30 Nisan 2008 Çarşamba

Sobe : 3 Kadın

Sevgili Sessiz Balık sobeledi beni :) Konu kısaca 3 kadın. Ben de Sessiz Balık gibi şöyle bir turladım daha önce sobelenenleri. Okuduklarımdan çok da zevk aldım. Benim de hayranlık duydugum ama bir anda aklıma getiremediğim bir sürü isimle karşılaştım..

Kendim ne yazsam karar veremedim önce. Fikirlere ya da yeniliklere, mücadelelere öncülük eden kadınlar şüphesiz hepimizin kahramanı. Ben daha ziyade gördükçe beni mutlu eden, zarafetiyle, güzelliğiyle, kibarlığıyla ya da yaşama sevinciyle içimi aydınlatan 3 kadını yazacağım.

Bunlardan ilki (etkilenme sırasıyla değil, akla gelme sırasıyla) Filiz Akın. Eski Türk filmlerine zaten hastayım. Ama içinde Filiz Akın ve Ediz Hun - Kartal Tibet ikilisinden biri varsa değmeyin keyfime. O kibarlık, o güzellik hiç gitmedi Filiz Akın'dan. Televizyonlarda gördükçe hala içim açılıyor, çok seviyorum kadını, hayranım yani. Mesela bir Türkan Şoray'da ya da Hülya Koçyiğit'te eski filmlerindeki tadı bulamam şimdilerde, ama Filiz Akın başkadır benim için :)

İkinci olarak yaşantısını Funda Kalaycıoğlu'nun kaleminden öğrendiğim Nüveyre Menemencioğlu'nu yazacağım. Gerçek yaşam öyküsünü anlatan bu kitabı zaten mest olarak okumuştum. Sonuç olarak Nüveyre'den çok etkilendim. Okumanızı tavsiye ederim.

Üçüncü olarak Ayşe Kulin diyebilirim. İyi bir yazar olmak en büyük hayallerimden biriydi. Bunu başarmış olan Ayşe Kulin'i de kitaplarını da çok severim. Kendi ailesini anlattığı kitaplarıyla beni ailesindeki her kadına da hayran bırakmıştır ayrıca. Aylin, Aliye, Füreya hep onun satırlarıyla daha yakından tanıdığım ve yaşamlarına hayran olduğum kadınlardır.

Ve dördüncü olarak Judy Abbott diyeceğim (sobe 3 kadınla sınırlı biliyorum ama bunu yazmalıydım). Evet o bir çizgifilm kahramanı. Bütün o bilimkadınları, yenilikçi kadınları hiçe sayıp bir çizgifilm kahramanını mı yazdın demeyin. Diğerlerini her blogda okudum aşağı yukarı. Ben de hemfikirim ama aynı şeyleri yazmak istemedim. Üstelik Judy Abbott hayalkahramanı olsa da onu gerçek gibi çok severim. Hayat dolu, sürekli gülümseyen, çevresine pozitif enerji veren neşe dolu biri Judy. Daddy Long Legs'in (Uzunbacaklı Baba) şeker kahraman kızıdır Judy.
Ah şimdi eve gidip kalan bölümleri seyredesim geldi.

Bugünlerde maymun iştahlıyım zaten. Ne duysam seyretmek ne görsem okumak istiyorum. Ne derler, tatilim geldi :)

O zaman ben sobemi tamamlayayım hemen. Aşağı yukarı herkes yazdı sanırım bu konuda. Öyleyse henüz bu konuda yazmayan sevgili Banadair_Berrin'i, ve sevgili Tabiat'çığımı sobeliyorum..

29 Nisan 2008 Salı

Sobe : Kitap sevgim

Sevgili Serap ve Öykücüm sobelemişler beni. Bahsedecek çok şey var. O yüzden hemen yazmaya başlayayım :)

Okumak yalnız olsam da, kalabalıkta olsam da (mesela otobüste), mutlu olsam da, sıkkın olsam da, aç olsam da, tok olsam da, yani her daim yapmaktan en çok zevk aldığım alışkanlıklarımdan biridir. Kendimi bildim bileli okurum..

Kendime bir kütüphane oluşturma hevesine de yıllar önce başladım. Kocaman bir evim olsun, en büyük odası kütüphane olsun, kütüphanemde okumaktan zevk aldığım değerli kitaplarım olsun, çocuğum olduğunda bu kitapları o da sevsin, her istediği kitaba ulaşabilsin isterdim. Hala da isterim :) Kocaman bir evimiz olmasa da odalardan birinin bir duvarında koca bir kitaplığımız var bütün kitaplarımızı sığdıramadığımız. Kitaplığımız daha fazlasını almasa da biz kitap almaya devam ediyoruz :) Henüz okumadığım bir sürü kitabım var bu kitaplıkta. Okumamış olmak bana sıkıntı vermiyor, askine elimi attığımda okunmamış bir kitapla karşılaşacağım duygusu bana güven ve mutluluk veriyor. İşte bu yüzden merak ettiğim kitapları almaya devam ediyorum.

Kitap konusunda özel bir tercihim yok. Korku-gerilim, macera, romantik ne olursa okurum. Ama yazar olarak özellikle Reşat Nuri Güntekin'e hayranım. Birçok kitabını okumuş olsam da sırf görüntü güzel olsun bütün kitaplarını yeniden aldım ve kütüphanedeki alfabetik sırasına dizdim. Eski basımlarınınsa çoğunu dağıttım. Okumamış olduklarımı bilerek bekletiyorum hemen tüketmemek için.

Kitaplarım benim için gerçekten çok önemlidir, borç olarak okumaya versem de okunur okunmaz geri isterim. Ben başkasından okuduysam da geri vermek istemem :) O yüzden bookcrossing olarak bilinen şeye karşıyım :) Aslında herkes her kitabı okusun, mantık olarak çok güzel ama ben okuyup da çok sevdiğim bir kitabı geri vermeye kıyamam. Her an elimin altında olsun isterim. O yüzden borç alıp okuduğum birçok kitabı daha sonradan kendim de alıp kütüphaneme koymuşumdur. Reşat Nuri Güntekin kitaplarının hepsini sevmekle birlikte "Bir Kadın Düşmanı" ve "Çalıkuşu"nun bendeki yerleri ayrıdır. Okumayan varsa şiddetle tavsiye ederim.

Yakup Kadri'nin Yaban'ı, Charlotte Bronte'un Jane Eyre'ı, Funda Kalaycıoğlu'nun Nüveyre'si, Tolstoy'un Anna Karenina'sı derin izler bırakarak geçmiştir kütüphanemden (geçti derken hala raflarda mevcut).

Onların dışında Yüzüklerin Efendisi serisi ile J.R.R. Tolkien, Harry Potter serisi ile J. K. Rowling bana ve eminim tüm okuyanlara farklı dünyalar açmasıyla damağımda farklı tat bırakan kitaplar arasındadır.

Jeffrey Archer, Amin Maalouf, İhsan Oktay Anar, Maeve Binchy de yazım tarzlarıyla beğenimi kazanmış ve yazdıkları bütün kitaplarla kütüphanemdeki yerlerini almışlardır.

Yine de kitap deyince aklıma ilk gelenler taa ilkokul çağında okuyup okuyup doyamadığım Voltaire'in Saf Çocuk'u, Charles Dickens'ın David Copperfield'ı ve Gülten Dayıoğlu'nun o müthiş çocuk kitaplarıdır. Bana okumayı sevdiren bu kitaplar olmuştur çünkü..

Kitap okurken kitabın zarar gömemesine özen gösteririm, bu yüzden herkese borç kitap vermem. Verdiklerimden de benim gibi özenle okumasını beklerim. Kitap okurken arasına gerçek bir resimde gördüğüm gibi terlik (!!), bıçak gibi nesneler koymam, sayfasını bükmem, arasından ayırıp ters çevirmem. Her kitabı farklı bir kitap ayracıyla okur, ayraçların arkasına hangi kitabı hangi tarihte okuduğumu yazarım. Ayraç seçimimi kitabın kapağıyla uygun olarak yapmaya çalışırım. Aradan aylar hatta yıllar geçip de aynı ayracı seçip arkasına baktığımda daha önce okuduğum kitapları anımsar kendi kendime mutlu olurum :)

1993'ten beri okuduğum her kitabın listesini tutarım. Bütün kitapları alfabetik olarak kitaplığa dizerim. En çok yolculukta ve yazın kitap okurum. Ama bunun haricindeki zamanlarda da her an kitap okuyabilecekmişim gibi kitaplarımı yanımda gezdiririm. Öykücüm gibi çantamda, yatağımın başında, tuvalete giderken sürekli benimle gezen bir kitabım mevcuttur :)

Çevremdeki insanlar kitap okudukça kendim okumuş gibi sevinirim. Çevremdekileri kitap okumaları için teşvik eder, gerekirse değerli kütüphanemden borç kitaplar bile veririm :)

Bir gün herkesin indirimli .. ler yerine indirimli kitapları merakla beklemesini umut ederek sobemi tamamlıyor ve topu aramıza yeni katılan sevgili dostum Uzunbacak'a, içindeki yorgunluğu ve karamsarlığı atıp yeniden yazmaya başlaması için canım Çakılcıma ve neler yazacağını merakla beklediğim Tubikko'ya atıyorum.

28 Nisan 2008 Pazartesi

Habitación de Fermat, La


- Küpün matematiklisi çıkmış.

- Nasıl?

- Küp gibi işte, sen seversin. Bulmacalı.

- E iyi seyredelim o zaman..

3'ü erkek 1'i kadın olan 4 matematikçi, Fermat'ın davetiyesi üzerine Fermat'ın kendilerine verdiği takma isimlerle gölün kıyısında buluşurlar. Göle gelen ilk Pascal (Santi Millán) olmuştur. Daha sonra Olivia (Elena Ballesteros) ve Galois'in arabasıyla Galois (Alejo Sauras) ve Hilbert (Lluís Homar) gelir.

Birbirine yabancı bu dört kişi buluşma saatini beklerken gölün karşısındaki bir arabanın onlara far yakıp södürdüğünü görür. Önce seslerini duyurmaya çalışsalar da sonra bir sandal bularak karşıya geçerler. Arabada kimse yoktur. Farları yakıp söndüren sistem bir cep telefonuna bağlanmıştır ve bu şekilde uzaktan kontrol edilebilir.

Arabadaki yön bulma aygıtı oldukları yeri ve gitmeleri gereken yeri belirtmiştir. Bunun üzerine 4 matematikçi merakla yola çıkarlar.

Geldikleri yer hiç de bekledikleri gibi değildir. Bakımsız, boyasız bir viranedir adeta. Yine de içeri girer ve araştırmaya başlarlar. Asıl bekledikleri içinde koca bir kütüphane olan, geniş masalı güzel bir odadır. Sonunda bu odayı bulurlar da. Odayla oyalanırken bir adam çıkagelir. Bu adam Fermat'tır. Kısa bir tanışma sonrasında sofraya oturup yemek yerler. Sıra asıl bilmeceye geldiğinde Fermat'ın telefonu çalar. Telefon hastaneden gelmektedir. Kızı komada olan Fermat kötü haberden korkar ve 4'lü den ayrılır. Giderken ceketini, cep telefonunu ve davetiyesini unutmuştur.

Ev sahibi olan birinin davetiye getirmesini garipseyen 4'lü Fermat'ın da sadece kendileri gibi bir oyuncu olduğunu farkeder. Asıl ev sahibi Fermat değildir!

Bu arada Fermat'ın telefonuna mesajlar gelmeye başlar. Her mesajda çözmeleri gereken bir bilmece vardır ve 1 dakika içinde doğru cevap girilmelidir. Doğru cevabı bulamadıkları her saniye içinde bulundukları odanın duvarları hareket edecek ve oda küçülmeye başlayacaktır. Bunun bir şaka olduğunu düşünürler önce. Ama oda küçüldükçe büyük bir tehlikenin içinde olduklarını anlayacaklardır. Ve ilk soru ile maceraları başlar.

Önünüzde 3 kutu var. Bunlardan birinde naneli, diğerinde anasonlu, üçüncüsündeyse naneli-anasonlu karışık şekerler var. Ama bütün kutuların etiketleri karışmış ve yanlış işaretlenmiş. Buna göre 3 kutuda da kesin olarak ne olduğunu belirlemek için kutulardan en az kaç şeker almalısınız?


Haydi buyrun bakalım :)

Ben beğendim bu filmi. Fermat's Room (Fermat'ın Odası) olarak çevrilmiş. Luis Piedrahita ve Rodrigo Sopeña tarafından yazılmış ve yönetilmiş 2007 yapımı bir film. Gerçekten Küp (Cube) gibiydi. Ama Testere'yi (Saw) de hatırlattı bana. Tabi kanlı bir sahne yoktu burda ama sürekli bilmece, bulmaca, zaman kısıtlı vs. Seyredin siz de, eminim beğeneceksiniz..

Hastalık üzerine

Masamdaki işleri epey ayarladım, toparladım. Biraz bilgi yazısı yazmak istedim o yüzden.

Bildiğiniz gibi babama stent takıldı geçen hafta. Stent için kısaca metal file ya da metal bilezik diyebiliriz sanırım. Tabi boyut olarak oldukça küçük ve damarın içine takılan bir metal "stent". Metal olmayanları ve hatta eriyebilenleri konusunda da çalışmalar mevcutmuş.

Stent kalp hastaları için devrim niteliğinde sayılan gelişmelerden biri ama tabi ki riskleri de mevcut, anjionun da riskleri olduğu gibi. Örneğin anjioda pıhtı oluşması ya da pıhtı atması, damarın yırtılması gibi riskler var. Stentte de damarın tekrar daralma riski var. Yapılan diyetle, kullanılan ilaçlarla bu olasılık azaltılmaya çalışılsa da risk mevcut. Stent vücuda yabancı bir madde olduğundan kandaki trombositler stentin üzerine yapışıp hasarlı bölgeyi onarma işine girişiyorlarmış. Bu yüzden hastalara klopidogrel etken maddesini içeren kan sulandırıcı olarak bildiğimiz ilaçlar veriliyor asetilsalisilik asit ile birlikte. Yine de vücut stentin üzerine kan ile temasını önlemek için epitel hücresi ördürüyor. İşte bazen epitel hücreleri çoğalmalarını durduramayıp istenenden fazla örülüyor ve yine damarın daralmasına neden olabiliyormuş. Bu gibi durumlarda da tekrar anjio gerekiyormuş. Yani kolesterol diyeti de olsa, ilaç da kullanılsa epitel hücrelerine bakıyor iş. Umarım ikinci bir müdahale gerekmez babamın durumunda. Umarım kimseninkinde gerekmez de tek seferde bütün sorun çözülmüş olur.

Sorun varsa bu ilk 6 ay içinde belli oluyormuş. Tabi ilk ay kontrolü de önemli. Onda kendini belli ediyormuş damarlar. Gereken tetkik de yine eforlu ekg. Yani yürüyüş bandına çıkıp 5-10 dakika kadar yürüyor zaman zamanda koşuyorsunuz. Hepsi bu. O yüzden yakınlarınızı kontrol için yönlendirin lütfen. Kontrol çok basit ama cidden hayat kurtarabiliyor.

Mesela babamın durumunda erken teşhis gibi bir şey oldu Esracığımın da söylediği gibi. Kalp krizi geçirmeden yakaladık babamı. Şu kontrolü de atlattık mı tamam, gerisi yaapcağı kolesterol diyetine ve yaşam kalitesine kalıyor. Her gün yapacağı tempolu yürüyüşler, sağlıklı beslenme çok önemli bu hastalıkta.

Hastaneye gelince Akay hastanesi eski Sevgi hastanesiymiş. O isimle bilirsiniz belki. Biz memnun kalmadık hastaneden. Görüştüğümüz doktor çok şeker bir kadındı. Her sorumuzu ilgiyle cevapladı falan ama hastane işletme olarak iyi gelmedi bize.

Örneğin babam anjiodan çıktıktan sonra yemek getirmişler bir ara. Yanındaki yatak tepsisine bırakmışlar ama adamcağızın 6 saat kıpırdamaması gerekiyor. Yemeği kımıldamadan nasıl yiyeceği meçhul tabi.. Aynı şekilde anjio esnasında verilen kontrast maddenin vücuttan atılması için bol bol su içmesi gerekiyor ama idrara nasıl çıkacağı da meçhul. Bu arada yoğun bakım olduğu için refakatçi yasak, ancak ziyaret saatinde görebiliyorsunuz. Ben tabi çoğunlukla yanında kaldım babamın, çıkmadım ısrarla. Bir ara çıktığımda annem girdi, yemek o arada geldiği için annem yedirdi tabi ama idrar için malzeme lazım. Ben tekrar odaya girince bulduğum hemşirelere ya da hasta bakıcılara sürekli olarak ördek getirin demek zorunda kaldım. Yerini öğrenince de gerektikçe gidip kendim aldım. Bu tip şeyleri hastanın ya da yakınının düşünmemesi gerekirdi.. Yatış yaptığımız ilk dakikalarda masanın üzerine anket bıraktılar. Ördek bırakmayı akıl edemediler ama anketi bıraktılar. Ben de çıkana kadar yazdım :) Bilmiyorum ne kadarını dikkate alırlar..

Tanıdık vasıtasıyla olduğu için oraya gittik ama dediğim gibi pek de memnun kalmadık. Bildik yerlerden şaşmamak lazım demek ki.. Yine de çok şükür babamın durumu şimdi çok iyi. Başka hastanede de aynı şey yapılacaktı sonuçta, hizmet biraz daha iyi olabilirdi sadece. Hasta bakım hizmeti yani..

Şimdilik bu kadar, unuttuğum şeyler vardıysa da hatırladıkça yazacağım ama son söz olarak bir hatırlatma yapayım sizlere. Hiçbirimiz ne kendimizin ne de yakınlarımızın başına bir şey gelmeyecekmiş gibi düşünüyoruz ama aslında her birimizin hayatı da pamuk ipliğine bağlı. O yüzden lütfen kendinizin ve sevdiklerinizin sağlığını ihmal etmeyin. Mutlaka belirli aralıklarla kontrol olun ya da ettirin.

Hepimize sağlıklı günler dilerim..

27 Nisan 2008 Pazar

Son durumlar

Esram Sugarım, İnce Gülüm, Edicim ve telefonla arayan dostlarım, hepinize tekrar tekrar teşekkür ederim iyi dilekleriniz için.

Bugün döndük Ankara'dan. Babamın iki damarına da stent takıldı. Şu an için iyiyiz, çok şükür. Damarlarından birinde % 90, diğerinde % 95 tıkanıklık varmış. İkisini de % 0 tıkanık duruma getirdiler. Umarım bu şekilde atlattık..

En kısa zamanda her şeyden uzun uzun bahsedeceğim.

Hepinize kocaman sevgiler..

21 Nisan 2008 Pazartesi

Arkadaşlar hepinize çok teşekkür ediyorum ilginiz için.

Son durumdan, daha doğrusu verdiğimiz kararlardan bahsedeyim size..

Öncelikle şehir tercihini Ankara'dan yana kullandık. Teyzemin enistem tarafından yakın akrabası Gazi Üniversitesinde cerrahmış. Aynı zamanda Akay Hastanesinde de çalışıyormuş. Teyzem durumu haber verince o hemen gidip Akay hastanesindeki kalp doktoruyla görüşmüş sağolsun. Bizim adımıza Perşembe günü için randevu almışlar. Çarşamba günü yola çıkacağız yani.

Ama bu hastanede benim araştırdığım BT anjio yok. Sabahtan beri bir Hacettepe bir Akay arasında telefonda gidip geliyorum. Ben baştan beri Hacettepe'ye gidelim istedim çünkü. BT yöntemi Hacettepe'de var. Üstelik anjio çekilmesi gerektiğini burdaki doktorumuz yazsa da oluyormuş, orda gidip tekrar randevu ve muayene işleriyle uğraşmamıza gerek yokmuş. Yoğunluktan ötürü ancak bir ertesi güne randevu verebiliyorlarmış ama doktorun anjio gereklidir yazısını mutlaka görmeleri gerekiyormuş, telefonda randevu almıyorlarmış.

Ben Akay'daki profesörle görüşüp iki yönetmin de artsını eksisini detaylıca öğrenip hekim tavsiyesi ile bir yöntem seçmek gerektiğini düşünüyorum. Benim tercihim BT'den yana aslında ama kateter yönteminin de artıları var. Mesela tıkanıklık çok ileri boyutlarda değilse anjio esnasında açma gibi bir imkanları olabiliyormuş. Bu da bir artı. Belki durum çok vahim ve anjio sadece görüntülemek için çekilecek. İşte o zaman boşu boşuna acı çekmeye gerek yok diye düşünüyorum. Belki sonuçlara bakınca direkt ameliyat diyecekler. Bunu henüz bilmiyoruz. Kafamız biraz karışık yani..

Şimdilik önce Akay hastanesine gidip profesörle görüşmeyi, onun yönlendirmesine göre de hareket etmeyi düşünüyoruz. Ben her ihtimale karşı burdaki doktordan anjio gereklidir diye bir yazı yazmasını rica edeceğim.

Şimdilik Perşembeyi bekliyoruz yani.. Her şey iyi gidecek, inanıyorum..

En kısa zamanda yii haberlerle tekrar karşınızda olmayı umut ediyorum. Hepinize sevgilerimle..

18 Nisan 2008 Cuma

Endişe güncesi :(

Evelsi gün annemlere misafir gelmiş. Gelen misafir rahatsızlıklarından falan bahsetmiş. Bir gün elini kaldıramayacak duruma gelince hastaneye gidip efor testi yaptırmış. Sonucunda birkaç damarının tıkanık olduğu ortaya çıkmış ve şimdi onunla uğraşıyormuş.

Babam bunları duyunca gideyim ben de çektireyim bari demiş ve gitmiş. Gittiği hastanede (evet ben de bir hastanede çalışıyorum ama bizimkiler bir garip, tanıdık tunuduk herkesi yollarlardı eskiden, ama kendileri zahmet vermeyelim diye çok acil bir durum olmadıkça gelmezlerdi), kalple ilgili bir doktor yok bu arada. Test yapılmış ama sonucu kesin olarak okuyacak doktor yok. Ben bunu duyunca hemen aradım tabi babamı, bin lafla geldi bugün. Gösterdik doktora.

"Senin kalbin gitmiş" dedi doktor. "Anjio yaptırman lazım. Ben sana hemen bir hastene ismi vereyim". Bunun üzerine "Ne zaman gidelim?" diye sordu babam, durumun aciliyetinin merakında olarak. Bizim doktor bu sefer de "Bunu söyledikten 1 hafta sonra kaybettiğim hastalarım oldu" dedi..

Bence bu tip şeyler bir hastaya söylenecek şeyler değil. Doğru olabilir belki, ama sağlıkta psikolojinin çok önemli olduğuna inanıyorum ben. Doğru bile olsa pat diye söylenmemeli kötü şeyler. Ortada kötü bir şey varsa bile olumlu tarafından ele alıp yapılabilecekler söylenmeli. Ben sonuçta bu doktorun karakterini bildiğimden sözlerini çok önemsemedim. Herkese aynı şeyi, aynı kötülükte söyleme gibi bir huyu var çünkü. Ama babam bunu bilmiyor tabi. Bana çok çaktırmasa da içten içe moral bozukluğu yaşadığını biliyorum. Bu duruma çok üzüldüm. Gerçi doktorun bu kadar açıklıkla pat diye söylemesi durumun kalbin bitmiş olması kadar vahim olmasa da önemsenmesi gereken bir şey olduğunu düşünmemizi ve hemen araştırmalara başlamamıza sebep oldu. Şimdi araştırmalardayız. Acilen anjio yaptırmamız gerekiyor kötü bir sonuçla karşılaşmamak için. Aklımızda Hacettepe var ama, bu konuda tecrübesi ya da bilgisi olan varsa benimle paylaşırsa çok sevinirim..

Mutluluk güncesi


Oh nihayet :)

Artık işyerimdeki güzel gelişmelerden bahsedebilirim :) Bildiğiniz gibi 1 seneyi aşkın süredir mesleğimle uzaktan yakından alakası olmayan malzemelerin sorumluluğunu üstlenmek zorunda bırakılmıştım. Bu nedenle ilaçlardan da uzaklaşmış ve sorulan sorular karşısında başımın üzerine yerleştirdiğim düşünce baloncuklarıma başlamaya başlamıştım. Tabi ne kadar bakarsam nafile. Yeni ilaçlardan falan hiç haberim olmadığı için hatırlamam gibi bir durum söz konusu olamıyordu. Cinnet geçirmek üzereydim tıbbi malzemeden. Tıbbi derken öyle eczanelerde satılan enjektör pamuk gibi basit malzemeleri algılamayın. Hastaneye giren cihazlar, kırtasiye malzemesi ve ilaç haricindeki her türlü malzemeyi algılayın. Örneğin ameliyatlarda kullanılan pensler, protez malzemeleri, çiviler, matkap uçları, diş protezleri, laboratuvar kitleri, acil hava yolu açma aparatları, alkolölçer çubukları, sondalar, göz ameliyatlarında kullanılan lensler, diş için dolgu maddesi, alçı maddesi, makas, doku saklama kabı falan filan. Yani her türlü yer için lazım olabilecek her türlü malzeme. Ömrümde duymadığım malzemeler aldım geçen sene :) Ha bana katkısı olmadı mı, oldu, bilmediğim bir sürü şey öğrendim. Ama bu arada asıl bilmem gerek şeyleri kaçırdım ve mesleğimden uzaklaştım..

Neyse sıkıntılarımı yakından biliyorsunuz zaten :) Daha önce uzun uzun bahsetmiştim. İşte 16.04.2008 tarihi itibariyle görevimi devretmiş bulunuyorum :) Gerçi devrettiğim kişi de yine meslektaşım. Sonuçta 1'er senelik dönemlerde bu aptal işi yapmak zorundayız. Yani ben en fazla 3 sene boş kalıp (boş derken kendi mesleğimi yapıp) sonra tekrar o salak işi devralacağım. Bu kısmı sıkıcı tabi. Ama en azından 3 sene boyunca yapacağım işi bildiğimden işlerim daha kısa sürede bitebilecek, en azından işime hakim olabileceğim. Şu an bıraktığım işe de hakimim o ayrı, insan zamanla alışıyor, öğreniyor vs. ama işiyle ilgili olmadığını bile bile o işi yapmak insanı acaip yoruyor ruhen..

Sonuçta tekrar ilaç krallığınına geçebildim anlayacağınız. Gerçi burda da sadece ilaç temini ile uğraşıyorum. Yine de en azından ilaçlarla eskisi gibi haşır neşir olabileceğim. Yeni ilaçlardan haberim olabilecek ki bu da kendimi yeniden eczacı gibi hissetmeme yardımcı olacak. Yani en azından bilgili bir sekreter olacağım bu görevde :) Evrak işim aynen devam çünkü.

Neyse yine de istifa edip eczane açma düşüncemi erteleyebilirim biraz..

Mutluyum anlayacağınız :) Hem de çooooooooooook :))
(Resim burdan alınmıştır)

17 Nisan 2008 Perşembe

Yeni bir blog yazarı daha :)


Sonunda Uzunbacak da bir blog yazarı oldu :) Bazı günleri hem benim hem onun ağzından duymuş olacaksınız bu durumda :)

Uzunbacak'ı artık siz de tanıyorsunuz zaten, benden okuduğunuz kadarıyla. Şimdi daha da iyi tanıyacaksınız kendi ağzından. Yazılarını keyifle okuyacağınıza eminim.
İkimiz de Daddy Long Legs (Watashi no ashinaga ojisan) hayranı olduğumuzdan, uzun bacaklar dolayısıyla da kendisini Uzunbacak diye severiz :)

Aramıza hoşgeldin canım arkadaşım! :)

16 Nisan 2008 Çarşamba

Yine benden

Dün de film seyredemedik. Eşimle birlikte bu sefer de fotoğrafçılık kursuna yazılalım dedik :) Briç kursumuz bitti bu arada. Biteli çok oldu aslında da ben bir türlü bahsedemedim sanırım. Gerçekten zevkli bir oyun. Eşim çok da güzel oynuyor ama ben onun kadar başarılı olamadım maalesef. Acaip bir hafıza gerektiriyor çünkü. O da bende yok. Yine de ekibi tamamlamak için iyi bir 4 olabiliyorum :)


Fotoğraf kursuna ise bir arkadaşımın evinde gördüğüm *fotoğraflardan sonra heves etmiştim. Siz diyin 1 ben diyeyim 2 sene kadar önce. Benim **resim ve heykel sevgim vardı küçüklükten beri. Lisede Cemil Hocamla epey bir çalışmamız olmuştu. Tesadüf bu ya, fotoğrafçılık kursunu da o veriyormuş meğer :) Dün ilk dersimizdi. Fotoğrafın tarihçesinden başladık ilk olarak. İlk çekilen *fotoğraf, gerçek bir makineyle çekilen ilk *fotoğraf falan baya ilginç geldi bana.



(Tarihte bilinen ilk fotoğrafmış bu. Taaa 1826'dan)


("Temple Bulvarı'nın Louis Daguerre tarafından 1838'in sonlarında ya da 1839'un başlarında çekilen bu fotoğrafı, bir insana ait ilk fotoğraftır. Kalabalık bir sokağın fotoğrafı olmakla birlikte çekim süresi 10 dakikadan fazla olduğundan, trafiğin akışı fotoğrafta görünmek için fazla hızlı kalmıştır. Tek istisna, ayakkabılarını fotoğrafta görünecek kadar uzun süre cilalatan sol alt köşedeki adamdır." Bu bilgi buradan alınmıştır.)

Cemil Hocam anlattıkça ortaokul ve lisede hepimizi kafasız olarak çeken arkadaşım Kaplan'ım aklıma geldi ve kıkır kıkır güldüm sürekli :) Ya her *fotoğraf mi sadece vucüttan oluşur? Bir zaman sonra zaten makineyi ondan almış ve kendisine yasaklamıştık :) Meğer makinenin merceklerinden kaynaklanıyormuş o. Gerçi hataları en aza indirgemek için bakaçtan baktığınızda içiçe görünen iki karenin yerleştirmişler. İşte bizim arkadaş hep dıştaki kareye göre çalışıyormuş demek. Ya da makine çok eskiydi ve kare falan yoktu.. Neyse Kaplan'ımı da anmış oldum böylelikle. Bilim kadını olma yollarında şimdi..


Ama bugünden umutluyum film konusunda. Uzunbacaklar da gelecek. Gerçi Wii aldık, onu oynarız. Onu söylemeyi unutmuşum bu arada. Haber verecektim güya. Sonunda Wii aldık, geç de olsa söyleyeyim o zaman. İstanbul'dan dönüşümde kendi evimizde ilk defa oynadım ve sinir oldum. Badem her seti kazandı teniste. Bilmiyorum bakalım bugün neler olacak :)

* Sevgili Ahimsa'nın uyarısıyla daha önce resim olarak yazmış olduğum kelimeleri doğrusuyla düzelttim (uyarı için teşekkürler).

** Burda belirttiğim resim fotoğraf anlamında değil, karakalem gibi resimleri ifade etmek üzere kullanılmıştır.

15 Nisan 2008 Salı

55'lik sobe

Sevgili Tabiat Ana'cım beni sobelemiş. İstanbul'da olmadığım için hemen cevaplayamadım sobesini (öööösür dilerim Tabiatçım). 4 küçük karalama yaptım. Umarım beğenirsin.

Canı çok sıkkındı o gün. Oysa doğumgünüydü, mutlu olması gerekirdi. Ama sabahtan beri ne annesi aramıştı ne sevgilisi. İşten çıkmak istemedi önce canı. İstemeye istemeye eve gitti sonra. Kapıyı açtığında çok sessiz geldi evi birden. Kedisi ortalarda yoktu. Seslendi önce. Çıkmadı kedi. Sonra birden "İyki doğdun" şarkısını söylemeye başladı sevgilisi ve arkadaşları. Ona süpriz yapmışlardı.

Günlerden Perşembeydi yağmur başladığında. Ne çok severdi önceleri yağmuru. Camın kenarına geçip kahvesini yanına alır, cama çarpan damlaları yakalamaya çalışırdı eliyle ve gözüyle. Şimdiyse sadece acı anılarını hatırlatıyordu ona. Perdeleri çekti ve camı en az gördüğü koltuğa oturdu. Yine sessiz hıçkırıklara boğuldu ve yüreğinin derinliklerine akıttı gözyaşlarını. Sevdiğini tam da böyle yağmurlu bir günde kaybetmişti.

Büyük nehirde yol aldım önce. Yeni yeni açmaya başlayan papatyaları görünce içim mutlulukla doldu. O kadar sevindim, o kadar sevindim ki içim ısındı sonunda ve buhar oldum birden. Nehirden uzaklaşmaya başladım yavaş yavaş. Ağaçlardan tepeye doğru tırmandım. Yeşil yapraklara tutunmaya çalıştım ama olmadı, koptum. Bulutlara yaklaşmaya başladıkça ağaçlar nokta oldular. Sonra yeniden yağdım ağaçların üzerine..


"O bir kedi" dedi çocuklardan küçük olanı. "Hayır, görmüyor musun o bir tavşan" diye itiraz etti büyük olan. Küçüğün kafası karışmıştı. Bal gibi kediydi işte. Upuzun kuyruğu vardı. Tavşanların öyle kuyruğu olmazdı ki. Uzun olan kulakları değil miydi? Abisi yanlış biliyor olmalıydı. Tam soracakken annesi geldi. Gülümsedi minik yavrularına. Çocukken o da böyle hayaller kurmuştu.. (aslında "kurmuş muydu?" idi sonu. Ama 56 kelimeye asılınca değişti :) )

Bir Dilek Tut Benim İçin

Violet ve Elieen birlikte okuyan iki iyi arkadaştır. Elieen İrlanda'dan Violet'se İngiltere'den gelmiştir. Okul bitiminde herkes kendi ülkesine döner. Elieen Violet'e düzenli olarak mektuplar yazmakta ve hayatını paylaşmaya devam etmektedir. Violet'se eski yakınlığını göstermez ona. Belki de gösteremez.

Yıllar geçip de ikisi de çocuk sahibi olduklarında da durum değişmez. Ancak savaş zamanında Violet Elieen'a bir mektup yazarak kızı Elizabeth'i savaş bitene kadar yanına alıp alamayacağını sorar. Elieen Elizabeth'e seve seve evini açar. Kendi kızlarından Ashling Elizabeth ile akrandır. Elizabeth tek çocuktur, yeni evindeyse çok çocuklu bir aileyle karşılaşacaktır.

Yaşıtı Ashling ile çok iyi anlaşırlar. Sürekli hasta olan Donal, ailenin en büyük çocuğu Sean, en küçük çocuğu Niamh, ortancalardan Maureen ile arası çok sıkı fıkı olmasa da onlar da hayatının bir parçası olacaktır.

Elizabeth tam 5 sene kalır İrlanda'da. Yıllar geçip de geri dönmesi gerektiğinde aslında çok da istemez bunu. İrlanda'ya ve yeni ailesine çok alışmıştır. Üstelik bu aile kendi ailesinden çok da farklıdır. Bu candan insanları geride bırakmak istemese de annesinin yanına geri döner.

Bu sefer Elizabeth ve Ashling mektuplaşmaya başlayacaktır. Onlar Violet ve Elieen'dan çok daha iyi arkadaş olurlar birbirleri için. İkisi de birbirlerinin düğününe gidecek, başları sıkıştığında birbirlerinin yanında olacaktır.

İşler kötü gittiğinde ve Ashling de İrlanda'yı terketmek zorunda kaldığında gidebileceği tek insan Elizabeth olacaktır.

Klasik bir Maeve Binchy kitabı daha. Her kitabında aynı çizgide gidiyor Binchy. Şey gibi, hani eskilerin pembe dizi denilen Barbara Cartland kitapları gibi. Ben seviyorum. Kafamı dağıtıyor. Eğitici, öğretici kitaplardan olmasa da insanı küçük şeylerden mutlu olmaya itiyor bence.

Bu kitapla beraber bir kitap daha almıştım. Hatta "Aa böyle bir Binchy kitabı bilmiyordum ben" diyerek heyecanla üzerine atılmıştım o kitabın da. Geçenlerde kütüphanemizi düzeltirken salaklığımı farkettim. Maeve Binchy kitabı değilmiş meğer. Kitabın bir yerinde "yeni bir Maeve Binchy doğuyor" gibi bir cümle var. Ona kanmışım. Bu da bana ders oldu:

Bilmiyorsan ya da duymadıysan bu mutlaka duymamış olduğunu göstermez, bu işte başka bir hinlik ara :))

Unutmadan..

@ Tabiat'çım en kısa zamanda sobene cevap vereceğim. Unuttuğumu sanma oldu mu? :)

@ Gitmeden önce Revolver diye bir film seyrettik. Ben beğendim. Olur da ayrıntılı yazamazsam diye not ediyorum buraya. Guy Ritchie'nin filmlerinden biri. Yine değişik, biraz kafa karıştırıcı ve güzel bir filmdi bence. Tavsiye ederim.

@ İşyerimde harika gelişmeler oldu. En kısa zamanda anlatacağım.

@ Çakılım Mayıs geliyor. Hatırlatayım dedim bu arada :)

@ Çok mutlu oldum birden ya, bunu paylaşmak istedim :)

@ En kısa zamanda tekrar burda olacağım..

14 Nisan 2008 Pazartesi

Geri döndüm! :)

İşte yine karşınızdayım :)

Son zamanlarda işyerimde son derece stresli ve bunaltıcı zamanlar geçirmeye başlamıştım, ara sıra da bahsediyordum yazılarımda. Birkaç günlük aranın beni rahatlatacağı ve eski neşeme kavuşturacağı düşüncesi ve heyecanıyla annecimle birlikte yola çıktık. Çarşamba gece ordaydık, doğal olarak yol yorgunuyduk ve hemen yatıp uyumak istedik. Ama ben bir kere o heyecana kaptırdım ya kendimi, evin içinde bir oraya bir buraya derken 1'e kadar uyuyamadım (normal şartlar altında 10, bilemedin 11'de uyurum ben!). Sonra uyuyakalmışım ama o çocukluk heyecanıyla olsa gerek, zırt pırt uyanarak oldukça keyifsiz bir uyku dönemi geçirdim. Bu arada 29 yıllık ömrüm boyunca 1 kere deliksiz uyuduğumu hatırlarım. Onun haricinde hep bölük pörçüktür uykularım. Buna rağmen sabahları yorgun uyanmıyorum. Aldığım uyku bana yetiyor. Ama yaşım ilerledikçe bu da bir sorun olmaya başlayacak benim için :( İşte o zaman gideceğim doktora..

Neyse, Perşembe sabahı 5:45'te daha fazla yatakta dönemeyeceğimi farkettim ve kalktım. Herkes (annem, ablam, eniştem hehe) o sırada mışıl mışıl tabi. Ben de gittim pencere kenarına, ışığı yaktım ve Maeve Binchy'nin Bir Dilek Tut Benim İçin'ini bitirdim. Binchy sevenlere duyurulur. Bu da hoş bir kitaptı. Violet ve Elieen'ı hangi kitaptan bildiğimizi hatırlayamadım yalnız. Bilen varsa beni dürtebilir mi?

Erken uyandığım için saatler geçmek bilmedi. Diğer kitaba da hemen başlamak istemedim. Ondan sonra bekle babam bekle.. Eniştem kalktı 7 gibi. Hazırlanıp işe gitti. Onun sesine biraz biraz uyanırlar heralde diyerek (yatmadan erken kalkma sözü vermiştik çünkü) kahvaltı hazırlamaya başladım. Heyecanlı fasulye olarak çayı bile demledim (itiraf ediyorum, acıkmaya başlamıştım). Bizimkilerden hala çıt yok. 9 gibi ablam da kalktı. Ben dayanamayıp kahvaltımı yapmış, keyif çayımı bile içmiştim :) Sonunda 10 gibi annem de kalktı. Tabi bizim evden çıkmamız 12'yi buldu.

İlk gün için planımız Eminönü - Sirkeci yapmak, incik boncuk dünyasından kendimize pay çıkarmaktı. Öyle değişik şeyler var ki o dükkan senin bu dükkan benim derken saati ettik 5. Haydi hop eve dönelim artık kararını aldık ama o saatte trafik falan derken bizim dönüşümüz yine gecikti. Bir de Perşembe pazarına gidip dolanacaktık. Pöh! Gittik, ablamın meyve sebze ihtiyaçlarını karşıladık. Şöyle bir pazarın ucundan bakıp eve döndük yani. Zaten ayaklarımız daha fazla gitmememiz için bizi sürekli olarak uyarıyordu. Allahım bu nasıl şehirdi? 5 sene orda yaşadım ama gençlik yıllarımmış meğer onlar. Ben yaşlanmışım :( Bu İstanbul seyahatinde öğrendiğim en acıklı şey bu oldu sanırım. Ben ki üniversite yıllarında Öykücümle beraber bu pazar senin o pazar benim sürekli gezen tozan biriydim, yok bu sefer bedenim kaldırmadı..

Ertesi gün Kadıköy'e inme planımız vardı. Malum sebeplerle yine erken çıkamadık evden :) Sonra annemle çanak çömlek ve kitap üzerine bir sürü dükkan gezdik. Daha önce okuduğum ve beğendiğim kitaplardan da aldım Öykücüme gönderirim diye. Ama sonra içime bir şüphe düştü acaba daha önce göndermişmiydim diye. Malumunuz üniversite yıllarından takılan bir "Alzi" lakabım var. Öykücünün de "Hımbıl" lakabı var (ahanda şimdi takıyorum! :) ) O gidip bakacak da, bana liste yollacak da (yaparsın değil mi Öyküm?)

Cumartesi ise Taksim'e gittik. Peloşumla, Badem'in ablasıyla (görümcem demeyi sevmiyorum) buluştuk. Oh ne güzel Taksim'in altını üstüne getirdik. Tabi 2 günlük gezmenin verdiği yorgunlukla annem ve ablamın ayakları artık isyan etti ve onlar eve yollandılar. Badem'in ablası da gidince biz Peloş'umla başbaşa kaldık. Ha bu arada annecim gitmeden yanımda kalma teklifinde bulundu. Neredeyse 30 yaşına gelmiş kızının 5 sene İstanbul'da yaşadığını unutarak "Tek başına gelebilir misin?" sorusunun üzerine hepimizin bön bakışlarıyla karşılaştı..

Peloş'umla Terkos pasajına bilem gittik :) Sonra oturduk bir yerde, o yedi ben içtim. Biraz daha dolandık ve 8,5'a doğru o başka bir arkadaşıyla buluşacağı için ayrıldık ve ben de eve döndüm. Minibüste ayaklarım ve başım zonkluyordu. Eve ulaşamadan midem de bulanmaya başlayınca gider gitmez koltuğa attım kendimi. Sonrasını pek hatırlamıyorum doğrusu.

Pazar günü zaten yolcuyduk. Nasıl geçtiğini anlayamadım.

Bu seyahatte içimde kalan tek şey Çakılımla görüşememiş olmaktı. Telefonda birbirimize sevgilerimizi iletebildik sadece. O sadece Pazar müsaitti, Cumartesi tiyatroya gidecekti (hadi sen de hımbıllık etme bakayım, anlat şu oyunu bize) benim de karşıya geçmem çok zor olacaktı erken yola çıkacağımız için. Görüşme günümüzü diğer seyahatlere erteledik mecburen.

Bir İstanbul seyahatinin daha sonuna gelmiş bulunuyorduk. Elimizde yaşlandığımızın kanıtlarından başka doğru dürüst bir şey yoktu üstelik :(

Şaka bir yana, ablacım ve annecimle birlikte eski günlerdeki gibi İstanbul sokaklarında vakit geçirmek çok kayifliydi. Tabi diğer aile fertleriyle de (e.ablam ve Peloşum). İyki varsınız!

9 Nisan 2008 Çarşamba

Bekle beni İstanbul!


Çocuklar gibi mutluyum! :)

Hatta belki daha da fazla :) Çünkü yaşayacağım güzelliklerin farkındayım. Beni bekleyen mutlu günlerin heyecanını yaşıyorum bilinçli olarak. Bugün İstanbul'a gidiyorum! :)

İş yerinden 2 iş 2 de haftasonu uzak olmak düşüncesi, ablacım ve annecimle koca 4 günü gezerek tozarak geçirecek olmanın mutluluğu (ablam İstanbul'da oturuyor, annemleyse aynı şehirdeyiz), çok özlediğim arkadaşlarımı görecek olmanın verdiği heyecan beni inanılmaz mutlu ediyor.

Hamiş 1 : Resimdeki maymundan daha mutluyum! Yaşaşın! :))
Hamiş 2 : Sizlere kısa süreliğine de olsa veda ederken o çok sevdiğim şarkılardan birini ekliyorum yazıma. Manic Street Preachers'tan dinliyorsunuz efendim. Gözlerinizi kapatın. Yere uzanın. Rahatlayın ve sadece dinleyin.. Hoşçakalın :)

8 Nisan 2008 Salı

The Golden Compass


Altın Kumpas'ı da seyrettik sonunda. Aslında Uzunbacakla birlikte seyredecektik ama uymadı yine zamanlamamız. Biz de oturduk Badem'le seyrettik güzeller güzeli Nicole'ü :) Bu filmde biraz sinirdi gerçi..

Yine fantastik bir film karşımızdaki. Cinli insanlar (cinler öyle düşündüğünüz gibi değil ama, istediklerinde şekilden şekile girebilen yani bazen şeker bir tavşan, bazen kedi, bazen kelebek olabilen cinler), konuşan kutup ayıları, cadılar falan var :)

Lyra Belacqua (Dakota Blue Richards) en iyi arkadaşı olan cini Pan ile mutlu mesut bir yaşam sürmektedir. Arkadaşlarıyla girdiği bir iddia sonucu özel elbiselerden birini aramaya gittiği odada sıkışıp kalınca duymaması gereken şeyler duyar. Bulunduğu oda amcası Lord Asriel'in (Daniel Craig) diğerleriyle toplantı yapacağı odadır. Asriel gelmeden önce içkisine zehir katıldığını gören Lyra, amcası içmeden onu uyarır ve hayatını kurtatır.


Amcasının niyeti kuzeye gitmektir. Lyra da bunu çok ister ama amcası ona izin vermez. Kuzey tehlikeli bir yerdir. Üstelik Lyra'nın toplantıda duyduğu "toz" da asla karışmaması gereken işlerden biridir.



Güzeller güzeli Marisa Coulter (Nicole Kidman) koleje geldiğinde Lyra'yla tanışır ve kuzeye giderken onu da yanına almak ister. Lyra da zaten bunu istemektedir. Kolej başkanından (Christopher Lee) izin çıkınca Lyra hazırlıklara başlar. Başkan, Lyra gitmeden ona altın pusulayı verir. Bu pusula her zaman doğruyu göstermektedir ama bunu herkes okuyamaz. Lyra da eline ilk aldığında hiçir şey anlamaz pusuladan. Başkan'ın tek istediğiyse Bayan Coulter'in pusuladan haberi olmamasıdır.



Lyra, Bayan Coulter'la onun evine gittiğinde kadından hoşlanmadığını anlar. Coulter her istediğini yaptırmaya çalışan, istediği olmadığında da vahşileşen biridir. Pusulanın Lyra'da olduğunu bilmekte ve onu almaya çalışmaktadır. Lyra bunu farkedince Pan'ın da yardımıyla evden kaçar.



Çingeneler Lyra'yı bulduğunda Lyra'nın macerası da başlar. Çocukları kaçırılan Çingeneler ile çocuklarını bulmak üzere kuzeye doğru yola çıkacak ve zekası, cini ve kutup ayısı Iorek Byrnison'un da yardımıyla macerasında başarılı bir şekilde ilerleyebilecektir.



Bu film de 3'lü serisi olan filmlerden olacakmış. Zaten baya yarım kaldı hikaye. Bence güzeldi. Hayvanlar çok gerçekçi idi bir kere. Ben bile öyle bir cin isterdim yanımda. Gerçi cininizi sizden kaçırıp götürürlerse ruhunuzu da götürmüş oluyorlardı filmde. Cininize zarar verdiklerinde o acıyı siz de hissediyorsunuz falan..

Lord Asriel rolündeki Daniel Craig'i (Öykücüm burayı iyi oku) Casino Rolaye'den oldukça iyi biliyoruz :) Ben daha önce Layer Cake diye bir filmini de seyretmiş idim. Adamın farklı bir karizması var kabul etmek lazım. Ama bu filmde çok göz önünde değil. Birkaç sahneden öte görünmüyor.

Güçlü ve gururlu kutup ayısı Iorek Byrnison'ı ise Ian McKellen seslendirmiş. Yüzüklerin Efendisi serisinin o çok sevdiğimiz Gandalf'ı olarak gönüllerimizde yer etti desem hata etmem sanırım. Onun haricinde X-Men serisindeki Magneto da güçlü kişiliğiyle tanıdık kendisini. Tabi yaş itibariyle de bir sürü filmi var. Hepsini tek tek saymam mümkün değil ama burdan bakabilirsiniz.

Lyra rolündeki Dakota Blue Richards'ın ise gördüğüm kadarıyla ilk filmi. Ben çok da başarılı buldum ilk film için.

Nicole Kidman'ı anlatmama gerek var mı? :) Tanıdığım her erkek kendisinin hayranı olduğundan ben fazlasıyla filmini seyretmişimdir bu arkadaşlarla outurup :) Hakikaten de güzel bir kadın ve beyaz perdeye yakışıyor Allah için. Moulin Rouge'dan ve Robbie Williams ile birlikte söylediği Somethin' Stupid şarkısından dolayı harika bir sesinin olduğunu da biliyoruz. E kendi güzel, sesi güzel, işi güzel bu kadının şu filmlerini henüz seyretmediyseniz seyredin diyeyim bu şekilde bağlayayım o zaman :)

Moulin Rouge, The Others, Cold Mountain, The Invasion daha çoook var..

7 Nisan 2008 Pazartesi

Majo No Takkyubin (Kiki's Delivery Service)


:)

Ustanın bir animesini daha seyretmiş bulnuyorum :) Majo No Takkyubin. Kiki's Delivery Service olarak İngilizceye, Küçük Cadı Kiki olarak Türkçe'mize çevrilmiş şeker mi şeker bir anime bu da. Ne süper adamdır şu Miyazaki..

Kahramanımız Kiki 13 yaşında bir cadıdır. Ailesiyle büyük bir evde yaşar. Tam cadı olabilmesi için evinden ayrılarak hiç bilmediği bir şehre gitmesi ve orda 1 sene geçirerek eğitimini tamamlaması gerekmektedir.



Bir gün yine babasının radyosunu kaçırıp vadiye çıkar ve gökyüzünü seyrederken hava durumunu dinler. Havanın güzel olduğunu duyunca birden o gün evinden ayrılmaya karar verir.



Annesinin hediye attığı süpürgeye atlar ve şirin kedisi Jiji ile birlikte macerasına başlar.



Deniz kenarında küçük bir şehirde karar kıldığında aslında biraz da korkmaktadır. Ama her şey yolunda gider ve daha ilk gün tesadüfen karşılaştığı bir fırıncı kadınla iyi anlaşarak üst kattaki boş odada kalabileceğini öğrenir. Kiki kadına günlük işlerinde yardım eder kadın da bunun karşılığında ona kalabileceği oda ve yiyecek verir.

Kiki'nin iş olarak ne yapacağını düşünmesine bile gerek kalmamıştır çünkü daha ilk gün süpürgesiyle uçarak dükkanda unutulan bir emziği sahibine yetiştirir. Kiki artık eve servis işlerine bakacak ve bu sayede para kazanabilecektir.



Yeni işiyle birlikte yeni insanlar da tanır. Ormandaki kız (adı kimbilir neydi), Tombo Kiki'nin yeni arkadaşlarıdır. Derken bir gün Kiki Jiji'yi sadece miyavlarken duyduğunu farkeder. Artık uçamamaktadır da. Kiki güçlerini kaybetmeye başlamıştır. İşine ara verip kendini eve kapattığı günlerden birinde ormandaki kız onu ziyarete gelir ve durumunu öğrenince ona ormana gidip dinlenmesini ve birlikte vakit geçirmelerini teklif eder.


Kiki döndüğünde hala uçamaz ama arkadaşı Tombo'nun başının dertte olduğunu görünce elinden geleni yapmaya çalışacaktır.



Çok şeker bir animeydi her zamanki gibi. 89 yapımı olduğunu duymak beni şaşırtmıyor artık. Ustamsın, kahramanımsın Miyazakiiiiiiiiiiiiiii :)

6 Nisan 2008 Pazar

La Cité des enfants perdus ve berbat haftasonu

Kötü bir haftasonuydu..

Cumartesi güneşi görünce piknik hevesimiz dile geldi. Ama ben nöbetçiydim. İşe geldim gittim. Ben gidene kadar hava bozdu. Biz yine de pikniğe gittik ama yaz bekarı gibi kısa pantolonlarla ve ince penyelerle gelen arkadaşlar titredikçe rüzgar benim de içime işledi.

Yemeğimizi yer yemez kalktık. Eve gidince There Will Be Blood seyretmeye çalıştık (!). Eşim güzel güzel seyretti. Ben soğuktan sıcak eve girmenin vermiş olduğu baygınlıkla koltuğa yığıldım kaldım. Verimsiz bir gün oldu.

Pazar sabahı filme kaldığım yerden devam etme hevesi içindeydim. Başladım ama bitiremedim. Kopuk kopuk oldu hem de biraz sıkıldım. Eşim çok beğenmiş oysa. Bana fazlaca pis, yağlı ve karanlık geldi. İlerde tekrar deneyeceğim. Sevebilirim.

Pazar öğleden sonra yine işe geldim. Yanımda çalışan iş bilmez elemanlar yüzünden azar işittim. İstifa etmeyi bir kez daha düşündüm. Yağmur yağmaya başlayınca pazarda gezme hevesim balon gibi söndü. Eve gitmek istemedim. Canım çok sıkkındı çünkü. Kuaföre gidip beyazları fazlasıyla çıkan saçlarımı yeniden kızıla boyattım.

Eve geldiğimde saat 5'ti. Hemen yemek işine girişip Öykücü'mün leziz tariflerinden ıspanaklı börek yaptım. Yufkalar 3'lü satıldığı ve bana 5'li gerektiği için iki paket almak zorunda kaldım. Artan yufkalara yazık olmasın diye marketten yarım kalıp peynir de aldım. Geçen seferki mücver maceramdan geriye kalan bir adet kabağı da rendeleyerek ikinci böreğimizi hazırladım. Önce ıspanaklısını fırına verip çayın yanında afiyetle yedik. Kabaklısı pişince onun da tadına bakarak zaten şiş olan göbeklerimizi tavana erdirdik.

Bu arada oturduk bir de film seyrettik.


Türkçe'mize "Kayıp Çocuklar Şehri" olarak çevrilmiş değişik bir filmdi. Oldukça fantastik, konu olarak yine beni çeken rüyaları alan bilimkurgulardan biri.


Ninja kaplumbağalardaki gibi konuşan bir beyinimiz var emirler yağdıran. Bir yandan da ona amca diyen klonları idare etmeye çalışan ve kendi dediklerini yaptırtan beyin. Aynı yerde klonların patron dediği Krank (Daniel Emilfork) da var. Krank'ın hiç rüya görememe gibi bir sıkıntısı var. Bunun için kurdukları atölyede diyelim, şehirden küçük çocukları kaçırtıp onların rüyalarıyla beslenmeye çalışır. Ama çocuklar Krank'tan ve Krank için çocuk toplamaya çalışan sikloplardan korktukları için hep kabus görürler. Krank'ın istediğiyse güzel düşler görmektir.



Bir gün sirkte çalışan güçlü One'ın (Ron Perlman) küçük kardeşi Denree (Joseph Lucien) de sikloplar tarafından kaçırılınca One siklopların peşine düşer. Bu macerasında sikloplardan kaçan çocuklarla karşılaşır. Bu çocuklardan Miette (Judith Vittet) büyük görünen ama çocuk ruhlu olan One'a aşık olur.



Höytt nasıl bağlayacağım ben şimdi bu yazıyı. Değişik bir filmdi işte. Fantastik filmlerden hoşlananlar seyredebilir. Marc Caro ve Jean-Pierre Jeunet'in işbirliğiyle yapılmış olduğunu da belirteyim unutmadan. Bana gelince, benim fantastik anlayışım daha farklı. Star Wars, Yüzüklerin Efendisi kendimi tanıtmak için yeterli olacaktır.

Canım sıkkın işte. Yazasım da yokmuş :(

3 Nisan 2008 Perşembe

Juno


Sırada bu seneki oscarlardan nasibini alan bir film var. En iyi senaryo üdülünü aldı : Juno. Ben de beğendim doğrusu.


Juno (Ellen Page) 16 yaşında henüz liseye giden bir kızdır. Hamile olduğunu öğrendiğinde ilk iş arkadaşı Leah'ı (Olivia Thirlby) arar ve kötü haberi verir. Arkadaşı Juno'dan daha fazla şaşırmış ve ürkmüştür. Birlikte kürtaj yaptırmak için seçenekleri tararlar ve Juno buldukları kuruma gider. Ama daha kimseyle görüşmeden bu fikirden vazgeçer. Karnındaki bebeğin canlı bir varlık olduğunu idrak edip onu doğurmaya karar verir.


Ama Juno gerçekçidir ve bu bebeğe bakamayacağını bilir. Bebeğin babası Paulie Bleeker (Micheal Cera) da haber karşısında şaşırır ve ne yapacağını bilemez. İş başa düşmüştür ve Juno Leah'la birlikte bebeği evlat olarak verebileceği bir aile arar.



Gazete küpürlerinden Vanessa (Jennifer Garner) ve Mark'ın (Jason Bateman) ilanını görünce sevinir. Gazeteye verdikleri resim bile diğerlerinden farklıdır ve Juno aileyle görüşmeye karar verir.


Bu arada Juno hamilelik haberini babasına (J.K. Simmons) ve üvey annesine (Allison Janney) de verir. Oldukça "cool" karşılanır ve kürtaj yerine evlatlık olarak verme fikrine de saygı göstererek bundan sonra Juno'nun yaşayacağı her şeyde yanında olacaklarını belirtirler.


Hamileliği sırasında Juno Paulie ile takılmaya devam eder ve hatta ona kız ayarlamaya çalışır. Ama Paulie Juno'nun bahsettiği kızla görüşmeye başlayınca Juno kıskandığını farkeder ve kafası karışır.

Bu arada sık sık Vanessa ve Mark'ın evine gidip onları bebekle ilgili olarak bilgilendirmektedir. Vanesse ve Mark'ın maddi durumu oldukça iyidir ve bebeğe iyi bakabileceklerini düşünür. Mark tam Juno'nun tarzıdır, müzik ve film konusunda oldukça iyi anlaşırlar. Vanessa'dansa çok hoşlanmaz.

Mark Vanessa'dan boşanmaya karar verdiğinde Juno çok üzülür ve bunu kabullenmek istemez. Önce Mark'ı verdiği karardan döndürmek için çaba sarfeder ama yapamayacağını anladığında yine de bebeğinin iyi bir geleceğe sahip olmasını istediği için Vanessa'ya verdiği sözü tutacağını bildirir.

Juno babasıyla yaptığı bir sohbet sonrasında aslında hayatını geçirmek istediği doğru insanı bulduğunu farkeder. Bu Paulie'den başkası değildir. Ona duygularını açtığında Paulie'nin de aynı kalp çırpıntılarını hissettiğini öğrenir ve mutluluktan havalara uçar kendi tarzıyla :)

Doğum yaptığında bebeği görmek istemez Paulie de Juno gibi. İkisi birlikte yeni bir sayfa açıp hayatlarına kaldıkları yerden devam edeceklerdir..

Film bence eğlenceli ve şekerdi. Juno çok değişik ve eğlenceli bir tipti mesela.

16 yaşında hamile kalıp doğum yapmasına bir şey diyemiyorum. Değer yargılarımız farklı bile diyemeyeceğim çünkü özellikle doğu kesimimizde kızlar 16 yaşına bile gelmeden, ilk ergenliğe ulaştıklarında zorla evlendirilip çocuk sahibi olması sağlanıyor daha kendisi çocukken. Aradaki tek farkın bir kağıt parçasına atılan imza olduğuna inanmıyorum ben, kaldı ki o yaştaki çocuklara imza da attıramıyorlar zaten..

Hamiş : Film müzikleri çok güzeldi. Finalde Juno ve Paul buluşup bir şarkı söylüyorlar. Onu dinletmek isterdim size ama 30 saniyelik olarak bulabildim. Onun yerine The Moldy Peaches'ten buyrun dinleyin. Bu arada Sleuth için film müziği ara tuşuna bastığımda karşıma Juno film müzikleri geldi. Ne tesadüf değil mi? :)

Sleuth (2007)


Kaç gündür bu filmi seyretmek için heyecanla koltuğa geçiyor ve bekliyordum. Beklemem gerekmezmiş meğer. Yani şöyle söyleyeyim : Bayık bir giriş sonrasında heyecanlı bir gelişme bölümü vardı ama sıkıcı ve gereksiz bir sonla film bitti :( Hemen anlatayım.

Andrew Wyke (Micheal Caine) cinayet romanları yazan tanınmış bir yazardır. Özel mülk alanında karısının tasarladığı bir evde oturmaktadır. Ancak karısı artık evde değildir çünkü onu genç bir adamla aldatmakta ve Andrew'den boşanmak istemektedir.

Bir gün Andrew'un kapısı çalınır. Gelen karısının sevgilisi Milo Tindle'dır (Jude Law). Andrew'e eşi Maggie'den boşanmasını söyler ama Andrew'un bir planı vardır. Biraz tatrışma sonunda Milo adamı dinlemeye karar verir.


Andrew çok akıllı bir adamdır ve kendi kitaplarından da antremanlıdır anlayacağınız. Milo'ya güzel bir oyun oynar. Ama Milo da çetinceviz çıkar ve o da Andrew'a bir oyun oynar..


İşte başlangıçtaki ikna etmeler konuşmalar falan bana sıkıcı geldi. Plan yavaş yavaş ortaya çıktıkça heyecan verdi ama alternatif bir sonla çok daha iyi olurdu bence.



Film aslında bir tiyatro oyunuymuş ki eminim tiyatro olarak seyretmek çok da büyük bir keyif verirdi. Filmde de iki kişilik zaten, sadece Micheal Caine ve Jude Law var :) 1972 yapımı olan orjinal filmde de yine Micheal Caine oynamış ama o sefer genç ve yakışıklı Milo rolündeymiş. Onu henüz seyretmedik ama yorumlarda ilk filmin daha güzel olduğu yazıyor.

2 Nisan 2008 Çarşamba

Finding Nemo

Bugün çook öncelerden, hem de birkaç kez seyrettiğim güzel anime Finding Nemo'dan bahsedeceğim Öykücü için. Bugünlerde o da seyredecekti. Eminim çok beğenmiştir.

Kahramanlarımızdan Nemo, doğmadan annesini kaybetmiş ve babası tarafından yetiştirilmiştir. Yüzgeçlerinden biri doğuştan küçüktür ve bu, babasının onun üzerine daha fazla titremesine neden olur. Okula giderken, arkadaşlarıyla gezerken hep belli bir mesafeye kadar yüzme özgürlüğü vardır.

Ama birgün Nemo gitmesi gerekenden fazla uzak bir yere gider ve insanlar tarafından yakalanır. Bunu gören kahramanımız sevimli baba balık Marlin Nemo'nun peşinden giderek onu kurtarmaya çalışır.

Marlin bu serüveni sırasında Dory adında bir balıkla karşılaşır. Dory "balık hafızalı", şeker bir balıktır. Bu serüvende Marlin Dory'ye arkadaş olacağı gibi, Dory de Marlin'e çok iyi bir arkadaş olacaktır.




Birlikte tehlikeli balıklardan kaçıp dost balıklarla karşılaşacak, şu meşhur Gulf Stream olarak bilinen sıcak su akıntısına takılıp deniz kaplumbağalarıyla yolculuk edeceklerdir.





Bu arada Nemo ise bir diş hekiminin akvaryumuna gitmiştir. O da akvaryumdaki arkadaş balıklar yardımıyla akvaryumdan ve tabi diş hekiminin cadı yeğeninden kurtulmak için çabalar.

Peki sonunda Nemo ve Marlin kavuşabilecek midir?

Öykücüm ne dersin? :)

Paprika


Sırada bir anime var. Yaşasııııııııın! :))

Satoshi Kon yönetmiş Paprika'yı. Çok da başarılı buldum aslında. Konusu falan tam bana göre, fantastik aynı benim rüyalarımdaki gibi. Konu da zaten rüya olunca ah keşke demeden edemedim :)

Bu kadar övdükten sonra yine de Miyazaki baş ustadır. Onu da belirtmeden edemeyeceğim. Hayal gücü yüksek bu animelerden örnekler vereyim hemen, bazılarından daha önce bahsetmiştim; Laputa : Castle In The Sky (1986 yapımı olduğuna inanamıyorum!), Tonari No Totoro - My Neighbour Totoro, Hauru no ugoku shiro - Howl's Moving Castle, Sen to Chihiro no kamikakushi - Spirited Away.. Hangisini daha çok sevdin dersen ayırdetmekte zorlanırım. Ama sanırım tercihim Sen to Chihiro no kamikakushi olur sonunda..

Lafı uzattım Paprika'yı unuttum sanmayın :)



Tokita DC Mini adında bir alet icat etmiştir. DC Mini insanların rüyalarını kaydedebilmektedir. Bu sayede psikolojik rahatsızlığı olanların rüyalarını inceleyerek onlara yardımcı olunabileceğini düşünmektedirler. Dr. Chiba Atsuko, Osanai Morio, Hirumo Tokita'ya çalışmalarında yardımcı olmaktadır.



Bu arada Dedektif Kogawa Toshimi de gördüğü rüyalar nedeniyle laboratuarda kalır ve DC Mini'nin rüyaları kaydetmesi sağlanır.


Ancak bir gün DC Mini çalınır. DC Mini öyle marifetlidir ki kötü amaçlı kimselerin eline geçtiğinde felaket doğurabilir. Tek yapabildiği uyuyan insanların gördüğü rüyaları kaydetmek değil, cihaza bağlı olan tüm insanları uyanıkken bile rüyaya daldırabilmektir.

Bunun için Dr. Chiba, Hirumo ve Osanai cihazın bulduğu insanların rüyalarına girip asıl hırsızı yakalamaya çalışırlar. Paprika adındaki, koruyucu melekleri diyelim, şahıs ise onlara yardımcı olacaktır.


Bu arada gerçeklik ve rüya birbirine karışır ve olaylar iyice sarpasarar.

E daha ne diyeyim, seyredin! :)