30 Mart 2008 Pazar

My Blueberry Nights


Elizabeth (Norah Jones) sevgilisi tarafından aldatılmıştır. Kalbi kırık bir kız olarak Jeremy'nin (Jude Law) barına gider. Jeremy'nin de değişik bir hikayesi vardır. Barda ikram etmek için hergün değişik tartlar yapar. Bunlardan "blueberry"li olanı aslında pek yenmezse de hergün onu yapmaya devam eder.


Elizabeth bara geldiği ilk gün blueberryli tartın hikayesini dinler ve ondan yemek ister. Tartın tadı gayet güzeldir. Laf lafı açtıkça Jeremy ve Elizabeth arkadaş olurlar. Ama Elizabeth'in kafası karışıktır ve kendini bulmak için bir yolculuğa çıkacaktır.



Yolculuğu esnasında çalıştığı barlarda, kumarhanelerde tanıdığı insanlar kendini bulması için ona yardımcı olacaktır.

Elizabeth para kazanmak için her gittiği yerde garsonluk yapar ve her hafta Jeremy'ye yaşadıklarını anlattığı mektuplar yazar. Jeremy ona ulaşmaya çalışsa da bunu başaramaz. Elindeki tek şey Elizabeth'in gönderdiği mektuplardır.



Elizabeth ilk çalıştığı barlardan birinde dertli bir polisle tanışır. Polis eşinden ayrılsa da kendini hala evli olarak görmekte ve eski eşi Sue Lynne'in (Rachel Weisz) hayatını zorlaştırmaktadır.


Daha sonra çalıştığı kumarhanede ise güzeller güzeli kumarbaz Leslie (Natalie Portman) ile tanışır. Leslie kumarda kaybedince Elizabeth'ten borç ister. Elizabeth de araba almak için biriktirdiği bütün parasını Lesli'ye güvenerek ona verir. Ama oyun bitince Leslie kaybettiğini, parasının karşılığında kendi arabasını alabileceğini söyler. Tek şartı onu gideceği yere götürmesidir. Yolculukları sonucunda Leslie'nin babasının öldüğünü öğrenirler. Leslie bunu duyunca arabayı vermekten vazgeçer, o baba yadigarıdır çünkü. Yerine borç aldığı parayı verecektir çünkü aslında kumarda kazanmış ama Elizabeth'e kaybettiğine dair yalan söylemiştir.

Elizabeth tüm bu yaşadıkları ve tanıdığı insanlar sayesinde hayattan ne istediğini anlar, kendini bulur ve Jeremy'nin barına geri döner.


Filmde tanıdık bir sürü sima var. Filmde çok uzun sahneler boyu görünmeseler de filme ayrı güzellikte renkler kattıkları bir gerçek. Jude Law'ın oyunculuğunu çok beğeniyorum ben. Hatırladığım kadarıyla seyredip de beğenmediğim bir filmi olmadı. Artificial Intelligence, The Holiday, Cold Mountain, Breaking and Entering bunlardan birkaçı.


Natalie Portman'ınsa küçüklüğünden beri hayranıyız (ben ve eşim). Masum güzellerden kendisi.. Benim için Leon'la başlayan serüveni Star Wars, Closer, Cold Mountain, Garden State, V for Vendetta gibi güzel filmlerle devam etti. Hele hele V For Vendetta'yı henüz seyretmediyseniz muhakkak tavsiye ederim.



Çok güzel bulduğum Rachel Weisz ile serüvenim ise Mummy serisiyle başladı. Sunshine, About A Boy, Constantine ve o muhteşem film The Fountain ile devam etti. Duru güzelliğiyle gönülleri fethediyor vallahi :)

Film Norah Jones'un ilk denemesi için bence oldukça başarılıydı. Kendi seslendirdiği güzel şarkılarla hoş renkler de katmış filme. Seyredilebilir hoş bir filmdi bence..

İyi seyirler..

Pazar menüsü

Eşim 5 gündür hasta olduğu için doğru dürüst film seyredemedik. Ben dün Blueberry Nights'ı seyrettim. Ben diyorum çünkü eşimle daha önce aynı filmi seyretme teşebbüsümüz olmuştu. Daha doğrusu eşim seyretmiş, benimkiyse teşebbüs olarak kalmıştı uyuklamam nedeniyle :)
Dün neredeyse baştan başlayıp tekrar seyrettim. Onu anlatacağım ama ondan önce yaptığım patates yemeğinden bahsedeceğim.

Aslında buna benzer bir yemeği daha önceleri yapıyordum ama bunu biraz daha değiştirerek yaptım.

Gerekli malzemeler:

3 orta boy patates
2 orta boy kuru soğan
2 orta boy domates
4-5 diş sarımsak
tuz
karabiber
kızmızı biber
kekik

Patatesleri küp küp doğradım ve içine bir çay bardağı su koyarak derin tavaya aldım. Onlar suyunu çekene kadar ayrı bir kaba soğanları, sarımsakları iri iri doğradım. Domatesleri de küp küp doğrayıp baharatları bu kaba da kattım. Patatesler suyu çekince içine biraz zeytin yağı koyarak kaptaki malzemelerin hepsini ekledim ve kavurdum. Aslında bu kadarı benim için yeterliydi ama eşim bu fikirden pek hoşlanmadığından sırf onun seveceği tarz bir yemek olması için pişen yemeği önce bir fırın borcamına alıp üzerine kaşar peyniri rendeledim ve fırına verdim. Kaşarlar kızarınca da alıp servis ettim.

Tadı gerçekten enfes olmuştu. Bu yemeğin yanına et iyi gider diye düşündüm. Hatta içine kuşbaşı et konarak başlı başına bir yemek olarak da sunulabilir yanında bol salatayla. Benim daha önce benzer dediğim tarifin içinde buna ilave olrak tavuk ve beşamel sos oluyor. O da çok güzel ama ben değiştirdiğim şekliyle tercih ederim. Patates ve soğan birbirine çok yakışıyor bence. Soğan tatlımsı bir tat veriyor yemeğe. Mantar severseniz mantar da katabilirsiniz bu arada.

Maalesef resim çekmeye vaktim olmadı. Çok acıkmıştık ve hemen hüplettik doğrusu :)) Bir dahaki sefere artık..

Cumartesi günü pazarda dolaşırken canım birden mücver istedi. Ama şimdiye kadar hiç yapmadım. Üstelik annem de yapmadığı için göz aşinalığım falan yok. Açtım interneti (Allahım bu ne lütuf) mücver tarifi aradım. Bulduklarımdan faydalanıp bir şeyler yaptım ama kıvamının nasıl olması gerektiğini bilmiyorum ya, unu kattım da kattım. E çok güzel olmadı tabi. Patatesli yemeğin yanında yeriz diye düşünerek büyük bir hevesle yapmıştım. Fena değildi de yani eşimin teyzesinin yaptığı kadar şahane de değildi. Tekrar deneyeceğim. Tabi bu arada evdekiler ziyan olmadı yanlış anlaşılmasın. İş yerime getirdim sabah kahvaltısı olarak. Öğlen de yiyip hem sağlıklı besleneceğim hem israf etmemiş olacağım :)

28 Mart 2008 Cuma

Doğal Oyuncaklar :)


Sihirli Annem dizisinde oynayan İnci Türkay bir oyuncak dükkanı açmış. Sevgili Archisugar'ın blogunda bebek-çocuk eğitimiyle ilgili yazıları okuyunca aklıma geldi bu. Geçenlerde televizyonda seyretmiştim ve çok hoşuma gitmişti.

İnci Türkay sürekli gülümsemesi nedeniyle bana göre çok pozitif enerji yayan biri. Programda kendisi gibi şeker mi şeker oğluyla diyalogunu görünce daha da hoşuma gitti. Oğluşunun doğumuyla birlikte kendisinde oluşan oyuncak sektörünü bebekler için zararlı maddelerden arındırma düşüncesi sonucunda kalkıp böyle bir dükkan açmasını da çok olumlu buldum.










Meyve-sebzelere hormon katıyorlar dikkatli tüketin!
Deterjanlarda kanserojen madde var, çamaşırlarınızı onlarla yıkamayın!
Tekstil ürünlerinde de kanserojen madde var aman onları giymeyin!
Hazır gıdalarda ölümünüze sebep olacak maddeler var aman almayın!
Oyuncaklarda çocuklar için çok zararlı maddeler var sakın almayın!

gibi uyarıcı ifadeler karşısında bazı şeylerden elimizi eteğimizi çekmeye başladık biz de.. Bu durumda bizi doğru taraflara yönlendiren birilerinin olması güzel..













Dükkandaki her türlü oyuncak doğal malzemelerden yapılmış, tahta gibi. Kullanılan boyalar da doğalmış. Aynı zamanda ürünler antialerjik, antibakteriyel ve geri dönüştürülebilirmiş. Benim çok hoşuma gitti doğrusu :) Belki ilgilenenler olur..

Hamiş : Donnie Darko'nun müziklerini dinlemekten büyük keyif alıyordum ama bu yazıyla yine çok sevdiğim şarkıcılardan Alanis Morrissette'i dinletmek istedim size..

25 Mart 2008 Salı

Se Jie

Geçenlerde Se Jie'yi seyrettik. İngilizce'ye Lust, Caution Türkçe'yeyse Dikkat, Şehvet isimleriyle çevrilmiş. Filmde tanıdık bir yüz var. Birazdan bahsedeceğim ama önce konuya gelelim.

Wong Chia Chi (Wei Tang) üniversiteye gidince Kuang Yu Min (Lee-Hom Wang) ile tanışır. Kuang okulda oynanacak tiyatro oyunu için aday bulmaya çalışmaktadır. Bu şekilde Wong başrolü alır. Bu arada İkinci Dünya Savaşı başlamıştır ve Kuang vatanseverlik adına, Çin'e ihanet ettiğini düşündüğü politikacılardan Bay Lee'yi (Tony Leung Chiu Wai) öldürmek için bir topluluk kurar. Wong da bu gruba dahildir ve görevi Bay Lee'nin metresi olup uygun anda öldürülmesini sağlamaktır.

Bunun için Wong ve gruptan biri karı-koca rolünü üstlenerek kendilerine Bay ve Bayan Mak ismini verirler. Bu şekilde Wong, Bayan Lee (Joan Chen) ile tanışır ve onun oyun grubuna dahil olarak sürekli eve girip çıkmaya başlar. Bu esnada kısa kısa da olsa Bay Lee'yi görmektedir ama henüz amacına ulaşamamıştır. Adamla yakınlaşacakları esnada grup arkadaşları Wong'a bakire olmaması gerektiğini hatırlatır ve içlerinden biri bu "ulvi" görevi üstlenir. Wong hazır olduğunda Bay ve Bayan Lee Hong Kong'dan ayrılmaya karar verdiklerini söyler ve giderler. Her şey boşa gitmiştir.


Wong bu kötü haberden sonra her şeyden elini eteğini çeker ve o da Hong Kong'dan ayrılıp daha önce yarım bıraktığı öğrenimini tamamlamak için halasının yanına gider. Orda yeniden Kuang'la karşılaşır ve hala aynı şeyin peşinde olduklarını öğrenir. Wong tekrar Bayan Mak rolüne bürünür ve Bay Lee'yle görüşmeye başlar. Bu sefer her şey istenildiği gibi gider ama zaman geçtikçe Wong Bay Lee'den etkilenmeye başlar.

Plan yapılıp adamı istenilen yere çektiğinde bunu yapamayacağını anlar ve ona kaçmasını söyler. Bay Lee onu öldürmeye çalışanlardan kurtulur ve daha sonra onlardan intikamını alır.

Film bence güzeldi. Eşim özellikle Çin, Japon, Kore işte ben pek ayırdedemiyorum ama o tip filmleri sever. Onun sayesinde değişik bir sürü film seyretmişliğim vardır. Infernal Affairs'i belki bilmezsiniz ama eminim The Departed'ı birçoğunuz biliyorsunuzdur. Hani şu Leonardo DiCaprio'nun oynadığı film. Bizde her türlü dizi araktır ya, Amerikalılar da işte iyi filmleri alıp tekrar çekerler aslında, Infernal Affairs gibi, Ringu gibi. Departed da Infernal Affairs'ın Amerikancası aslında. Ring'in Ringu'nun Amerikancası olması gibi :)

Bu filmde Bay Lee rolünde oynayan Tony Leung'u ben asıl Infernal Affairs'te tanımıştım. Daha sonra yine çok güzel bir film olan Hero'da seyrettik kendisini. Çok başarılı bana göre.

İşte Wei Tang'in filmin galasındaki şeker hali :)

Orfanato, El

Alın size bir film daha. Korku filmi seyredelim diyerek koltuklara yayıldığımızda gerilmeye başlamıştım bile..


Laura (Bêlen Rueda) bir yetimhanede büyümüş ve 7 yaşındayken ordan ayrılmıştır. Yıllar sonra eşi Carlos (Fernando Cayo) ile birlikte büyüdüğü yetimhaneyi alıp bakımevi haline getirmek ister. Evlat edindiği oğlu Simôn (Roger Prîncep) ile birlikte 6 engelli çocuğa bakabileceğini düşünerek odaları hazırlamaya başlar. Ancak zaman içinde garip şeyler olmaya başlar.

Simôn hastadır. Hep hayali arkadaşları olmuştur. Yeni evlerine taşındıklarında Laura ve Carlos, Simôn'un hayali arkadaşlarını eski evlerinde bıraktığını düşünerek rahat edeceklerini sanırlar ama Simôn burda da yeni arkadaşlar bulmuştur üstelik onlarla oyun oynar. Hayali arkadaşları en değerli şeyini alıp onu saklarlar ve bıraktıkları ipuçlarıyla Simôn onu bulmaya çalışır, bulduğu zaman da bir dilek hakkı olacaktır. Annesini inandırmak için oyunu birlikte oynarlar ve Simôn'un paralarını bulurlar. Laura her şeyi Simôn'un ayarladığını düşünür ama gerçek bu değildir.


Evin tadilat işleri bitip de her şey hazır olunca gelecek çocuklar için bir hoşgeldin partisi hazırlanır. Bu partide Laura çuval maskesi takan bir çocuk tarafından banyoya kilitlenir. Carlos onu bulduğunda şaşkınlık içindedir ve ne olduğunu anlamaz. Laura ürkmüştür ve daha önce arkadaşlarından birinin evini göstermek için kendisini çağıran Simôn'a hayır cevabini verdiği için pişmanlık duyarak Simôn'un odasına gider. Ancak Simôn orda değildir. Bütün gün arasalar da Simôn'u bulamazlar.
Aradan 6 ay geçmiştir. Simôn hala ortada yoktur. Laura görüştüğü kişilerden sonra evine medyum çağırmaya karar verir. Medyum Aurora (Geraldine Chaplin) ve arkadaşları sistemi kurup evi araştırmaya başlar. Aurora evde 5 çocuğun olduğunu söyler. Laura'nın hazırladığı odada ağlamaktadırlar.
Carlos bu kadar gerilime dayanamaz ve evi terketmek ister. Ama Laura hala oğlunun öldüğüne inanmamaktadır ve onu bulmadan evden ayrılmak istemez. Carlos'tan ona 2 gün vermesini ister. Carlos evden ayrıldığında Laura çocuk odasındaki bütün eşyaları eski hallerindeki gibi düzenler. Eski dolaplardan önlük bulup onu da giyer ve çocuklarla oyun oynamak için hazırlanır.

Eski günlerdeki gibi saymaya başlar : "1, 2, 3 gel beni dürt (Türkçesi bu şekilde olmamalı be :)" şeklindeki dizeleri söylemeye başlar. Önceleri arkası boştur ama saymaya devam ettikçe arkasında sıra sıra çocuklar belirmeye başlar.
Laura çocuklardan birini takip ederek evin içinde daha önce gitmediği yerlere gider ve Simôn'u bulur. Ama belki de Simôn onu bulmuştur..
Simôn rolündeki Roger Prîncep acaip şeker bir çocuktu. Boncuk gibi gözleri, uzun uzun kirpikleri vardı ki bayıldım kendisine :)
Filmde de çok gerildim doğruyu söylemek gerekirse. Bazı sahnelerde gözümü bile kapattım. Ondan sonra da bu ben miyim diye düşündüm kendi kendime :) Eskisi gibi korkunç şeyler seyredemiyorum artık.
Gerilmek isteyenlere bu filmi öneririm. İyi seyirler!
Hamiş: Bu filmle ilgili bir şarkı bulamadığım için Donnie Darko'nun o muhteşem film müziklerinden biriyle başbaşa bırakıyorum sizi..

Kelime Oyunları : Hazırlık

( resim burdan alınmadır)

Gözlerini açtığında etrafındaki kimseyi tanıyamadı. Az önce bulunduğu yerdeki herkesi tanıyordu ve bilerek gitmişti oraya. Şimdi kafası biraz karışmıştı. Bu ilk seferiydi çünkü. Neyin ne olduğunu anlamak için zamana ihtiyacı vardı.


15 dakika sonra kendine gelebildiğinde yavaş yavaş hatırlamaya başladı. Hazırlıklara 1 gün öncesinden başlamışlardı. Göreceği insanları, işledikleri suçları, resimleri tek tek göstermişlerdi ona. Bu işte yalnız değildi.


Odanın iki duvarına dizili 6 yatak vardı. Altısının başında da görevliler dikilmiş serumları kontrol ediyorlardı. Kendisi gibi yeni yeni ayılmaya başlayan Simon'u görünce biraz rahatladı. Onunla diğerlerinden önce konuşması ve her şeyi açıklığa kavuşturması gerekiyordu. Simon'la gözgöze gelmeye çalıştı. Ürkek bakışlarını diğerlerinden saklamaya çalışarak gözlerini buluşturdular. Simon birden hatırlamıştı. Yapılacak tek şey vardı. Geri gitmek.


Zamanları çok azdı. Eğer biri anlarsa çok geç olacak ve bir daha geri dönemeyeceklerdi. Simon titremeye başladı. Onca hazırlık bir yalandı demek. Bu biz tezgah diye düşündü. Neyse ki Dan de anlamıştı bunun tezgah olduğunu. Şimdi birlikte olmalı ve kendilerini bu durumdan kurtarmalılardı. Dan'e kısa bir bakış daha attı ve tekrar titredi. Bu sefer diğer yatakların başındaki görevliler de Simon'un başına gelip toplandılar. Neyi olduğunu sorduklarında Simon'un cevabı hazırdı : "Görev yarım kaldı" dedi sessizce. "Acilen dönmeliyiz." Önce şüpheyle baktılar ona. Ama Dan de aynı tepkileri verince biraz yumuşadılar. Yapılacakları, gerekli süreyi, gerekli malzemeleri, her şeyi tamı tamına ayarlamışlardı. Görevin şaşmaması lazımdı ama iki adam birden aynı şeyi söylüyorsa bunda doğruluk payı olmalıydı. Simon ve Dan en iyi adamlarıydı ve onlara güvenmek zorundalardı. Seruma tekrar enjeksiyon yaptılar ve iki adamı da geri gönderdiler.


Önce Dan açtı gözlerini. Eski bildik yere ulaşmıştı. Çevresinde onlarca ürkek bakış vardı. Ondan korkuyorlardı ve odanın dört bir köşesine sinmişlerdi. Sonra Simon açtı gözlerini. O da aynı manzarayla karşılaşıp geri dönebildiklerini görünce gülümsedi önce. Dan'a baktı ve bir şey söylemeden yürümeye başladı. Kapıya yakın köşedeki kıza yakşaltı önce. Kızın yüzü gözü kir içindeydi. Günlerdir su yüzü görmemişti bu insanlar. İlk karşılaştıklarında Dan ve Simon'un amacı bu insanları öldürmekti. Ona göre programlanmışlardı adeta. Ama şimdi gerçekleri biliyorlardı ve sırf onları kurtarabilmek için kendilerini tehlikeye atmış ve geri dönmüşlerdi işte. Ömürlerinin sonuna kadar burda kalmak zorunda kalsalar bile bu insanlara yardım edeceklerdi. Yıllardır gün yüzü görmeyen bu körpe vücutları güneşe taşıyacaklardı.


Ürkek yüzler Dan ve Simon'a yaklaşmaya başladı. Sanki anlamışlardı geri dönüşlerinin nedenini. Yaklaştıkça ürkeklikleri de kayboldu. Yeni bir ümit doğmuştu onlar için..

24 Mart 2008 Pazartesi

Darağacında Üç Fidan


En son Ankara'ya gidişimizde yeni aldığım Maeve Binchy kitaplarımı yanıma almayı unuttuğum için onları okuyamamıştım. Ama onun yerine Tunalıdan aldığımız Darağacında Üç Fidan'a başlamıştım.

Hepimizin bildiği isimlerin yine bildiğimiz mücadelesinden bahsediyor kitap. Nihat Behram'ın kaleme aldığı kitap aslında idamlardan 4 sene sonra, 1976'da yazılmış. Ama sonra toplatılmış, yasaklanmış vs. Şimdi yeniden basılmış. O yüzden belki de daha önce okumuşsunuzdur kitabı.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve arkadaşlarının, onlarca fidanın göz göre göre idam edilişi ve bu süreç içinde yaşanılanları anlatan bu kitabı mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

23 Mart 2008 Pazar

The Flock

Dün Badem bize kısır yaptı. Seneler evvel kapı komşuları kısır yapıp yedikçe o hep daha fazlasını istermiş. Ama her seferinde bize kısır yapar mısın demeye utandığı için sonunda kendisi öğrenmeye karar vermiş. Yani sanırım lise yıllarından beri harika kısır yapıyor :)

Kısırın yanına ne yiyelim sorusu vardır ya, bizde kısırın yanına ne seyredelim sorusu vardır :))


İşte yine böyle bir günde benim düşünmeme gerek kalmadan Badem Flock'u seyredelim dedi. Hiç tanıdık gelmedi bana bu isim. Meğer rişar jerin filiymiş.
Seyretmeye başlayınca daha önce fragmanını gördüğümü hatırladım.



Errol Babbage (Richard Gere) Halk Güvenliğinde cinsel suçlarla ilgilenen bir ajandır. 2 hafta içinde işten ayrılacağından yerine geçmek için Allison Lowry (Claire Danes) de işe başlar. Errol'ın görevi hem Allison'a işi öğretmek hem de günlerdir kayıp olan Harriet(Kristina Sisco) adlı kızı bulmaktır.


Errol Harriet'ın, daha önce cinsel suçlar nedeniyle listeye alınan isimlerden biri tarafından kaçırıldığını düşünür. Bu yüzden tek tek onlarla görüşmeye başlar. Bu sırada Allison'ı da yanında götürerek onları tanımasını sağlar. Viole Frye (KaDee Strickland) kurbanlardan biri olduğunu söyler. Edmund (Russell Sams) suçu olmadığını söyler. Ama zaman içinde buldukları yeni bilgilerle tahminlerinde yanılmadıklarını göreceklerdir. Suçlu gerçekten de listedekilerden biridir.

Filmde Edmund'un sevgilisi olarak bir iki dakikalığına gördüğümüz kızı Avril Lavigne'e çok benzetmiş ama emin olamamıştım. Gerçekten de oymuş. İlk film denemesi heralde diye düşünürken daha önce Fast Food Nation ve Over The Hedge gibi filmlerde de rol aldığını görünce şaşırdım doğrusu. Üstelik bir sürü dizide de kısa kısa rolleri olmuş.

Filme gelince ben beğenmedim. Sıkıcı buldum üstelik. Ne korkunç, ne gerilim ne romantik ne polisiyeydi bana göre. Öylesine bir filmdi yani. Kesinlikle tavsiye etmem ama Claire Danes'in oyunculuğu her zamanki gibi güzeldi, hakkını yememek lazım.




Claire Danes daha önce bir sürü filmde rol almışsa da benim için onu tanıdığım film Romeo & Juliet olmuştur. Daha sonra U-Turn, Les Misêrables ve Terminatör 3 filmlerinde de seyrettik. En son olarak da çok severek seyrettiğim Stardust'ta bahsetmiştim kendisinden.

20 Mart 2008 Perşembe

Fleet Sokağının Şeytan Berberi : Sweeney Todd

Dün Uzunbacaklarla birlikte oturduk Sweeney Todd'u seyrettik. Öncesinde güzelce karnımızı doyurduk tabi. İş çıkışı market market dolaşıp hamile olsam kesin aş eriyorum diyebileceğim bir durumda mantı arayıp da bulamayınca eve pizza servisine başvurmak zorunda kaldık. Ühü :(


Benjamin Barker (Johnny Depp) güzelliğiyle herkesi büyüleyen eşi ve minik kızıyla mutluluk içinde yaşayan bir berberdir. Kasabanın yargıcı Turpin de (Alan Rickman) Barker'ın karısının güzelliğinden etkilenir ve Barker'ı asılsız suçlarla tutuklatıp 15 yıl kalacağı hapishaneye gönderir.



Yıllar sonra Benjamin Barker eski kimliğini hapishanede bırakmış ve intikamını almak üzere yeni ismi Sweeney Todd ile kasabaya dönmüştür. Önce eski evine gider. Alt katta turta yapan Mrs. Lovett ile tanışır ve karısının yıllar önce intihar ettiğini, kızınınsa yargıç Turpin tarafından evlat edinildiğini öğrenir.


Öncelikli olarak düşündüğü şey kızını kurtarmak değil intikamını almaktır. Bunun için eski usturalarını bulup işe girişir. Yeni işi insanları turtacının üst katındaki berber dükkanına çekip boğazlarından kesmek ve onları öldürmektir. Mrs. Lovett'a göre bu savurganlıktır. Onca et ziyan olmaktadır. Bunun üzerine Todd'la ortak bir işe girişirler. Todd öldürmekte, Lovett'sa yeniden düzenlediği dükkanında leziz etli turtalar yapmaktadır.


İşleri iyi giderken Mrs. Lovet'ın yanına aldığı çırak ve kasabada deli gibi dolaşan pasaklı bir kadın ortada bir şeytanlık olduğunu anlar ve bunu herkese söylemeye çalışırlar. Mrs. Lovett çocuğu kıyma yaptıkları mahzene kilitler. Deli kadınsa çoktan mübaşiri çağırmıştır. Ama Todd buna hazırlıklıdır. Mübaşiri öldürür. Sonra kadını da öldürür hatta daha sonra evlatlık kızını aramaya gelen yargıç Turpin'i de öldürür. Etrafta kimsecikler kalmayıp da mahsene indiğinde deli kadını yerde yatarken görür ve birden onu tanır. O karısıdır. Mrs. Lovett ona yalan söylemiştir. Todd çok sinirlenir ve Lovett'ı fırına atar. Bu arada çırak çocuk da mahzende saklandığı yerden çıkar ve Todd'un yere düşürdüğü usturayı alıp onun boğazını kesmek suretiyle filme son verir..


Hepsini neden anlattım? Çünkü meraklı okuyucularımız var :) Anlatmasam hemen zıplyorlar. Zaten filmi seyrederken kendinizi korku filminden ziyade değişik kostümler, değişik insanlar görmek için gittiğiniz bir müzikalde sanıyorsunuz. Ben bu tip bir filmde müzikal fikrinden çok hoşlanmadım ama yine de yönetmene şapka çıkartıyorum.

Bu müzikal korku filmini tabi ki Tim Burton yapmış diyeceğim çünkü Tim Burton garip filmlerin adamıdır. Filmin ilk sahnelerinden itibaren onun elinden çıktığını anlarsınız. Adam acaip fantastik :) Ben çok seviyorum. Corpse Bride (anime) daha önce de Depp'le birlikte çalıştığı Sleepy Hollow, Edward Scissorhands, küçüklüğümden beri çok severek seyrettiğim Beetle Juice, yenilerden Charlie and the Chocolate Factory hep bu fantastik adamın elinden çıkmış. Bana göre iyi ki var yani :)

Alan Rickman'ı nerden tanıdığımıza gelince öncelikle "Severus Snape" ile Harry Potter serisinden diyeceğim. H.P. ve Felsefe Taşı, H.P. ve Sırlar Odası, H.P. ve Azkaban Tutsağı, H.P. ve Ateş Kadehi, H.P. ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı şimdiye kadar o güzel kitaplardan filmleştirilenler. Daha önce bahsettiğim Perfume: The Story Of A Murderer adlı filmde de oynuyordu.

Helena Bonham Carter'ı ise hep değişik karakterlerde seyrettik. Fight Club buna güzel bir örnek. Daha önce bahsettiğim Conversations With Other Women'da da oynuyordu. Eşi Tim Burton'un Charlie and the Chocolate Factory filminde de rol aldı. Corpse Bride'ımızın sesinin de onun sesi olduğunu hatırlatmak gerekir.

Johnny Depp'in 15 yaşındayken ilk olarak müzikle aleme girdiği düşünülürse şarkıları nasıl bu kadar güzel söylediğine şaşmamak gerekir (benim unuttuğum bu bilgiyi Uzunbacak hatırlattı).

Filmle ilgili daha fazla bilgi için sevgili Gülçin'in bloguna bakabilirsiniz.

19 Mart 2008 Çarşamba

Eternal Sunshine Of The Spotless Mind haberi


Cumartesi günü TV8'de o çok sevdiğim filmlerden biri varmış : Eternal Sunshine Of The Spotless Mind (Sil Baştan). Daha önce seyrettiyseniz bile iyice sindirmeniz için bir kez daha seyretmenizi şiddetle öneririm.

Jim Carrey zaten çok başarılı bulduğum aktörlerdendir. Her rolünün hakkını ziyadesiyle verir. Kate Winslet'sa bu filmde şekilden şekilde girerek üstün bir performans sergiliyor bence. Fazlasıyla ruh karmaşası olan bir film ama aslında çok da romantik bence. Neler yapıldığı düşünülürse..



İyi seyirler :)

The Mist


Gelelim Pazar günü seyrettiğimiz filme. The Mist.

Sisle ilgili bir sürü film çekildi, bir sürü kitap yazıldı sanırım. Bu da Stephen King'in aynı isimli romanından olma bir film.

David rolündeki Thomas Jane'i bir sürü filmden biliyoruz. Deep Blue Sea ve Face Off aklıma gelenlerden ikisi. Filmde gıcık, psikopat Mrs. Carmody rolündeki Marcia Gay Harden'i ise çok tanıdık bulmama rağmen hangi filmlerden bildiğimi bir türlü hatırlayamadım. Ufak bir araştırma sonucunda epeyce kalabalık bir film geçmişine sahip olduğunu gördüm ve aslına bakarsanız Mona Lisa Smile ve Mystic River'da oynadığını görünce hafızama göz kırptım(!) :) .

Amanda rolünde (ama filmde ismi hiç geçmiyor, onu David'in oğluna göz kulak olan hoş sarışın bayan olarak tanıyoruz) oynayan Laurie Holden'ı ise en son seyrettiğimiz Silent Hill filminden biliyoruz. Aslına bakarsanız daha birçok filmi var. Filmi seyrederseniz o da çok tanıdık gelecektir size. X-Files, Majestik, Fantastic Four aklımda kalanlardan..

Neyse filmimizin konusuna gelirsek, David ve oğlu Billy önceki geceki fırtınadan yıkılan ağacın kırdığı camlarını tamir etmek için şehre iniyorlar. Bu arada David'in karısı evde yalnız kalır.


David ve Billy markete girdiklerinde etrafa birden sis basar. İnsanlar önce şaşırsa da sisin içinden yüzü gözü kan içinde koşarak çıkan Dan'i (Jeffrey DeMunn) görünce korkarlar.
Dan sisin içinden bir "şey"in çıkarak arkadaşını yakaladığını söyler ama kimseyi buna inandıramaz. Yine de kapılar kapatılır. Bu arada her ihtimale karşı dışarı çıkmama kararı alan market halkı :) markete yerleşmeye çalışırken bir sarsıntı olur ve her şey yıkılır. David ve birkaç adam arka taraftaki depoya gidip sarsıntıdan kesilen elektriğe çözüm bulmaya çalışır. Dışarı çıkıp jeneratör kablolarını düzeltmek isteyen Norm'u (Chris Owen) dokunaçları olan bir şeyin çektiğini görünce bir yandan Norm'u çekmeye çalışırlarken bir yandan da yaratığın diğer dokunaçlarından kurtulup kapıyı kapatmaya çalışırlar.


Gördüklerini markettekilere anlatır ama yine de inandıramazlar. Bu arada Mrs. Carmody dinle kafayı bozmuştur. Her şeyin Tanrı tarafından yapıldığını, Tanrı'nın kendilerini cezalandırdığını söyler. Zaman içinde kendisine inanan bir grup da toplar üstelik. Bir ara öyle bir zıvanadan çıkarlar ki Tanrı'nın kan istediğini bunun için Billy'i kurban etmek gerektiğini söylerek çocuğu tutup dışarı atmaya çalışırlar. David ve onun tarafındakiler bunu engeller ve dışarı çıkmak için ellerinden geleni yaparlar. Ama her taraf börtü böcekle doludur ve kaçmaları zor olacaktır.

David'in arabasına ulaştıklarında koca yaratık birkaç kişiyi daha yakalar. Arabaya bindiklerinde sadece 5 kişi kalmışlardır. Benzinleri bitene kadar yol alırlar ama araba durduğunda hala sisten kurtulamamışlardır. Kimse yaratık tarafından yenmek istemez ve ölmeyi tercih ederler. Ellerindeki silahtaysa sadece 4 kurşun kalmıştır..

18 Mart 2008 Salı

Eğlenceli kişilik

Haftasonu Ankara'ya gidip dostlarla buluştuk. Ankara'ya yaptığımız her yolculuk keyifli olmuştur.. İnsan sevdikleriyle buluştu mu keyfine diyecek olmuyor..

Eşimin üniversiteden arkadaşlarıyla vakit geçirme mutluluğunu bir kez daha yaşamış olduk böylece. Bemre de İstanbul'dan geldi. Biz Cumartesi karga burnunu görmeden yola çıktık, kahvaltıya kayınvalidemlerdeydik. Karnımızı tıka basa doyurduktan sonra Tunalıyı turladık. Sonra Ayça'yla Selim'in karınını doyurmak üzere Zeynel'e gittik. Orda oturup üşüdükten sonra (yok yok o kadar da üşümedim) Cancan'lara gitmeye karar verdik. Teknolojiyi Cancan'dan takip ediyoruz biz. En son Wii almış (Megavizyonda 599 YTL'ye gördüm ben, ama yine de pahallı tabi). Wii acaip bir oyun. Ben aslında böyle bilgisayar başına otur, hemoroid olmaya yakın bir zamana kadar oyun oyna durumlarını sevmiyorum (Badem Badem duy sesimizi!!). Ama Wii bambaşka bir şey. Bir kere oturmuyorsunuz. Adeta oynuyorsunuz. Farklı oyunlar var içinde. Biz mesela tenis, bowling ve boks oyunlarını tercih edip onları oynadık. Kumandaları var aletin. Onları alıp teniste raket gibi, bowlingde top gibi, boksta elinize geçirdiğiniz eldiven gibi kullanıyorsunuz. Sizin hareketinize göre ekranda gördüğünüz (mesela teniste) raket hareket ediyor. Önce dörderli gruplar halinde tenis oynadık. Cancan, Ayça ve Selim tecrübeli olduklarından bizi yendiler. Boksta ikimiz de yeni olmamıza rağmen Ayça şampiyon oldu :) Erkekler maçınıysa Bemre'nin kazandığını söylememe gerek yok sanırım diyeceğim ama Bemre'yi tanıyan yok aranızda :)

Kısacası Wii çok eğlenceli bir oyun. Üstelik ailecek oynanabileceği gibi kendi başınıza da oynayıp ev içinde, ya da kapalı mekanda, dışarıdaki gibi hareket edip hem oynayıp hem kalori harcayabiliyorsunuz. Fiyat konusunda takipte olacağım için düşünenler varsa aldığımızda haberdar ederim sizi de..

Böylesi güzel vakit geçirince her dönüş yolumuzda acaba Ankara'ya mı taşınsak diye düşünmeden edemiyorum. Sonra Ankara'nın gri havası ve deniz olmayışı geliyor aklıma. En azından deniz kenarında küçük bir sahil kasabası tadında bir yerde yaşıyoruz diye düşünüyorum. Sonra acaba İzmir'e gidip daha güzel bir sahil kasabasında mı yaşasak diye geçiriyorum aklımdan. Bu sefer de ailemden ve burdaki arkadaşlarımdan ayrılmak çok zor geliyor. Düşündüğümle kalıyorum sonunda..

Neyse devam edeyim ben. Pazar günüyse evimize dönüp film arşivimizi arşınlamaya başladık.

Filmlerden bir dahaki yazımda bahsedeceğim.

Bu arada Lost'u da tam gaz takip ettiğimizi belirtmek isterim. Ah Öykücüm şu bilibisi alamadınız gitti :)

Hamiş : Bu yazı için size yine Cancan sayesinde geçen seneden tanıdığımız Amy Winehouse'u seçtim. 1983 doğumlu olmasına rağmen acaip olgun ve de siyahi bir sese sahip. Londro doğumlu beyaz bir kız halbuki. Yaşını hesaplamak bile istemiyorum! :)

Burdan dinleyebilirsiniz.

14 Mart 2008 Cuma

Kelime Oyunları : Sürgün

Sürgün edildiğinde henüz 19 yaşındaydı. Daha yolun başındayım sanıyordu ama yaşayacağı çok şey vardı. Gazetede ufak bir yazı yazmıştı sadece. Özgürlük istemenin neresi yanlıştı anlamıyordu. Ama sürgün edilmişti bir kere. Geriye dönüş yoktu. Bütün sevdiklerinden ayrılacaktı o gün. Daha bir sevgilisi bile yoktu ama baba ocağından ayrılmak da çok zor gelmişti ona. Gözleri yaşlı annesinin medet uman bakışları karşısında yüreği parçalanıyordu. Babasınınsa kafası dikti, oğluyla gurur duyuyordu çünkü..

Apar topar gemiye bindiğinde ruhunun bir parçasını Urla'da bıraktığını hissetti. Annesiyle babası minicik noktalar haline gelene kadar baktı, baktı, baktı.. Onları göremez olduğunda kendini koyverdi. Gözyaşlarına engel olamıyordu bir türlü. Aslında o da gururluydu, pişman da değildi üstelik ama gözyaşlarını dindiremiyordu işte.

Aradan yıllar geçti. Sürgünde yaşadıkları onu çökertmişti. Ailesinden sürekli mektup alıyordu. Tek dayanağıydı bu mektuplar. 3 ayda bir ancak geliyordu ama geliyordu ya işte, o da yeterdi. En son mektupta affedildiğini okuyunca inanamadı. İçi titredi birden. 10 yıldır çektiği azap sona erecekti sonunda. Üstelik sadece bir yazı yüzünden. Ufak bir yazı yüzünden 10 yıl ailesinden uzakta yaşamıştı.

Urla'yı tanıyamadı ilk ayak bastığında. Onu karşılayan iki yaşlı insanı da tanımayadı adeta. Annesinin başındaki saçlar bembeyaz olmuştu. Babasınınsa iyice kamburu çıkmıştı. Üstlerinde her yerleri yamalı kıyafetler vardı. Sadece gözleri aynıydı. Aynı sevgi dolu gözlerle bakıyorlardı oğullarına. Öyle bir kucakladılar ki onu, sanki kaçırdıkları 10 yılın acısını çıkartmaya çalışıyorlardı. Yüzlerinde gülücükler açmıştı üçünün de. Artık birlikteydiler. Artık umutları vardı, her şey iyi olacaktı..

13 Mart 2008 Perşembe

Hayat arkadaşım


Eşim, sevgili hayat arkadaşımla tanışmamız 1992 yılına dayanır. O zamanlar hazırlık ve orta birinci sınıfı başka bir şehirde okuyup sınıfımıza nakil olan bir öğrenciden fazlası değildi benim için. Ama tesadüf bu ya, sınıfa gelip de en arka sıraya geçip oturduğunda onunla tanışmaya giden ilk sınıf arkadaşı ben olmuştum :)

Ortaokulun devamında ve lisede, 7 senelik okulumuzda, hep aynı sınıfta okuduk. Yıllar geçtikçe arkadaşlığımız da ilerledi ve yazlarımız ayrı geçmez oldu. Yine de hep bir mesafe vardı aramızda. O çok suskundu, bense heyecanlı. Lise son sınıfta mezuniyet gecemiz için hazırlıklara başladık. Bana birlikte gitmeyi teklif ettiğinde aklım nerdeydi bilmiyorum. Tek düşündüğüm onun sessiz oluşu, benimse masada oturmak istemediğimdi. Yine de hayır derken üzgündüm. Çünkü o iyi bir insandı, sadece iyi bir dans arkadaşı olmayabilirdi (bu arada aslında ben de dans etmekten hoşlanmıyorum).

Üniversite sınav sonuçları açıklandığında onun tek tercih yaptığı Ankara’daki üniversiteyi kazandığını duyduk. Bense İstanbul’a gidecektim. Yazları aile evinde yine burada buluşmaya devam ettik. Artık farklı şehirlerde olsak da aslında bütün arkadaşlarımızla birbirimize bağlıydık. Yaz tatillerimiz güle oynaya geçiyordu.

Üniversitelerimizi bitirdiğimizde olduğumuz şehirlerde işe başladık. Birimiz İstanbul’da birimiz Ankara’da..

Bir gün, canım ablacım burada işe girmeye çalışırken ben de iş yerimden ve iş arkadaşlarımdan sıkılmışken, ablamla birlikte aile ocağına dönmek istediğimi fark ettim. O gün bir rüya gördüm.

Kocaman bir tepsi dilek kurabiyesi geldi önüme. Hani Çin midir Japon geleneği midir, içinden fal gibi kağıtlar çıkan kurabiyeler var ya, onlardan. Masada da kocaman bir yapbozun parçaları var. Yavaş yavaş yapbozu oluşturmaya çalışıyoruz. Yanımda da Ankara’da çalışan bir arkadaşım var. Dilek kurabiyelerini açıp ters çevirdikçe yapbozu tamamlamaya çalışıyorum. Dilek kurabiyelerinin arkalarında yapbozun resimleri var çünkü. Sonunda masanın ortasında kocaman bir resim beliriyor. Bir şövalye prensese sarılmış öylece duruyor. Ama şövalyenin ve prensesin kim olduğunu göremiyorum. Bir parça eksik çünkü. Biraz arandıktan sonra masada kalan son dilek kurabiyesini buluyorum ama Ankara’da çalışan arkadaşım o kurabiyeyi saat 7’ye kadar açmamam gerektiğini söylüyor. Ben bekliyorum. Saat 7 olunca kurabiyeyi açıp yapboza yerleştirdiğimde şövalyenin eski arkadaşım, şimdiki sevgilim olduğunu görüyorum. Prenses de benim tabi ki :) Kurabiyeden çıkan kağıttaysa eşimin ismi yazıyor. Tamamlayan parçada yani.

Ertesi gün uyandığımda hala rüyanın etkisindeyim. Akşama Badem’i arıyorum. Rüyadan falan bahsetmiyorum tabi. Havadan sudan konuşuyoruz. En sonunda ona buraya döneceğimi söylediğimde o da burada işe başvurduğunu ve geleceğini söylüyor. Şaşırıyorum çünkü ikimizin de böyle bir düşüncesi yok eskiden..

3 ay sonra ikimiz de buraya dönüyor ve yeni işlerimize başlıyoruz. Liseden yakın arkadaşlarımızın bazıları da zaten burada çalışıyor. İstisnasız her gün buluşuyoruz. Çınaraltına gidip okey oynuyoruz, sinemaya gidiyoruz, evlerde buluşuyoruz. Baya da kalabalık bir gurubuz. Ama en yakın olarak Badem’le birbirimizi seçmişiz.

Bu şekilde 4 ay geçirdikten sonra 7 Ekim günü Badem bana bütün hislerini açtı ve birlikteliğimiz başladı.

Şimdi geriye dönüp de baktığımda bu hikaye çok etkileyici geliyor bana. Yapbozda eksik kalan parça, saat 7’de açmam gerektiği, Ankara’dan gelen arkadaş, birbirlerinin tamamlayıcısı olma durumu hep bir şeyler ifade ediyor şu anda ve içim titriyor.

Bütün bunları neden anlattım peki? :)

Geçenlerde bir arkadaşla yürüyüş yapıyoruz sahilde. Arkadaş dediğim daha yeni tanıştık ama çabuk ısındık. Geçtiğimiz senelerden bahsediyorum sohbet sırasında. Hava bahara dönmeye başladı ya, sahilde yürürken geçen sene öğlenleri çıkıp kitabımla çınaraltına gidip oturduğumu, yemek için eşimi beklediğimi anlatıyorum. İç geçiriyor yeni arkadaşım. Ne güzel diyor, evlisin ve hala kocanla öğlenleri buluşup yemek yeme hayalleri kuruyorsun..

Bütün bunları şu son cümle için yazdım aslında. Çünkü gerçekten bir insanın evli olup da öğlenleri ya da iş arasında herhangi bir zaman eşini görmek istemeyebileceğini düşünmemiştim. O yüzden, birlikte vakit geçirmekten çok hoşlandığım bir insanla evlendiğim için çok şanslı hissettim kendimi. Bir ilişkide ya da evlilikte bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü fiziksel, kimyasal işte ne derseniz, çekicilik zamanla kayboluyor. Aynı insanla 50 seneden fazla evli kaldığınızı düşünün. Birlikte vakit geçirmekten hoşlanmıyorsanız değil 50 sene, 1 sene bile katlanamayabilirsiniz.

Sonuç olarak ;

Bütün arkadaşlarımızın, gerçek dostlarımızın kıymetini bilelim :) Konuyla baya paralel bir sonuç oldu değil mi? :)

Kürk Mantolu Madonna


Ben yazana kadar bu kitapla ilgili aklımda olan her şey silinip süpürülecek. O yüzden bir an önce anlatmak istiyorum.

Sabahattin Ali’nin kitaplarını yaşantısından ötürü çok okumak istiyordum. Önce Kuyucaklı Yusuf’la başlamıştım bu serüvene. Ama onda hoşuma gitmeyen şeyler vardı.

Bu kitabıysa çok sevdim. Öykücümün benzetmesiyle eski Yeşilçam filmlerindeki o yaşanamamış aşklardan biri Raif Bey ile Kürk Mantolu Madonna’nın hikayesi. Yarım kalan bir yaşam var adeta. Hüzünlü, iç burkan bir hikaye..

Anlatıcı konumundaki karakterimiz bir yerde işe başlar. Burada Raif adında sessiz bir adam vardır. Aynı odada çalışmalarına rağmen onun hakkında hiçbir şey bilmez anlatıcımız. Bir gün Raif Bey’in çizdiği resimlerden birini görünce onun aslında çok derin bir adam olduğunu anlar ve onu anlamak için çabalar. Raif Bey de bu ilgiyi fark eder ama içini kimselere açamaz.

Arkadaşlıkları ilerlerken Raif Bey yine hastalanır ve yataklara düşer. Bu sefer kötüdür ve çok yakın hissettiği anlatıcımıza günlük olarak tuttuğu defterini verip onu yakmasını rica eder. Anlatıcımız asıl Raif’i çok merak ettiği için bu defteri atmadan okumak için ondan izin ister ve ana hikayemiz burada başlar..

Raif Bey babasının sabun fabrikasını geliştirmek için eğitim amaçlı Almanya’ya gider. Ama sabun fabrikasını da oradaki insanları da çok sevmez ve kendi başına dolaşmaya başlar. Bir gün bir resim sergisinde gördüğü Kürk Mantolu Madonna resminin önünde saatler geçirir. Adeta resimdeki kadına aşık olmuştur. Günlerce sergiye gidip aynı resmin önünde uzun saatler geçirmeye devam eder. Bir gün bir kadın gelip ona bu resmi neden sevdiğini sorunca onu annesine benzettiğini söyler ilkten. Aslında yanına gelen kadın, tablodaki kadının kendisidir ama Raif o kadar kaptırmıştır ki kendini resme, kadını fark edemez bile.

Kadınla başka bir yerde tekrar karşılaşınca yaptığı hatayı fark eder ve kadının peşinde dolaşmaya başlar. Kadın da Raif’in ilgisinden memnundur ama şartları vardır. Kendisinden bir şey beklememesini ister. Karşılaştığı erkeklerin hiçbirisinde beklediğini bulamamış ve hayal kırıklığı yaşamıştır. Raif’in arkadaşlığından hoşlandığı için bu arkadaşlığı kaybetmemek adına ilişkilerinin arkadaşlıktan öteye gitmesini istemez.

Ama aşktır bu. Birbirlerini çok sevdiklerini itiraf edebildiklerinde Raif’in babasının ölüm haberi gelir. Raif Türkiye’ye dönmek zorunda kalır ama geç bulduğu aşkını yanına alacağına dair sözler vererek ayrılır sevdiği kadından. Hikayenin hüznü de burada başlar..

Ben çok beğendim kitabı. Eminim sizler de severek okuyacaksınız.

10 Mart 2008 Pazartesi

Dan In The Real Life

İşte bir film daha :)

Çok keyifli, romantik ve gerçekten seyredilesi bir film. Juliette Binoche'u her ne kadar dünyalar güzeli olarak görmesem de çok şeker bir gülümsemesi olduğunu düşünüyorum. Gülünce güller açıyor derler ya, işte O bana göre öyle..



Bu filmde de aynı şekildeydi. Rol arkadaşıyla çok uymuyorlardı görüntü olarak aslında. Bu filmdeki romantik kahramanımız Evan Almighty, The 40 Year Old Virgin gibi komedi filmlerinden tanıdığımız Steve Carell'di. Daha önce komik olarak seyrettiğim için romantik bir adam rolünde seyrederken ilk başlarda garipsedim biraz ama zaman geçtikçe gözüm alıştı efendi tavırlarına :)

Dan (Steve Carell) 3 çocuk babası dul bir yazardır. Her yılın aynı haftası kalabalık ailesiyle kır evine gidip birlikte vakit geçirirler. Kasabaya gelip de bir kitapçıya uğradığında tesadüfen Marie (Juliette Binoche) ile tanışır. Marie Dan'i kitapçıda çalışıyor sanarak kitap tavsiyesi ister. Gerçek anlaşıldığında Dan Marie'ye kahve ısmarlamak ister ve neredeyse tüm gün birlikte takılıp sohbet ederler. Bu sohbet esnasında konuşan hep Dan olmuştur, Marie ise dinleyici. Günün sonunda ayrılırlarken Dan Marie hakkında isminden başka bir şey bilmediğini farkeder ve daha sonra görüşebilmek için telefon numarasını alır.



Akşam aile evine gittiğinde (anne, baba, kardeşler, enişteler, kuzenler vs) yeni biriyle tanıştığından ve ondan çok hoşlandığından bahseder. Bu arada evde bir misafir de vardır ancak henüz tanışmamışlardır. Bu misafir Dan'in erkek kardeşi Mitch'in (Dane Cook) yeni sevgilisidir.

Filmin burdan sonrası tahmin edeceğiniz gibi Dan için eziyet şeklinde geçiyor çünkü Mitch'in yeni sevgilisi aslında Dan'in daha önce tanıştığı Marie'den başkası değil.

Dan'e eziyet derken Marie'ye de haksızlık olmasın. O'nun da aklı Dan'de olmasına rağmen Mitch'i üzmemek için bir şey diyemiyor.



Böylesi keyifli ve romantik bir filmden bekleneceği üzere mutlu sonla da bittiği için ben yüksek puan verdim. Çayınızı demleyin. Mısırınızı patlatın. Bir de Eti fıstıklı alın yanınıza. Filminiz hazırdır! :)

Ha unutmadan filmi Peter Hedges yönetmiş.

Kelime Oyunları : Duvar

kelime oyunlarına katılanlar : duvar

Daha önce de bu yollardan geçtim diye düşündü genç kadın. Daha önce de geçtim ve artık tecrübeliyim. Aynı şeyleri bir daha yaşamayacağım diye söz verdi kendi kendine. Artık eskisi kadar kolay inanmayacağım insanlara, kalbimi savunmasız bırakıp birden güvenmeyeceğim diye geçirdi içinden.

Aldatmak ne kadar kolaydı. Aldatılmak ne kadar kolay. Güven kolay kazanılmıyordu ama bir anda yok oluveriyordu işte.

Çevresindeki insanlara baktı. Bazıları ne kadar yakındı kendine. Bazılarıylaysa koca bir duvar vardı aralarında. Varlığı her zaman buz gibi hissedilen ama bir türlü yıkılmayan koca bir duvar..

No Country For Old Men :) (Anladın sen onu! :))

Evelsi gün oturduk Coen kardeşlerin yaptığı No Country For Old Men’i seyrettik. Aslında bu benim ikinci denememdi. İlkinin yarısında uyuyakaldıüım için deneme diyorum :) Eşim oturup bir güzel seyretmişti. Şimdi ödül falan da aldı ya, ben de merak içindeydim tabi. Eşim ikinci kere seyretmek istediği için bir daha denedik işte :) Bu sefer başardım ve sonuna kadar seyrettim.

Bence biraz ağır bir filmdi. Konu aslında biraz klasik. Uyuşturucu, para, kötü adamlar, kaçmaya çalışan adam ve devreye giren iyi yürekli bir polis. Uyuşturucu her şekilde başa bela olduğundan sürekli bu konuda film çekip duruyorlar :) Yani kullansan da satıcı olsan da para peşinde koşsan da sonunda zararlı çıkıyorsun. Vallahi biz seyrede seyrede anladık da şu Amerikalılar anlayamadılar bir türlü :)

Şaka bir yana Javier Bardem’in ödül almasına şaşmamalı. Gerçekten çok iyi bir performans sergilemiş. Rolüne öyle bir bürünmüş ki daha önce gördüğüm resimleriyle kıyaslayınca resmen tanıyamadım! Okuduğum dergilerden birinde J. Bardem’i sevmek için 10 neden diye bir yazı vardı. Vücudu da bu yazıdaki nedenlerden biriydi. Tabi uzun saçları, üzerinden çıkarmadığı o siyah kıyafetleriyle No Country For Old Men’da bunu anlamak biraz zordu!

Kısaca konuya değinmek gerekirse :

Llewelyn (Josh Brolin) geyik avlarken ıssız arazide birkaç kamyonet bulur. Komyonetlerin yanına gittiğinde 5-6 adamın öldürüldüğünü görür, araçlardan biri de ağzına kadar uyuşturucu ile doludur. Llewelyn bu katliamı yapan adamın kaçmış olacağını düşünerek iz sürmeye başlar ve uzakta bir adam daha görür. Onun yanına gittiğinde o adamın da öldüğünü ancak yanında bir çanta dolusu para taşıdığını fark eder. Llewelyn parayı alır ve eve gider.




İlk gördüğü kamyonetlerin birindeki adamlardan biri henüz ölmemiştir ve ondan su iştemiştir. Llewelyn’in yanında su olmasa da eve gidip de yattığında aklına bu adam gelir ve bidona su doldurarak tekrar araziye gider. Ancak o gittiği sırada paranın peşinde olan başka adamlar da araziye gelir ve Lwelyn’i görürler. Llewelyn onlardan kaçmayı başarsa da peşine hem Meksikalılar hem Amerikalılar düşmüştür artık. Üstelik bunlardan biri de Anton Chigurh'dir (J. Bardem). Elindeki müthiş silahla önüne çıkan herkesi öldürmektedir.





Llewelyn izini kaybettirdiğini düşünse de yanılır çünkü para çantasının içinde bir verici vardır ve satıcı bütün taraflara alıcı vermiş ve herkesi çantanın dolayısıyla Llewelyn’in peşine düşürmüştür.

Bu arada polis memuru Ed Tom da (Tommy Lee Jones) yardım edebilmek için Llewelyn’i aramaktadır ama bulduğunda çok geç olur..

Filmde çok fazla konuşma yoktu, konu da ağırdı dediğim gibi. O yüzden ağır bir filmdi bana göre. Ama oyunculuklar açısından seyredilmeli.