunu koparmadı çok şükür :) Bu arada Melen’lerin kızlarının ismi Şiraz. Bizim çok hoşumuza gitti :)



Üzümlerle işimiz bittikten sonra, tabi sadece bizimki, yoksa asıl çalışanlar hala oradaydı, iğdelerle dolu toprak yoldan yürüyerek merkeze inip Melen Şarap Fabrikası’nın hemen önündeki denize karşı masalarda kahvaltımızı yaptık yöreye özgü gözlemelerle.

Şaraplarımızı da yüklenip yola çıktık.

Kalbimizin yarısı da Melen de kaldı…

Hamiş : Bu yazımı okurken dinlemeniz için Lhasa De Sela'yı uygun buldum. Bu kadının yorumuna hastayım. Özellikle güzel ve özel bir akşam yemeğinde güzel şarabınızı yudumlarken dinlemek çok hoş olur diye düşünüyorum. Aslında başka bir şarkısı vardı aklımda ama internette bunu bulabildim. Sesi ve yorumu hakkında bilgi verir size.

15 Eylül 2008 Pazartesi

V For Vendetta



Daha önce seyretmiş ve bayılmıştık bu filme. Ama üzerinden çok zaman geçtiği için yazamamıştım burada. O zamanlar bir e-günlüğüm yoktu :)

Cumartesi günü Osi geldi bize. Krepli mantarlı tavuk yaptık ve onu afiyetle yedikten sonra Osi daha önce seyretmediği ve merak ettiği için biz de ikinci kez oturduk seyrettik bu filmi. Çok da iyi oldu. Kendisini yüz olarak göremesek de Hugo’ya, Natalie’ye ve bir kez daha Wachowski kardeşlere hayran kaldık.





İngiltere’de yıllardır süren ve insanların özgürlüğünü elinden alan bir yönetim şekli vardır. Gece dışarı çıkmak da yasaklardan biridir. Evey (Natalie Portman) bir gece yasaktan sonra dışarı çıkar ve yönetim adına çalışan işaretli adamlarca yakalanır. Tam o sırada maskeli kahramanımız V ortaya çıkar. Evey kendisine de zarar vereceğini düşünür bu damdan düşer gibi gelen maskeli adamın. Ama V, Evey’e zarar vemez ve ona önce kendisini tanıtarak planlarından bahseder ve bir binanın çatısına çıkartır.



Hatırla, 5 Kasım'ı hatırla
Barut ihanetini ve komplosunu
Hiçbir neden bilmiyorum ki gerektirsin
Barut komplosunun unutulmasını


Adalet’in simgesi olan heykeli havaya uçurduğunda herkes haberdar olur V’den. Daha sonra kapalı devre yapılan yayın kuruluşuna giderek bütün halka seslenir. Bu seslenişte V’nin tek bir isteği vardır. Guy Fawkes günü olarak bilinen 5 Kasım’ın unutulmaması. Bunun için halktan bir sonraki 5 Kasım’da Parlomento Binası’nda buluşmalarını ister. Böylece kendi başına başlattığı “diktatör rejime karşı gelmek” olgusu toplumsal hale gelecek ve özgürlüklerine kavuşacaklardır.





Bunun içinse tam 1 yıl gereklidir. Bu 1 yıl içindeyse V’nin kimliğini öğrenmeye başlarız yavaş yavaş. Evey’nin ürkeklikten cesurluğa geçişine tanık oluruz. İnsanların uyanışın ve bu uyanışla birlikte yönetimin baskısını görürüz.

Film bittikten sonra yönetmene, yazara, oyunculara hayran kalırız. Seyretmeyen var mı, kaldı mı bilmiyorum ama (daha önce seyredenler için bile) mutlaka seyredin diyeceğim.

Film 2005 yapımı aslında ama 2006’da seyirci karşısına çıkabildi. Senaryosunu Wachowski kardeşlerin yazdığı filmi James McTeigue yönetmiş ve IMDB’de 8,2 puan almış.



Güzeller güzeli Natalie Portman’dan daha önce My Blueberry Nights’ta bahsetmiştim. Ek olarak 2007’de Mr. Wagorium’s Wonder Emporium ve 2008’de The Other Boleyn Girl’de oynadı. Henüz iki filmi de seyredemedik.



Hugo Weaving’i ben ilk olarak bayıldığım 1999’da başlayan Matrix serisindeki Ajan Smith olarak tanıdım. Daha sonra en iyi kitap uyarlamalarından biri olduğunu düşündüğüm Yüzüklerin Efendisi’nde (Lord Of The Rings) Elf’lerin efendisi Elrond rolünde seyrettik H. Weaving’i.

Iron Man, 2008 (8,1)





Tony Stark (Robert Downey Jr.) babası dolayısıyla hep elektronik endüstrisinin içinde bulunmuştur ve küçük yaşta icatlarına başlamıştır. 20’li yaşlarına geldiğinde artık bir silah fabrikası vardır. Halkın kendini korumak için silaha ihtiyacı olduğunu düşünür ve hep daha iyisini yapmak için çalışmaya devam eder. Stark fabrikasının ortaklarından Obadiah (Jeff Bridges) da Tony’ye sürekli olarak gaz vermekte ve çalışmalarına devam etmesini sağlamaktadır.



Bu arada Tony’nin yaşam koçu diyebileceğimiz bir de yardımcısı vardır. Pepper Potts (Gwyneth Paltrow) herkesin hayran olduğu bir kadındır ancak yıllardır Tony’nin yanındadır ve sonuna kadar ona hizmet edecektir.



Tony bir gün teröristlerin saldırısına uğrar ve ekibinden biriyle esir düşer. Terörist başı Raza’nın (Faran Tahir) istediği şey, Tony’nin en son icadı olan silahı onun için yapmasıdır. Tony’nin elinde sınırlı alet edevat vardır ama yine de çalışmalarına başlar.



Tony ilk kez silah yaptığı için ona karşı gelenlerin haklı olduğunu düşünür. İlk kez kendi yarattığı silahların kendisine karşı kullanıldığını görür ve bundan çok rahatsız olur. Artık onun için tek bir şey vardır : Esir düştüğü bu yerden kurtulmak. Kıvrak zekası ve becerisi sonucunda teröristlerin anlayamayacağı bir şeyler yapmaya başlar ve bu şekilde “Demir Adam”ın ilk eskizini hazırlar.





Tony, Demir Adam sayesinde esir düştüğü yerden kurtulur ve yaptığı ilk basın açıklamasında silah fabrikasını kapatacağını söyler. Obadiah ona karşı gelse de kararından dönmeyecektir ancak bu arada Demir Adam’ı geliştirmeye kararlıdır. Artık suçlulara karşı savaşacaktır.

Yine yeni bir film, 2008 yapımı ve IMDB’de 8,1 puan almış. Oldukça iyi yani. Ama çok da ahım şahım değildi bana göre. Tamam güzeldi ama ne bileyim bu bir çizgi film uyarlaması, daha görkemli sahneleri olabilirdi. Spiderman uyarlamasından daha iyi yine de :) Spiderman benim kahramanlarımdan biridir mesela çizgi filmlerinde. Amma ve lakin filmlerinde kahramanım olabilmeye yakın bile değil…

Neyse, bu filmle devam edelim.

Yönetmen Jon Favreau’yu daha önce aktör olarak Daredevil ve Deep Impact gibi filmlerde seyretmişiz.



Tony Spark rolündeki Robert Downey Jr.’ı 1992’de rol aldığı Chaplin’den biliyor olabiliriz. Daha sonra 1994’te efsane filmlerden Natural Born Killers’ta oynamıştı. Yine 1994’te benim çok beğenerek seyrettiğim Only You’da oynamıştı. Daha sonra 2003’te Gothika, 2005’te Good Night, and Good Luck, 2007’de Lucky You’da rol almış. 2008’de The Incredible Hulk’ta da rol almış yine Tony Spark rolü ile ama ben henüz o filmi seyredemedim.



Jeff Bridges’in bir sürü filmi var. Eskileri pek hatırlayamadım. Yeni sayılabileceklerden 2001’de oynadığı K-Pax’i sayabiliriz. Bu kadar tanınmış bir adamın da bir tek filmini buraya yazabildiğim için kendimden utanuyorum doğrusu!





İsmini okumakta zorlandığım Gwyneth Paltrow’u 1995’teki efsane filmlerden Seven’dan biliyoruz belki de. Daha sonra 1998’de Sliding Door’da, aynı yıl Great Expactations’ta Ethan Hawk’la, 2001’de Shallow Hal’da oynamıştı. Film olarak bildiğim ama henüz seyretmediğim diğer filmleriyse 1999 yapımı The Talented Mr. Ripley, 2001 yapımı The Royal Tenenbaums, 1998 yapımı Shakespeare In Love, 1998 yapımı A Perfect Murder (yoksa bunu seyretmiş miydim?).