31 Temmuz 2008 Perşembe

Şiş göbekten dünyaya

Bilgisayarım yine teknisyenliğe gitti. Hüngürt :((

Üstelik komşu masaları ara sıra boş bulduğumda bloguma girmeye çalıştığım zaman erişimin engellendiğini gördüm. İş yerimden blog yazamayabilirim bundan sonra! :( (dın dın dın dın !! )

Bilgisayar olmadığı zaman iş yeri öyle sıkıcı ki. İnsanlar bilgisayarsız ne yapıyorlarmış eskiden, tüm gün düşündüm inanın, zira bilgisayar olmadan bir iş yapmam neredeyse imkansız. O yüzden cevap beklediğim yazılar dosyasını açıp bütün günü telefon başında geçirdim diyebilirim. Pek bir sonuç aldığım da söylenemez gerçi. Of demek istiyorum kısaca.

Bugün Uzunbacaklar'a geldik. Hatta boş bilgisayar bulmuşken hemen masaya yattım iki satır yazayım diye. Bizim kız biz geleceğiz diye yine işten erken çıkıp yemek hazırlamaya başlamış. Zannetmeyin ki öyle 100 kiloluk insanlarız. Yetişmez diye böyle yapıyor tüm ikazlarımıza rağmen (Bak buradan sesleniyorum sana tekrar, bir daha böyle yaparsan sadece bizde buluşacağız ona göre :) ). Sofra krallara layık tabi o kadar hazırlığa. Biz de acaip şişmiş bir halde kalktık masadan. Şimdi de oturup film seyredeceğiz ki yediklerimizin hepsi göbek bölgesinde rahatça simit oluşturabilsin (mevcutları denedim ben, yüzerken az geldi).

Filmin ismi Ben X. Yarın fırsat bulabilirsem tanıtım yazısı yazmaya çalışacağım (of karnıııım)...

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Zombie Strippers, 2008 (4,5)



İşte anlamsız bir film daha :)

Başrollerdeki Jenna Jameson erotik korku (!) ların baş yıldızlarından biriymiş zaten. Süper güzel bir vücudu var (bana göre göğüslerine gereksiz silikon taktırmış). Yüzü de güzel Allah için. Hani öyle güzel rol kesen biri olmadığını bildiğimiz için filmden çok bir şey beklemiyorduk zaten. Öyle sanılacağı gibi acaip açık saçık da değil. Her filmde görünebileceği kadar görünüyor çıplak vücut. Belki de Demi Moore'un striptiz filminde daha çok teni görünüyormuştur. O filmi seyretmedim çünkü, tam ahkam kesemiyorum bu konuda :)

Neyse efendim, filmimize gelelim. Bu Jena (filmdeki ismi Kat) bir striptizcide çalışmaktadır. En iyi olduğu için diğer kızlar buna kıldır falan.

Diğer tarafta bir grup savaşlarda ölümlerle asker kaybını önlemek için bir virüs geliştirmiştir. Böylelikle insanlar öldükten sonra zombi olarak tekrar dirilmekte ve bu şekilde savaşmaya devam etmektedir. Ancak virüs kadınlarda saf halini koruduğu için onlardaki etkisi daha farklıdır. Örneğin Kat ısırıldığında başarısına başarı katarak striptiz yapmaya devam eder :)

Bu şekilde kıskançlıktan çatlayan kızlar da Kat tarafından ısırılarak zombi olma yarışına girerler...

Anlatılacak çok bir şey de yok zaten, hepsi bu kadar işte :)

Pathology, 2008 (6,0)



Marc Schoelermann'ın filmini tatile çıkmadan hemen önce seyrettik aslında ama yazmak için fırsat bulamadım şimdiye dek. Film 2008 yapımı ve IMDB'de 6,0 puan almış. Ben çok beğenmedim. Türkçe'ye de Kadavra diye çevrildiği için bayağı ihtişamlı bir film bekledim ben. Ama beklediğimi bulamadım. Biraz amaçsız geldi açıkçası.



Ted Grey (Milo Ventimiglia) tıp mezunu ve adli tıpta uzmanlaşmak isteyen biridir. Sevgilisi Gwen'i (Alyssa Milano) bırakıp staj yapacağı yere gider.



Burada tanıştığı stajyerlerden Jake (Michael Weston) ile takılmaya başladığı an hayatı değişir. Jake, arkadaşlarıyla birlikte geceleri buluşup laboratuvara giderek sebebi belli olmayan ölümleri araştırır. Öyle bir hale gelmişlerdir ki artık insanları değişik şekillerde öldürerek arkadaşlarının ölümün nasıl gerçekleştiğini bulmalarını beklerler. İp de burada kopuyor zaten.



Ben genel olarak beğenmedim. Kadavra incelenmesi, analiz yapılması mantık olarak çok güzel geliyor. Ama öyle incelemeden ziyade Ted'in Lauren'la cinsel münasebeti, diğer arkadaşlarıyla kavgası falan üzerine kurulmuş bir film gibi geldi.



Ted rolündeki Milo Ventimiglia'yı Heroes dizindeki Peter Petrelli rolüyle tanıyoruz. Dizideki en sevdiğimiz karakterlerden hatta. Süper güç olarak da en çok sahip olmak istediklerimizden birine sahip :) Bir sürü filmde de rol almış ama ben seyretmedim hiçbirini.



Filmde sevgilisini oynayan güzeller güzeli Alyssa Milano'yu ise sanırım ilk olarak (kendi adıma) Poison Ivy 2'de tanıdık. Orada da yüzü falan çok hoş gelmişti bana. Bu filmde de zaten iyi huylu, güzel, iyi aile kızı rolünde olduğundan göze hitap eden bir görüntüsü vardı.

27 Temmuz 2008 Pazar

Böyle böyle



Ve Avatar bitti :( 3. sezonun 15. bölümüne kadar gelmiştik, daha önce bahsetmiştim. Kalan 6 bölümü de ele geçirerek Avatar'ı bitirmiş bulunuyoruz.

Her şey yolunda olmasına rağmen üzüldüm ben. Üzülmemin asıl sebebi de Avatar'ın bana aşık olmadığını öğrenmemdi sanırım :))

Sonundan bahsetmeyeceğim, bence mutlaka seyredin. Seveceğinize eminim ben. Avatar da sizden biri olacak :)



Bu arada yeni bir animeye başladık. Cowboy Bebop :) Ben bilmiyordum bunu, meğer baya ünlüymüş. İsminden ötürü Red Kit tadında bir şey bekliyordum ama daha çok James Bond tadında bir animeyle karşılaştım. Japon çizgilerine hastayız :)) Bu animede henüz yeni olduğumuz için bahsedecek çok bir şey yok. Aslında konular arasında öyle bağlantı da yok. Bölümler genel olarak birbirini takip etmiyor. Bir ara bahsedeceğim ondan da.

Bebop'tan başka, tatile çıkmadan önce Kadavra'yı seyretmiştik. Geldikten sonra Zombie Strippers's seyrettik. Dün de oturdum tek başıma Material Girls'ü seyrettim. Anlatacağım bir bir.

25 Temmuz 2008 Cuma

Tatil anılarına devam

Yazmaya yanaşmıyorum kaç gündür. Şu bir an önce pencereden aşağı atasım gelen bilgisayar önüme kocaman setler çıkardı. Sorunlar ben tatile çıkmadan önce başlamış ve beni resmen yıldırmıştı. Bilgisayarım her gün teknisyenliğe gitti geldi, format atıldı falan. Tatilden bir döndüm bilgisayar açılmıyor! Çıldıracağım. Yine teknisyenliğe gitti. Bu sefer harddiski değiştirdiler. Şimdi yine bozuldu dandik bilgisayar. İnternete giriyorum, belirli bir zaman geçince kendiliğinden bütün sayfalar kapanıyor. Deli olacağım! Yine teknisyenliğe gitmesi gerekiyormuş. Zaten ya o gidecek ya ben gideceğim :(

Neyse, güzel şeylerden bahsedeyim biraz da moralim yerine gelsin. Tatil anılarımızda en son Kalkan’da kalmıştık hatırladığım kadarıyla. Kalkan’dan devam edeyim.



Kalkan’da, daha doğrusu Kalkan’nın tepelerinde yol üzerinde yemek yenecek yerler var. Badem’in hazırlık listesine bakarak Adam’ın (Adem’in) Yeri’ne giderek mantısını tattık. Biz Adam’a mı Adem’e mi gidelim diye düşünürken ikisinin de aynı yer olduğunu anladık. Biri Türk biri yabancı turistler için isimlendirilmiş :) Görürseniz siz de bizim gibi şaşırmayın sağdaki mi soldaki mi diye, mantısı güzeldi bu arada. Manzara zaten harika…





Daha önceki Kaş ziyaretimizde Nur Otel’de kalmıştık. Orası da güzeldi ama apart oteldi. Tencere tava falan çıkartıp soslu makarna yapmıştım hatta bir akşam, hatırlıyorum da :) 3 kişi gitmiştik o zaman, biz henüz evli değildik Badem’le. Nur Apart oteller caddesinin giriş tarafında kalıyor. Bu sefer kaldığımız Nur Otel’se daha ileride ve kendi iskelesi var. İki Nur’un bağlantısı olduğu için apartın konukları da diğerinin iskelesinden vs yararlanabiliyor ama tabi ki öncelik kendi müşterisinin oluyor. Amma uzun yazdım da, sonuç olarak tercih edecekseniz ileridekini tavsiye ederim. Odaları daha güzel, havuzu küçük olsa da denize daha yakın, iskelesi çok güzel, yemekleri leziz vs.



Kaş’ta kaldığımız ilk gece otelin restoranında yiyelim diye düşündük ve sabahları şezlong konarak değerlendirilen iskelenin akşamları yemek masası konarak restoran haline dönüştürülmesiyle oluşan harika görüntü karşısında en köşede boş duran masaya yerleştik. Ancak garsonlardan biri gelerek masanın rezerve olduğunu bildirdi. Masada hiçbir yazı yoktu oysa ki. Biz de tamam diyerek kalktık ve bize gösterilen başka bir masaya geçtik. Ben durumdan son derece rahatsız olduğum için garsona bu tip durumların yaşanmaması için masaya yazı yazmaları gerektiğini falan söyledim. Bunun üzerine garson, sanki bizim kabahatimizmiş gibi tavır takınarak konuştu bizimle. Bu sefer Badem de sinirlendi ve o sinirle masadan kalkıp otelin yöneticisine şikayete gittik :) Adam, kabahatin kendinde olduğunu, normalde kapıda kendisinin bekleyip misafirlerini karşıladığını ve masalara yerleştirdiğini söyledi. Çok ikna edici ve affettirici konuşsa da biz gittik başka bir yerde yedik. Yine de o günden sonra adam bizimle çok ilgilendi, bize yerler gösterdi, her tattığımızın tadını sordu, memnuniyetimiz için elinden geleni yaptı kısacası. Akşam için tercih ettiğimiz yer ise Mercan'dı. Badem Kılıç balığı yedi. Ben de tattım. Merak edenlere söyleyeyim, tavuk eti gibi bir tadı var. Balık niyetine yemem bana kalsa. Yine de seveni çok heralde, ya da herkes bizim gibi meraklıydı o kadar uzun kuyruk olduğuna göre :)

Kaş’ta bir gün bir fırtına çıktı, bir dalga oldu ki sormayın. Ben denizi çok severim ama çok da korkarım. Küçükken yüzme kursuna gidip yapılan yarışmada 1. olarak diplomamı almıştım falan. Ama sonra beni bir korku sardı, derin denizlere paletsiz girememeye başladım. 3 sene öncesine kadar çok derine bile gitmedim hatta. 3 sene önce gittim palet aldım, hayat ne kadar kolaymış paletle (bir o kadar da zor tabi). Kolayca uzaklaşıp geri gelmelere alıştım ama paletle denize girmek de zor hani. Yürüyerek girsen olmaz, atlasan olmaz. Bu durumda sadece 1 yaz palet kullanarak geçtiğimiz 2 seneyi paletsiz açılarak çıkardım denizin keyfini. Ama bu sene keşke yanımda götürseymişim diye düşündüm. Özellikle Kaş’ta. Çünkü, gidenler bilirler, Kaş’ta acaip soğuk bir deniz vardır. Aslında hemen kıyıda soğuk su akıntısı olduğu için soğuktur deniz. Azıcık açılsanız ılıklaşır. Ama işte o soğuk alanı geçene kadar uyuşmazsanız güzeldir deniz. Paletsiz o arayı aşmak epey zordu benim için. O yüzden de paletlerim olsaymış keşke diye geçirdim içimden. Neyse, fırtınadan bahsediyordum. O dalgaların arasında bir sürü insan var. Dalga eğlenceli bir şey çünkü. Oyun gibi geliyor. Biz de sıcakta onlara baktıkça rahatlıyoruz. Ama sonunda dayanamadık ve biz de atlamaya karar verdik. Benim neyime halbuki. Denizden korkuyorsanız dalgalı denize kesinlikle girmeyin derim. İlk zamanlar çok güzeldi. Dalga geliyor hooop yükseliyorsun, çok eğlenceli falan. Biraz zaman geçti, ben artık yoruldum, geri dönmek istiyorum, ama yok, dönemiyorum! Dalgadan ilerlenmiyor. Dahası gel-git yüzünden azıcık gitseniz bile su geri çekilirken gittiğiniz mesafenin iki katı geri gidiyorsunuz. Ben denizde debelenmeye başladım. Bir de ürktüm açıkçası. Hafif panik de yapınca iyice yoruldum, kollarımda mecal kalmadı adeta. Korkan gözlerle Badem’e bakmış olmalıyım ki hemen elimden yakaladı ve sakince iskeleye yanaştırdı beni. Basamaklara elim değdiği an o kadar rahatladım ki anlatamam. Kahramanım Badem’im :)









Kaş'a gidince köşedeki lambacıya uğramadan geçmeyin bu arada. O kadar güzel bir dükkan ki, akşam karanlığında sadece karşısına geçip seyretmek bile acaip kayif veriyor bana. Adamlar mesela bir su kabağını alıp oymuşlar süslemişler ve acaip bir lamba yaratmışlar ya. Hepsi, her şey çok güzeldi :)







Kaş’taki yolculuğumuza son verip Olimpos’a doğru yola çıktık daha sonra. Olimpos’a daha önce hiç gitmemiştik. Çevremizden hep olumlu şeyler duyduğumuz için de çok merak ediyorduk. Gittiğimizde hiç beklemediğimiz gibi bir yer bulunca çok şaşırdık. Yaz tatillerinde bizim için önemli olan denizdir çünkü. Olimpos’un doğası, manzarası falan çok güzel gerçekten. Ama deniz tam bir hayal kırıklığı idi. Bilemiyorum belki de bize o şekilde denk geldi ama denizde yosun, saman ve çerçöpün oluşturduğu büyük kahverengi bir leke vardı resmen. Deniz, Akdeniz’de hiç alışkın olmadığımız kadar bulanık ve pis. Ayrıca en yakın pansiyondan (biz Bayram'ın Yeri'ni tercih ettik) en az 15 dakika yürüdükten sonra ulaşıyorsun denize. Kaldığımız pansiyonda ağaç ev olarak gösterilen odalar oldukça temiz ve güzeldi. Zaten ağaçlar altında koca bir bahçesi var. Köşelere, ortalara falan yerleştirilen koca minderli yerlerse harika. Ama deniz değil de dinlenmek ağırlıklı bir tatil düşünüyorsanız güzel.







Deniz yolu da antik kentten geçiyor. Hani orada da manzara falan çok güzel, aslında benim için biraz da üzücüydü. Çünkü lafın gelişi değil, hakikaten antik kentin içinden geçerek gidiyorsun. Hiçbir koruma yok kalıntılar için. Hatta tepedeki mağaramsı yerlerin birine amcanın biri sandalyesiyle falan kurulmuş piknik yapıyor! Hal böyle olunca Olimpos’tan kaçtık desem yeridir. Tabi öncesinde denize gittik (zaten denizi görünce kaçmaya karar verdik). Boylu boyunca kumsaldı, görüntü çok güzeldi. Ama bizde ne şemsiye var ne şezlong, elimizde bir tek kuru havlumuz. Kayaların gölgesine yattık her şeye rağmen, azıcık uyuduk bile :)

Daha sonra buraya kadar gelmişken Çıralı’ya da gidelim dedik. Olimpos’a 3 km. Olimpos’ta kumsala inince, kumsalın öbür ucunda birkaç şezlong vardı. Sıcakta yürümeleyim oraya kadar diye düşünmüştük. Meğer orası da Çıralıymış. Ama deniz aynı bulanık deniz. Oradan da kaçtık.







Kaçtığımız iyi olmus, bu sayede balayımızda gittiğimiz otele tekrar giderek konaklama şansımız olmuş oldu. Zaten % 40 gençlik indiriminden yararlanmak için de son şansımızdı (gerçi ben eşek kadar olmuşum, yararlanamadım, sadece Badem yararlanabildi :( ). Otel öyle güzel, deniz öyle berrak ki gittiğimize çok memnun olduk yine Hillside Su’ya.

Bir tatilimiz daha böyle bitmişti. Ama benim için henüz koşturmaca bitmemişti çünkü haftasonu kuzenim evlenecekti. Döndükten sonra valizleri şöyle bir attım, içindekileri azıcık boşaltıp makineye koydum, çantamı hazırladım ve gece 2 de otobüse binerek İstanbul’a gittim :) İyi niyetli olmasıyla ünlenen kuzenimi güzel bir kızcağızla evlendirdik, sonrasında yuvaya geri döndüm işte. Gerisini zaten biliyorsunuz.

Salak bilgisayarım! :(

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Tatilimize başlarken

Gelelim tatilimize.





Cuma günü işten erken ayrılarak yola çıktık. Rotamız Ayvalık, Datça, Kaş ve Olimpos şeklinde olacaktı. Badem'in ailesinin yazlığı var Ayvalık Altınova'da. Site içinde, bahçesinde güller olan, denize yürüyüş mesafesinde (yaklaşık 2-3 dakika) hoş bir yer. Gece ulaştık Ayvalık'a, ben yemek bile yemeden yatıp uyudum hatırladığım kadarıyla :)



Ertesi gün için plan sabahın erken saatlerinde kalkarak denize girmek, sıcakta şöyle bir rahatlamak ve sonrasında eve gelip kahvaltı hazırlamaktı. Bunu en çok isteyen de bütün seneyi deniz deniiiiiz diye sayıklayarak geçiren Badem'di. Ama saat gelince uykuyu tercih etti yine, biz de kayınvalidem ile denize gittik. Deniz o kadar soğuktu ki girmeye imkan yoktu. Resmen buzlu suydu o saatlerde. Buzullar erimiş ve buraya kadar gelmiş diye düşünmeden edemedim o an. Tabi biz denize giremeyince eve geri dönerek kahvaltımızı hazırladık. Sonra Badem'in de arkadaşlarıyla buluştuk. Akşam için kayınvalidemle birlikte hazırladığımız enfes yemek masası ile o günü tamamladık ve ertesi sabah kahvaltıdan hemen sonra yola çıktık.

Datça'ya giderken Gökova'nın nefis manzarasını seyrettik. Daha önce orada da kalmıştık. Gökova da çok güzel bir yer. Biz Yücelen Otel'de konaklamıştık, düşünen varsa tavsiye ederim.



Gün batımının harika kızıllığında sonunda Datça'ya ulaştık. Önceki gidişimizde merkezdeki öğretmenevi'nde konaklamıştık. Ulaşım kolay olduğu için orası da güzeldi ama Datça'nın içinde deniz çok da harika değil.



Bir sürü "bük" var orada. Palamutbükü en çok sevdiklerimizden. Deniz için geçen sefer de Palamutbükü'ne giderek hayran kalmıştık oraya. Bir dahaki gidişimiz için de oradaki pansiyonları gözümüze kestirmiştik. Gördüğümüz en güzel denizlerden biri orada çünkü. Berrak, serinletici sular, kumsal, esinti desem yeterli olur sanırım.



Bizim nerede kalacağımız belli olmadığından çantamızı alıp çıktık. Siz de Palamutbükü'nü seçecekseniz Aylin Ağaç Evleri var. Dış görünüşü çok hoştu. Orayı tavsiye edebilirim. Hemen hemen hepsi aynı yok üzerinde zaten. Yani hepsi de denize 10 adım uzaklığında, harika deniz kıyısında pansiyonlar. Oda kahvaltı şeklinde çalışıyorlar. Sorduklarımızın hepsinde kişi başı 45 YTL idi. Biz de görüntü itibariyle diğerlerine nazaran (Aylin'den sonra) daha iyi olan Ceylan Otel'i seçtik.





Palamutbükü'ne gitmeden önce Badem her zamanki gibi hazırlığını yapmıştı. Neresi ünlüdür, nereleri gezmek lazım, nerede yemek lazım gibi bir liste oluşturmuştu rotamızla ilgili. Hal böyle olunca Nostalgia Cafe'ye gitmek lazımdı. Biz de gittik :) Can Yücel'in de köşesi bulunan iç taraftaki masalardan biri yerine deniz kenarında püfürdeyen masaları tercih ettik ve leziz balıklarını tattık.



Bol bol yüzdük, dinlendik ve Kaş'a doğru yola çıktık. Kaş'tan önce Kalkan çıktı karşımıza. Küçük bir koy, yamaca yerleştirilmiş beyaz- krem rengindeki modern yazlıklar, şehrin hemen dibindeki turkuaz rengi denizle bütünleşen süper manzaralı bir yer Kalkan. Tabi onun da fotoğrafını çektik sizler için :)

Kalkan'dan Kaş'a giderken Akdeniz'de hep olduğu gibi dağ bayır aşmak gerekiyordu. Bu bayırlardan birinde, yine Badem'in listesi üzerine, Adem'in (Adam'ın) Yeri'ne uğrayıp ev mantısını yedik.

Ooooooof bu internet beni deli edecek. İkide bir kapanıyor sayfa. Bereket ki taslaklara kaydediyor yazıyı da bana yine de sinir geliyor. Ben yazdığım kadarını yayınlaya basacağım bu durumda. Ama yazacağım şeyler de var daha. Yazının bittiğini anlamanız için sonuna "Tamamdır, bitti" diye yazarım anlaştık mı? :)

Yok yok internete daha fazla dayanamayacağım ben. Uygun olduğu bir zaman yeni bir yazıyla devam edeceğim. Bu yazıya burada nokta koyuyorum o zaman. Kaş ve sonrası bir sonraki yazımda olacak :)

Hamiş : Fotoğraflar kaliteli olsun diye büyük boyutlu. Yüklemek de epey zaman alıyor bu yüzden. Evde küçük boyutla kaydetmesini sağlayan bir program var. Ama şimdilik, iş yerindeki imkanlarla bu kadarını yükleyebildim. Devamı için umutluyum :)

22 Temmuz 2008 Salı

Önce kitaplar

Eveeeet gelelim tatilimize. Ya da daha önce kitaplardan bahsedeyim en iyisi :)

Okumak üzere 3 kalın kitap almıştım yanıma : Saraydan Sürgüne (Kenzie Mourad), Kavim (Ahmet Ümit) ve Empati (Adam Fawer). Tam yola çıkacakken kargo geldi ve internetten sipariş ettiğim kitapları getirdi : Bir Takım İnsanlar (Sait Faik Abasıyanık) ve Beni Asla Bırakma (Kazuo Ishıguro). İlkini sevgili Şeker Kız'ın bir yazısı üzerine ısmarlamıştım. Aslında Kumpanya'dan bahsedip onu önermişti ama alışveriş yaptığım sitede o olmayınca yazarın başka bir kitabını almaya karar vermiştim. Diğer kitabıysa sevgili 7. Oda'nın blogunda görüp merak ederek ısmarlamıştım.

Kitaplarımın gelme heyecanıyla onları da yanıma almıştım. Bu arada elimde bir de Peyami Safa'nın Selma ve Gölgesi vardı :)



Yola çıktıktan birkaç saat sonra Selma ve Gölgesi bitmişti. Değişik bir kitaptı. Onu da bana Kanguru önermişti. Selma adında dul bir kadın var. İnsanlarla iletişimi oldukça kısıtlı olmasına rağmen onu göreni kendine delice hayran bırakabilen bir kadın. Nevzat da Selma'ya aşık olur ve fikrini öğrenmek için arkadaşı Halim de Selma ile tanıştırır. Halim önceleri biraz önyargılı baksa da O da aşık olur Selma'ya. Selma'nınsa daha önceki evlilikleriyle ilgili kötü bir ünü vardır. Eski iki kocası da intihar ederek ölmüştür. Babası da intihar etmiştir. Kaldığı bir evdeki beslemeleri de aynı şekilde intihar etmiştir. İki arkadaş bu bilmeceyi çözebilecek midir, dahası kendilerini Selma'dan koruyabilecek midir? İşte size 186 sayfalık kitabın konusu :))



Havanın kararmasına az kaldığı için kalın kitaplardan önce ince kitaplarla devam etmeye karar vererek Sait Faik'in 147 sayfalık Bir Takım İnsanlar adlı kitabına başladım. Oldukça samimi bir dille yazılmıştı ama önerebilecek kadar beğenmedim kitabı. Rumlar, Türkler, kızlar, oğlanlar derken birçok kişiden bahsetmiş yazar. Karakterleri bize tanıtıp zaman içinde bazılarını da tesadüfen karşılaştırıp tanıştırıyor. Kitabın önsözünde daha önce yasaklandığı, sonra bazı isimlerin değiştirilip kitabın yeniden düzenlenerek tekrar basıldığından bahsediyor. Yasaklanacak nesi varmış onu anlamadım o da ayrı :)

Ondan sonra da Uzunbacak'ımın çok beğenerek bana da alıp hediye ettiği Kenzie Mourad'ın Saraydan Sürgüne adlı kitabını okudum. Tabi onu okumak bayağı uzun sürdü. 704 sayfa bidik bidik yazıldığından okumak epey zamanımı aldı. Ama kitaptan çok da keyif aldım. Osmanlı Hanedanı'nın son prenseslerinden Selma'nın yaşantısını kaleme almış kızı Kenzie. Sarayda başlayıp yoksulluktan ölene kadar yaşadıklarını kimi zaman tarihi belgelerden kimi zamansa düş gücünden yararlanarak yazmış. Kitabın sonunu söylemiş gibi oldum ama arka kapakta zaten ne olacağı yazıyor. Hoş, aradan bu kadar yık geçip de ölmemiş olmasına da imkan yok ama :) Selma'nın annesi Hatice Sultan, haremağası Zeynel, Hindistan racası Emir Selma'nın yaşamında önemli yerlere sahip. Okuduğunuzda beğeneceğinize eminim.

Dönüş yolundaysa Kazuo Ishıguro'nun Beni Asla Bırakma adlı kitabına başladım. İş yoğunluğuna geri döndüğüm için henüz bitmedi. Ama şimdiye kadar oldukça iyi gidiyor. İlginç bir konusu var. Bitince ondan da bahsedeceğim.

Kavim ve Empati kütüphanemdeki alfabetik sıralarına geri döndüler. Başka bir zamana artık...

Hamiş : Okuduğum kitapların listesini tuttuğum bir defterim olmasına rağmen tatil yerlerine defterle birlikte gitmediğim için okuduğum kitapların fotoğraflarını çekip hangi kitabı nerede okumuşum unutmamış oluyorum. Tanıtım fotoğraflarını kendi çektiklerimle yapmayı uygun buldum bu vesile ile :)

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Evim güzel evim :)

Ben geldiiiiiiiiiim :)

Yazacak çok şey var, paylaşmak istediğim çok fotoğraf da var. ama önce ufak bir ayar çekmem lazım. İş yerimdeki bilgisayar yine bozulduğu için gün içinde bir geldim yazısı bile yazamadım. Bilgisayarımın işgüzarlığına şaşırmadık değil mi? :)
Neyse, ben bol bol gezdim, yüzdüm, dinlendim.

En kısa zamanda, şu enerjik halimi kaybetmeden mesela, karşınızda olacağım. Hepinize kucak dolusu sevgiler :)

10 Temmuz 2008 Perşembe

Yaşasın tatil! :)


1. fotoğref : Bozburun, Datça



2. fotoğraf : Kaş yolu


3. fotoğraf : Olimpos


1 haftalık kısa bir aradan sonra tekrar karşınızda olacağım. Beni özleyin :)

8 Temmuz 2008 Salı

Mutlu Yıllar Uzunbacak'ım :)

İlkokuldayken çalışkan bir öğrenciydim. O zamanlar daha çok en iyi arkadaşım vardı çünkü en iyi arkadaşlığın aslında ne demek olduğunu bilmiyordum. O zamanlar nefret ettiğimi düşündüğüm ve sürekli kavga ettiğim de çok insan vardı. Çünkü sinir konusunda kendime hakim olmayı bilmiyordum (hala tam olarak öğrenemedim :) ).


5 senecik süren ilkokul bittiğinde bütün o en iyi arkadaşım mevzuları da bitti. O zamanlar ilköğretim şimdiki gibi 8 sene değildi. 5 senelik ilkokul tecrübesinden sonra sınava girip ya 7 sene aynı okulda okuyacağınız Anadolu Lisesine gidiyordunuz ya da ayrı ayrı Ortaokul ve Liselerde okuyordunuz.


Ben 7 senelik yola girdiğimde henüz küçüktüm. Yepyeni bir ortama girmiştim. Sınıfımdakilerin çoğu kolejden geldiği için birbirini tanıyordu. Ama ben kimseyi tanımıyordum. İlkokuldan bildiğim insanlar da ayrı sınıftalardı ve onları göremiyordum (neden bilmiyorum doğrusu). Bu yepyeni ortama alışmam uzun sürmedi çünkü kendime yine iyi arkadaşlar edinmiştim :) Daha büyüyememiştim ve o dönemlerde de "en iyi" ve "en kötü" şeklindeki değerlendirmelerim oldukça fazlaydı..


Yıllar geçtikçe bazı arkadaşları daha yakın buldum kendime ve hatta Volvox diye bir grup bile kurduk. O kadar yakınlaştık o kadar yakınlaştık ki patladık ve dağıldık sonunda. İşte o benim için büyük bir dönüm noktası oldu. Her şeye, herkese daha gerçekçi yaklaşmaya başladım. Dostum dediğim insanları daha dikkatli seçmeye başladım. O dönemden sonra daha yakından tanımaya başlayıp da yakın arkadaşlık kurduğum herkesle hala çok yakın olarak görüşüyorum aradan neredeyse 15 sene geçmesine rağmen. Hatta birisiyle evlendim bile! :)
Üniversiteye gittiğimde bu açıdan oldukça bilinçliydim. Sevmediğimle asla kavga etmedim çocukluğumda yaptığım gibi. Aramıza mesafe koydum yalnızca. Sevdiğimiyse kalbimin içine koydum. Öykücü'm(Nilüfer çiçeğim), Peloş'um (Zakkumum), Mine'm (Gelinciğim) gibi üç canım ciğerim arkadaşım var üniversiteden. Her biri farklı yerlerden gelip farklı eğitimlerden geçen ve farklı kültürleri olan 170 kişi içinden kendime dost olarak üç kişi bulduğum için çok şanslı hissediyorum kendimi. Çünkü bir tek dost bile yeter aslında, hakikisi olduktan sonra..


Eğitim dönemim bitip de sıra iş ve ev hayatına atılmaya gelince yine çevrem değişti. Bu sefer tanıdık bir çevreye geldim ama. Büyüdüğüm kente geri döndüğümde ortaokul ve liseden de bir sürü arkadaşımın benim gibi geri döndüğünü görünce çok sevindim çünkü çevrenizde sevdiğiniz insanlar olunca yaşamak çok daha kolay oluyor..
Ama liseden mezun olalı 5 sene oluyordu. Üstelik bu 5 seneyi hayata atılmakla geçirmiştik hepimiz de. Üniversiteye gitmiş ve orada yeni arkadaşlıklar ve hatta dostluklar edinmiştik. Ben de değişmiştim karşımdakiler de. Hayata bakış açımız değişmişti, beklentilerimiz değişmişti. Bu değişiklikler kimimizi ayırdı yine, kimimiziyse daha yakınlaştırdı. Ama arada yepyeni biri daha vardı : Uzunbacak.


Eşimin iş yerinden bir arkadaşıydı. Buraya yeni taşınmıştı ve işe de yeni başlamıştı. Burada tanıdığı kimse yoktu, yalnızdı. Ama çok candan olduğu için hemen herkesle kaynaşmıştı. Sık sık yaptığımız toplaşmalara o da katılmaya başladı çünkü benim haricimde herkes aynı yerde, şu koca demir yığını fabrikada çalışıyordu.


Zaman aktı, geçti ve ben yeni bir dost daha edindim. Her zaman yanımda oldu Uzunbacak. Eşimle henüz evlenmemişken onu askere gönderdiğimde yanımda sadece o vardı hatta. Diğer arkadaşlarım hep şehir dışında işlere girmişlerdi. Bazıları da benim gibi kendi memleketlerine dönmüşlerdi. Onların kalbimdeki yeri ayrıydı ama onlar gibi büyümeye başlayan yeni bir filiz vardı kalbimde, bundan tam 5 sene önce. Şimdiyse koskoca bir gül ağacı oldu :)


Canayakın, düşünceli, kibar, dürüst, çalışkan, fidan boylu arkadaşım;


Beni hergün okuduğunu, yazacaklarımı merakla beklediğini biliyorum. Bugün senin doğumgünün. Şimdi tatildesin ama geldiğinde okuyup gülümseyeceksin biliyorum :)


Eşinle ve bizlerle ve diğer sevdiklerinle birlikte nice güzel, sağlıklı, mutlu, uzun ömrün olsun sevgili "canikom" Uzunbacak'ım :) İyi ki varsın hayatımızda, seni çok ama çok seviyoruz! :)

Hamiş : Bu yazıyı okurken dinlemeniz için doğumgünü sahibesinin çok sevdiği Nelly Furtado'yu seçtim :)

6 Temmuz 2008 Pazar

Avatar, Book 2 : Earth

Avatar'ın ilk sezonunu bitirdiğimizi söylemiştim ama sanırım sezonların kitaplardan oluştuğunu söylemeyi unutmuşum. İlk sezon Kitap 1 : Su idi. Aang bu sezonda kendisine iyi bir su bükme ustası bulmaya çalışıyor ve bu esnada maceradan maceraya atlıyordu. Öyle ki kendimi Lost'un ilerleyen bölümlerini bekliyormuş gibi hissettim.



İlk sezonun sonunda Aang, aradığı ustanın yanıbaşında olduğunu anladı ve Katara'dan su bükmeyi öğrenmeye başladı.




İkinci sezon Kitap : 2 Toprak'tı. Bu bölümde de Aang toprak bükme ustası aradı Katara ve Sukko'yla. Sonunda kendileri gibi henüz çocuk olan Toph'la tanıştılar. Toph küçük kör bir kızdı. Görmediği için duyuları daha da gelişmişti ve toprağı dinleyebiliyordu, tabi ki ayaklarıyla. Avatar ikinci sezonun sonunda toprak bükebiliyordu.




Tabi bu arada ilk sezonda Avatar'ın peşini bırakmayan Prens Zuko, ikinci sezonda yerini kardeşi Azula'ya bırakıyor. Azula annesinin bile şeytan diye adlandırdığı biri. Prens Zuko'nun içinde iyilik vardı, amcasının da çok etkisi vardı bunda. Ama Azula'yı durduracak kimse yoktu. Kardeşinin başarısızlığı üzerine kendi ekibini toplayarak yola çıktı Azula ve Avatar'ı yakalamaya çalıştı.
Aang ve arkadaşları kaybolan Appa'yı aramak için toprak krallığı Ba Sing Se'ye gidip Toprak Kralı'nın gözünü açtılar ve savaş için onun desteğini aldılar.




Bütün bunları seyredip ikinci sezonu da devirdik :) Sıra üçüncü sezondaydı yani Kitap 3 : Ateş. Ba Sing Se'den sonra gittikleri Ateş Krallığı'nda kamuflaj için buldukları kıyafetlerle ortaya çıkınca Aang'ın okul forması giydiği anlaşıldı ve Aang okula götürüldü :)
Bu sezonun da ilk 5 bölümünü seyrettik. Hakikaten Lost gibi bir bölüm daha bir bölüm daha mantığı ve heyecanıyla seyrediyoruz.

3. sezonun 15 bölümü var elimizde. Gerisi yok :( Çabuk tüketmemeliyiz sanırım bu durumda.

Haftasonumuz festival ve Avatar'la geçtiği için bu hafta film yok :)

Festival çok atraksiyonlu geçmedi bu sene. Bir ara fotoğraflar ekleyerek yazacağım.

4 Temmuz 2008 Cuma

Festival keyfi

Fotoğrafçılık kursumuz biteli epey oldu, daha önce bahsetmişimdir belki. Her pazartesi rutin toplantıları oluyor, fırsatımız oldukça onlara katılıyoruz. Ama öyle bir fikir uyandırmışız ki çevremizde, görümcemin nişanı için fotoğrafçı çağırılmayacakmış, eşim ve ben çekecekmişiz :) Benim de işime gelir açıkçası. Tanıdık tunudukla olmadık muhabbetlere girmektense alırım makinemi elime şipşak fotoğraf çekerim :))

O kurs bitince biz rahat duramadık ve tenis kursuna başladık bildiğiniz üzere. İlk kuru da tamamladık geçen hafta. Bu hafta da ikinci kurumuza başladık. Bunun saat sınırlaması yokmuş, öğrenene kadar gideceğiz sanırım. Ya da artık sıkıldık, adamakıllı tenis oynamak istiyoruz dediğimiz zaman dersleri bırakıp kortlara atacağız kendimizi.

Bu arada ben elimin hamuruyla gittim bir de tiyatro klubüne girdim. Hastanemizde bir tiyatro kulübü kurmuşlar. Katılır mısın dediler. Tabi katılırım dedim. Aslında amacım sahneye çıkıp rol yapmak değil, daha çok arka planda kalıp dekorasyondu, afişti gibi işlerde yer almaktı. Ama sen yaparsın, hadi şu rolü verelim diye bir gaz verdiler, bu gazın birazını aldım ve iki rolü kabul ettim. İki farklı sahnede gerçekten kısa olan iki rolü aldım. Bana uygun görülen rollerden biri denetimci Berrin Hanım'dı. Buna hiçbirimiz şaşırmadık değil mi? :)) Diğeri de bir beyin cerrahı. Bakalım nasıl bir oyun çıkacak orataya. Merakla bekliyoruz :)

Bugün festivalimiz başlıyor. Televizyonlarda bol bol reklamlarını görürsünüz yakında. Bu akşam Sezen Aksu varmış mesela. İçkilerimizi ve portatif sandalyelerimizi alıp Çınar'a ineceğiz. Tam Çınar değil de sahil boyundaki çimenlere aslında. Çok kalabalığa girmeden, büyük hoparlörler sayesinde her yerden ses duyabileceğimiz için, yeşilliklere yayılıp keyfimize bakacağız.

Şimdilik benden bu kadar.

Herkese iyi tatiller :)

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Avatar, The Last Airbender


Yuppiiiiii :) Avatar'a başladık sonunda. Hatta ilk sezonu bitirdik bile. Çok çok güzel gerçekten de. Çok eğlenceli.

Aslında cnbc-e'de de yayınlanıyor şu an, hatta yakaladıkça seyrediyordum ben de. O yüzden çoğu bölümden haberdardım ama kareler bölük pörçüktü biraz. Baştan sona seyredemediğim için...



"Air, water, earth, fire, long ago..." (Hava, su, toprak, ateş, uzun zaman önce...) diye söze başlar anlatıcımız. Uzun zaman önce dünya 4 topluluktan oluşuyordu. Her bir topluluğun kendi güçleri vardı. Hava bükmek, su bükmek, ateş bükmek ya da toprak bükmek.


Ama bir gün savaş çıktı, Ateş topluluğu düzeni bozdu ve diğer toplulukları savaşmaya zorladı. Ortalığı yakıp kavurdu. Bu arada hep Avatar beklendi. Avatar, her elementin hakimi, her bükmede usta olan tek insan. Ama Avatar gelmedi.



Aradan 100 yıl geçtikten sonra su kabilesinden Katara ve onun erkek kardeşi Sukko, suda gezinti yaparken içinde insan olan bir buz kütlesi buldular. İçerideki Aang'di, namıdiğer Avatar ve onun yardımcı hayvanı (ne diyordu bilemedim şimdi) Appa. Avatar tekrar dünyaya gelmişti.
Katara ve Sukko, Aang'in Avatar olduğunu öğrenince çok sevindiler. Ama Avatar sadece su bükmeyi biliyordu. Henüz 12 yaşındaydı ve diğer elementlerde ustalaşamamıştı. Şimdi kendine her kabileden bir usta bularak eğitim alması gerekiyordu. Ancak dünya savaş halindeydi ve Ateş kabilesi neredeyse diğer tüm kabileleri yok etmişti. Katara ve Sukko'nun dahil olduğu Güney Su Kabilesi'nde sadece kadınlar ve çocuklar kalmıştı. Erkeklerin hepsi savaşa gitmişlerdi. Katara Kuzey Su Kabilesi'ne gidip Avatar'a su bükme ustası bulabileceklerini söyleyince Aang, Katara ve Sukko birlikte Appa'nın sırtına atlayıp yola çıktılar.



İşte seyrettiğimiz ilk sezon boyunca başları sürekli belaya girdi. Üstelik Ateş kabilesi Avatar'ın geri geldiği haberini alınca, savaşa son verebilecek tek insan Avatar olduğundan, onu yakalamak için girişimde bulundular.

Daha önce sarayından kovulup sürgün edilen ateş bükücü Prens Zuko ve ona yoldaşlık etmek üzerine yanında gönderilen amcası, yine ateş kabilesinden amiral Zhao ve adamları Avatar ve arkadaşlarının peşini bırakmadılar. Olsun ama, biz de maceraya doyamadık :)


Karakterleri tanıtayım hemen :


Aang (Avatar) : Keşişler aslında 16 yaşından önce bir çocuğa Avatar olduğunu söylemezlermiş. Ama o dönemler, ileriki tarihlerde kötü şeyler olacağı anlaşıldığından bütün elementlerde bir an önce ustalaşması için Ang'a Avatar olduğu söylenmiş. Dünyayı kurtarmak görevi omuzlarına yüklenmiş. Ama Aang daha 12 yaşında olduğu için çocuk ruhlu ve ağır sorumlulukların altına girmesi biraz zor. Sevdiği ustasından da ayrılacağını öğrenince dayanamayıp kaçıyor ve Appa'yla kendisini buzun içine saklayarak Katara ve Sukko onları bulana dek 100 sene orada kalıyor.



Katara : Güney Su Kabilesi'nin su bükmeyi henüz tam öğrenemeyen akıllı ve güzel kızı. Avatar'a her şeyden çok inanıyor ve sonuna kadar onun yanında yer almak istiyor.



Sukko : Katara'nın erkek kardeşi. Onun su bükme gücü yok. Başlarda Avatar'a inanmıyor ama yaşadıkları olaylar sonucunda o da Avatar'ı kendi ailesinden biriymiş gibi görmeye başlıyor.



Prens Zuko : Ateş Kabilesi'nde savaş hakkında toplantı yapıldığı sırada amcasının yardımıyla o da toplantıya katılıyor ve konuşmaması gereken bir yerde babasına karşı geliyor. Bu yüzden babasıyla duello yapmak zorunda kalıp sonunda sürgün ediliyor. Baştan sona Avatar'ı yakalamaya çalışırken görüyoruz onu. O yüzden biraz da sinir oluyoruz yaralı yüz Zuko'ya. Ama aslında o da iyi bir insan. Avatar'ı, kabilesine şerefiyle geri dönebilmek için arıyor.



General Iroh (Prens Zuko'nun amcası) : Amca acaip tatlı bir karakter. Zevkine çok düşkün. Savaş esnasında bile oynadığı oyundan bahsedip yemek yiyebiliyor. Çalsın oynayalım modunda şeker bir amca :)



Amiral Zhao : Prens Zuko'nun Avatar'ı aradığını öğrenince o da yükselmek için Avatar'ın peşine düşüyor. Gıcık insan :)