26 Şubat 2008 Salı

Beowulf


Dün oturduk Beowulf'u seyrettik. Animasyonları normalde çok severim ama bu animasyondan ziyade gerçek gibiydi. Bazı görüntüler o kadar gerçekçiydi ki artık aktörlere ya da aktristlere para vermek zorunda kalmayacaklar galiba diye düşündüm. Düşüncesi bile ürperrti beni. Mesela bir Al Pacino'yu bir Edward Norton'u beyaz perdede görememek beni feci üzer. Brrr!!



Hikaye bir şenlikte başlıyor. Kral Hrothgar (Anthony Hopkins) kraliyetinde yaşayan insanlara bir ziyafet veriyorken aniden canavar Grendel (Crispin Glover) gelip ortalığı darmadağın ediyor. İnsanları paramparça edip bir kısmını yerken bir kısmını fırlatıp atıyor. Kraliçe Wealthow (Robin Wright Penn) çok korkup saklansa da Kral Hortgar bu cani yaratığın karşısına çıkar ve kendisiyle dövüşmesini söyler. Ama Grendel ona bakıp geri döner.



Grendel yuvasına gittiğinde onu annesi karşılar (Angelina Jolie). Grendel'ın ne yaptığını bilmekte ve onun için üzülmektedir. Ona insanlara dokunmaması gerektiğini söyler ama Grendel'ın kulakları çok hassastır ve insanlar şarkı söylediği zaman canı yanar.

Katliamdan sonra Kral Hrothgar Herot adını verdiği eğlence evini mühürler ve Grendel'ı öldürene krallığındaki altınların yarısını vereceğini söyler.


Bu haber Beowulf'un da kulağına gitmiştir, adamlarıyla yola çıkar ve Hrothgar'ın krallığına gelir. Grendel'ın tekrar gelmesi için Herot'un mühürleri sökülür ve yine ziyafet verilir. Gece bitip de Hrothgar ve Weathlow odalarına çekilince Beowulf soyunup uyumaya başlar. Uyumadan önce adamlarına şarkı söylemelerini salık verir. Şarkılar başlayınca Grendel yerinden kalkar ve krallığa gelir. Beowulf'un adamlarını da parçalar. Ama Beowulf'la olan kavgasında yenik düşer. Beowulf Grendel'ın hassas noktasını bulup ona vurmaya başlayınca dev gibi olan canavar insan boyutuna gelir. Beowulf Grendel'ın kolunu koparır ve zaferinin kanıtı olarak asar.


Ama henüz savaş bitmemiştir. Beowulf bilmese de Hrothgar'ın bildiği bir gerçek vardır. Asıl canavar Grendel'ın annesidir. Yıllar önce Hrothgar bu canavarın büründüğü güzelliğe ve vaadettiği zenginliğe aldanıp ona bir çocuk vermiştir. Bu sayede hem kral hem ölümsüz olmuştur.

Beowulf bir canavar daha olduğunu öğrenince onu da öldürmek üzere yola çıkar ama o da Hrothgar gibi aldanacak ve kadının güzelliği karşısında yenik düşecektir. Yine de krallığa döndüğünde kadını öldürdüğünü söyler. Bunu duyan Hrothgar Beowulf'u varisi olarak ilan eder ve camdan atlayarak intihar eder. Böylece Beowulf kral olur ve yıllarca zenginlik içinde yaşar.

Ancak bir gün bir ejderha krallığa gelir ve her yeri yakıp gider. Bu ejderha Beowulf'un oğludur ve ondan kurtulmak da onun boynunun borcudur :)

Bu kadar anlattıktan sonra çok da sevmedim dersem ayıp olur mu? Yani çok ahım şahım bulmadım. Böyle fantastik hem de anime hem de canavarlı falan olsa bile bu masalsı filmin aslında daha güzel işlenebileceği kanısındayım.

Bu arada Lord Of The Rings'in bayıldığım karakterlerinden Gollum'da kullanılan teknoloji kullanılmış. O yüzden çok gerçekçi olmuş karakterler.

25 Şubat 2008 Pazartesi

Kelime Oyunları : Bahar

Sevgili Esra'nın blogunda gördüm kelime oyunlarını ve şu noktada katılmak istedim.

Tam 7 ay karnımda taşıdım onu. Tek başıma, hiç yardım almadan taşıdım. İlk duyduğumda ürkmüştüm. Tek başıma nasıl büyütürüm nasıl can veririm ona diye düşünmüştüm. Ama korksam da vazgeçemedim ondan. Zamanla alıştım varlığına. Hatta son zamanlarda içimden hiç çıkmasın, hep benimle kalsın, bana arkadaş olsun istedim. Dünyaya gelip ne yapacaktı ki? Paramız yoktu, istediği kıyafetleri alamayacaktık ona. Komşunun kızı gibi kırmızı bisikleti olmayacaktı hiç. Verecek bir tek sevgimiz vardı. Belki yeterdi o. Belki de yetmezdi. O yüzden hep içimde kalmalıydı.

Bir kış günü ekmek almaya giderken düştüm. Karnımda koca bebekle. İşte o zaman daha fazla karnımda kalamayacağını anladım. Daha küçüktü oysa. Daha 9 ayını tamamlayamamıştı, ben de hazır değildim üstelik. Ama doğumdan çıkıp da onu elime verdiklerinde ismini hiç tereddütsüz söyleyiverdim, en sevdiğim mevsim, "Bahar"..

Alışverişin bir sonu var mıdır?

Sobelenmiştim ben ya. Öykücü dürtsene beni. Bu arkadaşının alziliğini unuttun mu yoksa?

Kaç gün düşündüm bu konuda :)

Konu : Yaptığım en aptalca alışveriş

Sıralayayım hemen :

1- Fiyatı çok uygun diye aldığım topuklu beyaz ayakkabılar. Modelini beğenmedim sonradan. Şimdiye kadar 1 kez giydiğim (en iyi ihtimalle) ve bundan sonra giymeyi düşünmediğim bu ayakkabıları almam salakçaydı.

2- Tavşan tüyü görünümlü dokunduğunda insanı gülümseten çanta : Çok tüy döktüğü için çok kullanamadım. O yüzden o çantayı almam da salakçaydı.

3- 10 larca tişörtüm varken hala yenilerini aldığıma ve daha önce aldıklarıma hatta yeni aldıklarıma bile giyme sırası çok zor gelirken ve hatta bazen sıra bile gelmezken yaptığım her yeni tişört alışverişim salakça oluyor aslında. Ama giyiyorum işte değişik değişik (Akıllanmaz Çınar).

4- Akıl almaz pijama ve pantolon tutkumu salakça saymasak olmaz mı? Artık çekmecelere ve askılara sığamıyorum. Bir yandan ben bir yandan Öykücüm pijama koleksiyonuma kattıkça kattık. Hala da gözüm dışarda :)

Alışveriş konusunda bazen kendimi aşıyorum :) Aslında alışveriş ederken dili dışarda dolaşanlardan değilim. Bir şey gereksizse genelde almam (yukarıdaki maddeleri okumadınız inşallah? :) ). Alışveriş yaparken fiyatlara da çok dikkat ederim ve mal karşısında ölüp bitmediysem ki böyle bir durumla henüz karşılaşmadım indirim haricinde alışveriş yapmam. Çoğu dükkanın vitrininde yaz kış indirim yazıyor olmasını kastetmiyorum tabi. Ara sıra dolanıp fiyat araştırması yaptığım ve daha önce fiyatını bilip de gerçekten indirime girmiş olan şeylerin üzerinde akbaba gibi dolanırım :)) Nerde güzel ve ucuz şeyler var, hemen arkadaşlarımı haberdar ederim. Calgonit için bizim kızlara elektronik posta atmışlığım bile vardır. Puhahaha :))

Esracım sugarım ve Çakılım vaktiniz olursa sizi sobeleyebilir miyim? :p

Pazar günü ve eski dostlar

Önceki yazımda sadece cumartesiden bahsetmişim. Oysa haftasonu koca 2 günden oluşuyor değil mi? :)

Pazar günü güzel bir kahvaltıdan sonra Badem'le yürüyüşe çıktık. Hava yine çok güzeldi. Son zamanlarda hasret kaldığımız güneşi görünce (Sanki Alaska'da yaşıyoruz) dışarı çıkasımız geldi. Uzunbacak ve Çankaya yine iştelerdi :))

Biz de karı-koca birlikte çıkıp yaklaşık 2 saat yürüdük. Aslında yürümeyi seviyorum. Hele ki sahil yoluna gidip denize bakıp huzur bulmak, martıları seyretmek, çınaraltına gidip Badem'in bana gazoz ısmarlamasını beklemek sevinçle beklediğim şeyler :)

Yine öyle yaptık. Evden Badem'in iş yerine kadar yürüdük. Yerini balık ve kuş şekilleriyle döşedikleri minik köprüden geçtik, çarşı içine uğrayıp akşam için balık aldık ve ordan çınaraltına kadar tekrar yürüdük. Badem bana gazoz ısmarladı :) Bu sefer gazozdan çok hoşlanmadım ama, çünkü her zaman Uludağ marka gazoz satan çınaraltı çaycıları markayı Çamlıca'ya çevirmişler. Eskiden en sevdiğim gazozdu Çamlıca. Ama Ülker aldı alalı hiç sevmiyorum. Nedense!? :)

Gazoz demişken Safranbolu'nun Bağlar Gazoz'undan bahsetmemek olmaz. Giderseniz mutlaka tadın. Müthiş bir tadı var.



Bu arada Grey's Anatomy'nin 4. sezonunun ilk 9 bölümünü seyrettim. Çok özlemişim. Senaristler greve girince çok üzülmüştüm. Şimdi 10. ve 11. bölümler de çıkmış :) En kısa zamanda onları da seyredeceğim.



4. sezonda olanlara gelince;

Artık dizi kahramanlarımız (!) birer doktor. İntörnlükten sıyrılıp gerçek doktorlar olarak geziniyorlar hastane koridorlarında. Üstelik yeni intörnler var. Bir ara kendilerinin isimler taktıkları doktorlar gibi bu sefer yeni intörnler onlara isimler takıyor. Bu intörnlerden biri de Meredith'in üvey kardeşi Lexie Grey.



Meredith ve Derek Christina'nın hüsranla sonlanan düğünü sonrasında ayrılmıştır (!). Sürekli buluşup ayrılık "s.e"ksi ya da ayrılık öpücüğü konulu anlar yaşarlar. Burke istifa edip başka bir hastaneye gitmiştir. Onun yerine daha önce Burke'le otan atışmalarından tanıdığımız Dr. Hahn hastanedeki işi kabul eder. Kardiyolojide ilerlemek isteyen Christina'ysa Dr. Hahn ile hiç anlaşamadığı için sürekli sorun yaşar. Şef başasistanlık görevi Dr. Callie Torres'e verilmiştir. Bailey bu işe çok bozulsa da Torres'e yardım eder. Başhekim Webber bu durumu farkedince görevi Torres'ten alıp Bailey'e verir.
Torres için çok zor bir sene olmaktadır çünkü Gerorge onu İzzie ile aldattığını anlatınca evlilikleri biter. İzzie ve George hep bu anı beklemektedir ama hiçbir şey istedikleri gibi gitmez.

Bakalım 10. ve 11. bölümlerde ne seyredeceğiz? :)

24 Şubat 2008 Pazar

Küçük Buda Heykeli ve Ben

Haftasonu güzel güneşimizi tepede görünce içimiz coştu. Haftaiçinden uzunbacakla planlar yapmıştık. Ben, uzunbacak ve annem birlikte pazara gidip dolanacaktık. Anneciğimin bana diktiği harika masa örtülerinin benzerleri varsa uzunbacak'a da alacaktık ki annem ona da dikebilsin. Ama neco sağolsun dakka bir gol bir yaparak uzunbacak'ı cumartesi cumartesi işe çağırdı. Biz annemle önden gidelim dedik. Aradığımız kumaşı bulamayınca ben annemleri gönderip tek başıma pazar yapmaya kalkıştım ve bütün bir haftasonu kollarım ağrıdı.

Pazar işini halledince uzunbacakla pazarda buluşup önce market alışverişimizi hallettik. Sonra evlere dağıldık ve ben akşam için hazırlıklara giriştim. Önce Öykücü'mün tarifinden kabaklı salata yaptım. Enfes olmuştu. Uzunbacakla Çankaya da beğendiler. Sonra Portakal Ağacı tarfilerinden brokoli salatası yaptım. Badem de kısır yaptı. Bol bol yedik ve filmimizi seyrettik.

Yine Akasya'yı seyredemedik. Korku filmini yüreğimiz kaldırmayacaktı sanırım :) Bir de Çankaya'nın işe gitmesi gerekiyordu (evet bunlar ailecek işkolik :) ) vaktimiz sınırlıydı. Kısa bir film seçmeliydik ve Fracture'ı seçtik.


Gregory Hoblit'in yönettiği bu filmde Anthony Hopkins (nerelerden tanıdığımızı saymama gerek yok sanırım), benim romantik Notebook'tan tanıdığım Ryan Gosling, benim hiçbir yerden tanıyamadığım ama aslında bir sürü filmde rol alan Billy Burke bu filmde de oynayan aktörlerden.


Ted Crawford (A. Hopkins) karısından şüphelendiği için bir gün onu takip eder ve başka bir adamla (Robert Nunally) ilişkisi olduğunu öğrenir. O gün eve karısından önce gidip onu beklemeye başlar. Karısı geldiğinde ona ilişkisini bildiğini ima eder ve silahını çekip kadını kafasından vurur.

Çevre halkı sesleri duymuş ve polise haber vermiştir. Polislerle birlikte eve bir arabulucu da gelir. Ted evden hiç çıkmamıştır ve kadının ölüp ölmediği bilinmediğinden bir arabulucuya da ihtiyaç duyulmuştur. Ufak bir konuşma sonrasında Ted arabulucu Robert Nunally'nin (B. Burke) eve girmesine izin verir ve onunla konuşmaya başlar. Robert yerde yatan kadının sevgilisi olduğunu görünce bir anda kendini kaybeder ve Ted'e vurmaya başlar. Ted suçüstü yakalanmıştır ve elleri kelepçelenerek itirafını içeren ifadesi yazdırılır.

Bütün bunlar bir tesadüf değildir. Ted hepsini kendi ayarlamıştır. Mahkemede avukat istemediğini söyler önce. Zaten suçüstü yakalandığı ve bütün kanıtlar ortada olduğu için avukata gerek olmadığı düşünülse de bu çok zekice hazırlanmış bir plandır. Savcı olarak mahkemeye katılan Willy Beachum (R. Gosling) adamın bu cinayeti işlediğini düşünse de Ted'in hazırladığı plan yüzünden mahkemeye bir türlü kanıt sunamaz. Sonunda Ted suçsuz bulunur ve serbest bırakılır.

Bu arada karısı komadadır ve onu hayata bağlayan fişin çekilme emrini sadece Ted verebilmektedir. Willy mahkeme emri getirse de artık çok geçtik çünkü kadın ölmüştür. Ama Willy'nin kafasındaki soru işareti onu rahatsız etmektedir ve bu işin peşini bırakmayacaktır.

En sonunda Willy her şeyi anlar ve Ted ile yüzleşir.

Her şey Ted'in aleyhineyken bir anda her şeyin değişmesi ve onun suçsuz bulunması konusunda gerçekten sinir oluyorsunuz ama merak etmeyin sonunda adalet yerini buluyor :)
Bir dakika ya, başlık ne alaka diyeceksiniz şimdi. Onu yazmayı unutmuşum :)
Sevgili eşim bütün bir haftasonu bu şekilde seslendi bana. Pilatese yeniden başlamam gerektiği burdan da anlaşılyor heralde değil mi? :))

22 Şubat 2008 Cuma

White Noise gerginliğim

Dün Uzunbacaklara gidip önce yemek yiyelim sonra bir film seyredelim dedik. Uzunbacak bize potakal ağacı tariflerinden sucuklu fırında makarna yapmış. Yanına dolmalar sarmış. Bir de salata, beslenme turumuz tamamdır!

Film olarak ne zamandır buluşup da seyretme hayalleri kurduğumuz filmlerden Akasya'yı seyretmek istedik. Uzunbacaklarda da vardı ama Öykücüm bana DVD'sini yollamışken bu filmi DVD'den seyretmek gerekirdi. Ben, alzi, tabi ki DVD'yi evde unuttuğum için başka filmler düşünmeye başladık. İlle de korku filmi olsun denince (kimbilir belki de ben demişimdir bunu :) ) White Noise'de karar kıldık.


Dın dın dın dın dın dın dın dın Batmaaaaaaaaaaaaaaan filminden tanıdığımız Micheal Keaton, benim CSI ve Viper dizilerinden tanıdığım Chandra West, benim özellikle Crash (bu ödül alan değil, hatunun poposunu falan baya net olarak gördüğümüz Crash) ve Highlander filmlerinden bildiğim Deborah Kara Unger'in oynadıkları Geofrey Sax filmini kısaca sevmedim.

Gerim gerim gerildim film boyunca. Vurma, kırma, kesme, biçme, öldürme hiç de korkmadığım türde filmlerdir. Yok bağırsaklarını deşmiş yok kafasını kırmış bu tip filmlerden ürkmem de, doğaüstü şeylerle ilgili filmlerden acaip tırsarım. Öykücümün aksine beni korkutan da ruhani şeylerdir! Brrr!

İşte bu filmde de öyle şeylerden bahsedildiği için baya gerildim. Hayıııııııır, of, şu perdeleri kapatsanıza dışarda bir şey hareket ediyor sanki, burası çok mu karanlık oldu gibi sıkça kullandığım cümleler sonucunda filmi bitirince derin bir oh çektim :)

Konudan bahsedeyim biraz da:

Jonathan Rivers (Micheal Keaton) Anna Rivers ile evlidir (Chandra West). Jonathan'ın eski eşinden Mikey adında bir oğlu vardır. Anna hamile olduğunu öğrendiği gün büyük bir sevinçle haberi Jonathan'a verir. Jonathan akşam haberi kutlamak üzere çiçek yaptırır, çikolatalar alır ve eve gider. Ancak Anna evde yoktur ve telesekretere mesaj bırakmıştır. Bir arkadaşı ile buluşup onun dertlerini dinleyecek dolayısıyla eve de geç gelecektir.


Saat ilerledikçe ilerler ve 02:30 da durur. Anna hala ortalarda yoktur.

Ertesi gün televizyon haberlerinde Anna'nın geçirdiği bir trafik kazası sonucu öldüğü açıklanır. Kayalıklara çarpmış nehire düşmüştür. Cesedi de ortalarda yoktur.
Aradan biraz zaman geçer. Bu arada Jonathan da işine geri döner. Bir gün evinden çıkarken kapısının önünde yabancı bir araba görür. İçindeki adam da yabancıdır ama Jonathan bu durumu önemsemez. İşe gidip de camdan baktığında adamın onu izlediğini ve iş yerinin önüne park ettiğini görür. Jonathan buna sinirlenir ve aşağı iner. Adam, Raymond (Ian McNeice) Anna'dan mesaj getirdiğini söylediğinde afallar ve adamı iş yerinden kovar.

Anna'nın cesedi bulunup da cenaze töreni yapılınca Jonathan Raymond'a gider ve anlattıkları karşısında şaşkına döner. Raymond öbür dünyadan insanların (daha doğrusu ruhların) kendisiyle iletişim kurduğunu ve onların ses kayıtlarıyla görüntülerini yakalayabildiğini söyler. Daha önce nişanlısını kaybedip Raymond'a başvuranlardan Sarah (Deborah Kara Unger) de 8 ay boyunca Raymond'la kalmış ve beklediği mesajı almıştır. Artık o da Raymond'a yardımcı olmaktadır. Birikmiş yüzlerce kaset vardır ve bunların arasında Anna'nın sesi de vardır. Jonathan Anna'nın sesini duyunca bu işle ilgilenmeye başlar. Anna'nın sesini duyabilmek için kendi evinde de sistem kurar ve saatlerce, günlerce radyo ve televizyon başında bekler. Aralarda Anna'yı duyduğunda hep ondan yardım istediğini duyar. Jonathan'ı bir yerlere yönlendirir sürekli. Adam da bu yerlere gidince aslında ölmemiş insanları kurtarabilmek için oralara yönlendirildiğini farkeder. Anna yardım etmeye çalışmaktadır.

Ama Jonathan ve Sarah bu işe fazlaca burunlarını soktuklarından artık onların da başları beladadır ve ölecek olan insanların olduğu görüntülerde onların da görüntüleri vardır.

Amma da yazdım ama bu sadece girişti. Gelişme ve sonuç var daha. Gerilmek için seyredebilirsiniz. Ama ben çok sevmedim, sonunu da iyi bağlayamadılar bence.

Bunun bir de ikincisi varmış. Bir ara onu da seyredeceğiz artık farz oldu.
Hamiş 1 : Okunup okunmadığını anlayamadığım için ve de nasılsa ne aramıştınız kısmını eklediğim için artık filmaniac kısmına değil direkt buraya yazacağım seyrettiğim filmleri.
Hamiş 2 : White Noise'in film müziklerini bulamadım. Onun yerine yine bir film müziği olan ve dinlemekten büyük zevk aldığım Yumeji's Theme'i dinleyinize sunarım (In The Mood For Love filminden).

20 Şubat 2008 Çarşamba

Paketim geldiiiii :)



Öykücü'mden bilmem kaçıncı paketimi almış bulunuyorum bugün :)

İş yerinde sıkıntı içinde işlerle cebelleşirken, hatta depolarda fellik fellik malzeme aranırken, malzemeyi bulup da rafından malzeme çıkarma işinin bile sana kalmasının verdiği fenalık içinde masa başına geldiğinde, taaa ordan kocaman bir paketin masanın yanı başında durduğunu görmek, paketin Öykücü'den gelmiş olduğunu bilmek, içindekileri görmeden bile tarifi zor mutluluklar yaşatıyor bana.

Bayılıp ayılıp bittiğim bir pijama, ne zamandır uzunbacaklarla seyretme hayalleri kurduğumuz bir
film (Akasya), bir film daha (May), en sevdiğim renkli uzun hırka, boncuklu kürdanlar (süslü
pakize :) ), kırmızı kalp şeklinde romatik bir termofor (sıcak su torbası), paketlerin vazgeçilmezi buzdolabı süsü ve mumlar veeeeee Öykücü'nün de benim de bayıldığımız hediye paketleme süsü :)) Bunun bir
kısmını en yakın zamanda göndereceğim pakette geri yollayacağım Öyküm :)))

Umarım kimse dostsuz kalmaz. Paket falan bahane. İnsanın sevildiğini, düşünüldüğünü ve özlendiğini bilmesi kadar güzel bir şey var mı?

İnan bana, taa ordaki varlığın bana da güç veriyor sevgili dostum. Bu da sana özel mektubum gibi oldu değil mi Öyküm :)

Hamiş 1 : Bu güzel paketin üzerine Tanju Okan'dan çok sevdiğim Koy Koy Koy şarkısını dinletmek istedim size. Gerçekten bayılıyorum o şarkıya. Tanju Okan'dan bulamadım ama Sefarad da oldukça eğlenceli seslendirmiş. Tanju Okan'ınki kadar olmasa da bunu da beğendim.

Hamiş 2 : Derken Öykücüm bir yorum bırakmış. Nasıl da unutmuşum minik kaktüsümü. Dün paket gelince, içinde çiçek de olduğunu bildiğim için, ilk olarak saksıyı bantlarından söküp masama yerleştirmiştim. Biraz iş yerimde masamda kalsın ve iş dünyama renk katsın diye düşünüp eve götürmedim giderken. Tabi diğer paket içeriğini masaya yayıp da fotoğraftan tek tek yazdığım için iş yerindeki kaktüscüğümü unutmuşum. Bu arada yaprakları buruşmuş dünden bugüne. Normal mi Öykücüm?

19 Şubat 2008 Salı

Kim O?

Dün Metin Serezli ve Özlem Tekin'in oynadıkları "Kim O?" adlı oyuna gittik. Çok eğlenceliydi. Özlem Tekin oyunculuk konusunda kendini inanılmaz geliştirmiş. Sesini, yorumunu ve kendini sevdiğim bu kadını bir tiyatro sahnesinde başarı içinde görmekten de çok büyük zevk aldım. Oyunda belki 10 dakika haricinde sadece Özlem Tekin ve Metin Serezli'yi seyrettik ve hani Metin Serezli'nin kaç senelik oyuncu olduğu düşünülürse onun başarısı kabul edilebilir bir şey ama Özlem Tekin de tek başına idare edebilecek kadar iyi oynadı bence.

Bu oyun da biraz uzundu. Konu olarak,

evinde tek başına sakin bir hayat süren ve halen Sosyal Sigortalar Kurumunda memur olarak çalışan Nurettin'in üst kat komşusu her gece yüksek sesli müzikler eşliğinde partiler veren Koray adında bir gençtir. Bir gün Koray yine böyle bir parti verirken Nurettin kavga sesleri duyar. Çok geçmeden kapısı çalınır. Kapıda hamile bir kadın vardır ve bir anda eve dalar. Koray'ın "eski" sevgilisi olan Burcu'nun hamile ve beş parasız oluşu Nurettin'in içini sızlatır. Zaten kız da o kadar rahattır ki kendi evindeymiş gibi davranır. Bir de bakarız kız eve yerleşmiştir :) Nurettin bazen sızlanır gibi görünse de aslında hayatına renk gelmiştir. Burcu da eski renkli hayatını özlüyor görünse de aslında sonunda huzuru bulduğu için çok rahattır.


Özellikle Özlem Tekin'in karnında kocaman yastık (ya da her neyse) ile tepinmesi, sızlanması, kalkıp şarkı söylemesini seyretmenizi tavsiye ederim.

11 Şubat 2008 Pazartesi

Heyecan içinde

Geçenlerde TV8 seyrediyorum. Bir baktım ekranda Okay Temiz var. Hem de yanında birkaç öğrenci, bir de çikolata renkli bir abi. Kalbim güm güm atmaya başladı. Benim sürekli cenga diyesim gelen ama Çakıl'ımdan djembe olduğunu öğrendiğim ritim enstrümanlarını görünce aklıma gelen tek şey yine Çakıl'dı :) Dün için konserleri olduğunu bildiğimden hazır Okay Temiz ve atölyesi tv ye çıkmışken Çakıl'ı da göreceğim diye heyecan yapıp tv'nin karşısında gözlerim faltaşı gibi bekledim. Güzel güzel dinledim, seyrettim ama Çakıl'ı göremedim :( Sarışın bir hatunla çikolata renkli abi vardı işte. Bir de Okay Temiz. Arkada birkaç kişi daha vardı ama onlar da erkek olunca umudumu yitirdim. Zaten program da bitti.. Konser haberlerini hala heyecanla bekliyorum ama :))

En son yazımda buraya sık sık tiyatro gelmez demiştim ya, Allah'ım sanki bu yazı beni yalancı çıkarmaya çalışıyor! Son zamanlarda tiyatro haberinden fazla bir şey duymadım desem yeridir :) Önümüzdeki hafta Metin Serezli ve Özlem Tekin'in bir tiyatrosu var mesela. Tabi ki biletlerimiz hazır cebimizde bekliyoruz :) Sonra bu cumartesi günü Musiki Derneği'nin Türk Sanat Müziği konseri var. Elbet ona da gideceğiz. Burda Musiki Derneği'ne çalışan kadınlar, ev hanımları, müzikle ilgisi olan her türlü insan gidiyor. İçlerinden bazıları o kadar iyi ki dinlerken mest oluyorum.

3 Mart'ta da Turgut Özakman'ın "Şu Çılgın Türkler"i Samsun Tiyatrosu tarafından sahnelenecekmiş Atatürkçü Düşünce Derneği'nin katkılarıyla. Şimdiden büyük heyecan duyuyorum.

Bu arada Şu Çılgın Türklerden seneler evvel Romantika adlı kitabını okumuştum. Öyle çok beğenmiştim ki o kitabı. Daha önce yazmış mıydım bilmiyorum ama hakikaten çok beğenmiştim. Bu aralar okumak için kitap düşünüyorsanız onu tavsiye ederim.

Aa en güzel haberlerden bahsetmedim daha. Hollywood senaristleri sonunda grevi bırakmış! :) Evet evet, artık dizilerimizin devamı gelecek. Biz Lost'un 4. sezonunun ilk iki bölümünü seyrettik bile. Gerçi onlar zaten çekilmişti de sonrası umutsuz vakaydı. Neyse sonunda sorun çözülmüş ve senaristler en kısa zamanda işlerinin başına dönecekmiş. Yaşasın yaşasın! :) Lost'ta hala bir şey çözümlenmiş değil bu arada. Meraklısına da söylemiş olayım.

Bu yazıyı bitirmeden komik bir şey anlatayım size (trajikomik desem daha doğru olur):

Bize temizliğe gelen Sezen 6 aylık hamile. Artık işi bıraktı dolayısıyla. Biz de yeni bir kadın arıyoruz. Sezen 1 seneyi aşkın zamandır geliyordu, hani çok süper memnun olmasak da artık evi biliyor falan diye idare ediyorduk, anahtar veriyorduk sonuçta ona. Anahtar verince herkese güvenmek pek de kolay değil. Her neyse 1 aydır falan yeni birini arıyoruz. Daha doğrusu annem arıyor. Çevresinden iyi diye duyduğu her kadına ulaşmaya çalıştı. En son, yine çok methedilen bir kadının kapısına kadar gitmiş.

Kızı için bir kadın aradığını söylemiş önce, sonra benden bahsetmiş işte şurda çalışıyor eczacı diye. Kadın da "ben de eczacıyım" demiş. Annem dumur tabi. Ay ben yanlış geldim heralde falanlar dönmüş ortada. Derken bizim kadın hastaneden emekli bir eczacıyla birlikte eczane açtığını söylemiş. Tabi bizde öyle biri yok. Bahsettiği de emekli bir hemşire. Kızı eczacı ve eczane açtı. Neyse bizim kadın eczanede işinin çok rahat olduğunu, birkaç ay içinde bir kalfa bulabilirse kendisinin de eczane açmak niyetinde olduğunu söylemiş, dolayısıyla artık temizliğe falan gitmeyecekmiş!

Annem eve gelince bir hızla beni aradı tabi. Kadının sözlerinden kalfa olduğunu anlamam çok uzun sürmese de insanların cahilliği karşısında gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Çoğu zaman eczanelerinde durmayan, durduklarında da bir köşeye çekilip sadece para işine bakan "Dangoz" meslektaşlarım sayesinde eczacı sayılan kalfaların sayısı oldukça fazla. Halk da eczacı yerine kalfayı eczacı diye bilip her soruyu ona soruyor. Böylece de kalfalar mesleklerini söylerken büyük bir güven ve gurula eczacıyım diyebiliyorlar.

Bizim burda bir eczane vardı. Kalfası öyle bilmiş bir şeydi ki, evlenirken nikah davetiyesine Eczacı Hüseyin diye yazdırtmıştı. Kompleksin bu kadarı yani :)

10 Şubat 2008 Pazar

Ordan burdan

2008'in başından beri yaptığım her işi yeniden yapmak zorunda kaldım. Bu hafta tam bir kabus gibiydi o yüzden. Yine de sosyal yaşantıma devam edebildim. Tiyatroya bile gittim düşünün :)

Öncelikle tiyatrodan bahsedeyim biraz. İsmi Semaver Kumpanyası idi. Saat 20:00 da başlaması gerekirken 20:30'a doğru başlayarak benden eksi notla sahneye çıktı. Aralarda güzel şeyler olsa da bir ara saate bakıp da 21:50 yi görünce ara olmayacak heralde diye düşündüm. 22:00 da ara oldu!! Oyun çok da insanı içine çeken cinsten olmadığı için aralarda uyuklamış bile olabilirim! Bir ara kafamın yana düştüğünü çok net hatırlıyorum. 23:00 e doğru oyun bitti ve evlerimize döndük.



Çok ahım şahım bir oyun olmasa da gittiğime pişman değilim, yanlış anlaşılmasın. Buraya çok sık tiyatro gelmez, çok sık konser olmaz. O yüzden bulduğumuz her fırsatı değerlendirmeye çalışırız eşimle birlikte. Çok sık gelmez dedim ama ondan 1 ay önce falan da Zuhal Olcay'ın Nathalie'si gelmişti, onu seyretmiştik. Aslında iki kişilikti oyun. Zuhal Olcay'ın diyerekdiğer  kadının hakkını yemeyeyim. Zaten Zuhal Olcay'dan ziyade diğer oyuncu, Tilbe Saran çok iyi bir iş çıkardı bence. Tabi ben Zuhal Olcay'ı bildiğim, sevdiğim ve ondan çok şeyler beklediğim için de bana öyle gelmiş olabilir. Ne bileyim böyle sahneye çıksın ve bana en güzel tiyatro anımı yaşatsın istedim belki de. O duyguyu yaşamasam da oyun bittikten sonra güzeldi diye düşündüm. Konudan bahsetmek gerekirse kısaca eşinden boşanan bir opera sanatçısı (Tilbe 
Saran) bir  kadın kiralayarak (Zuhal Olcay) eski kocasını baştan çıkarmasını istiyor. İntikam peşinde gibi oldu :) Fahişe kadına önce bir isim ve yeni kıyafetler veriliyor. Sonra adamla tanışmak üzere adamın sürekli gittiği yerlere gönderilerek yaşananlar bir bir anlattırılıp dinleniyor. Yorumlarda çokça geçtiği kadar küfürlü bir oyun değildi bence. Tabi fahişe ve adamın sevişme sözcüklerini saymazsak :) Biz fahişenin yalancısıyız bu durumda. Çünkü sadece onun anlattıklarını biliyoruz :)

Oyunu Işıl Kasapoğlu yönetiyormuş. Kendisinin tiyatronun dahi çocuğu lakabı var. Yani fırsatınız olunca görebilirsiniz.



Fırsat bulmuşken dün seyrettiğimiz filmden de bahsetmek istiyorum "Persepolis". Günümüz Türkiye'si için ders olabilecek nitelikte bir filmdi. İran'ın bundan seneler önceki hali ve sonradan dönüştüğü hali ile ilgili bir çizgi filmdi aslında. Yok canım bize bir şey olmaz diyenler seyretmeli.

3 Şubat 2008 Pazar

Yeni bir kitap ve köy

@ Yok canım bitireli oldu da ben ancak filmaniaca ekleyebildim Kuyucaklı Yusuf'u. İşte buyrun okuyun :)

Sabahattin Ali'nin okuduğum ilk kitabı bu. Şimdi elimde başka bir kitabı var. Bu kitapta beni rahatsız eden bir şey var ama. Yusuf ve Muazzez her ne kadar kan bağı olan insanlar olmasa da aynı yerde kardeşmişçesine büyüyüp sonra evlenmeleri beni rahatsız etti. Biri evlatlık biri öz de olsa her ikisinin de babası Kaymakam olmuştu sonuçta. 

@ Ablam terfi etmiş. Departmanına yönetici olmuş. Sevinçle ilk olarak annemi aramış ve "Ben yönetici oldum" demiş. Annemin cevabıysa buraya yazacak kadar hoş : "Apartmana mı?" :))

@ Dün ananemle konuştum telefonda. Ablası vefat etmişti. Ondan da bahsettik biraz. Sıra yaşa gelince ablasının 78 yaşında olduğunu söyledi. Sen kaç yaşındasın diye sorduğumda bilemedi canım benim. Ben de gülümsedim. Sen ekinlerin ekildiği zaman falan doğmuşsundur kesin dedim. Yok kızım ben temmuzda doğdum diyince şaşırdım. Bilmesine şaşırdım yani. E hangi sene diyince bilemedi ama ablasından 10 yaş küçük olduğunu söyledi. Sonra da bana sordu :

- Ablam 78 yaşındaymış. Ben ondan 10 yaş küçük olunca kaç yaşında oluyorum yavrum?

- 68 oluyorsun anane.

- Amaaaaaaan o kadar olmuş muyum?

:))

Ananemler de babanemler de aynı köyde yaşıyorlar. Biz küçükken her sene, her bayramda seyranda, her ekin zamanında mutlaka giderdik köye. Hem tarla işine yardımcı olmaya hem onları görmeye. Biz ablamla otururduk evde. Annemler de tarlaya. Bazen biz de gider çayda oynardık. Ya da domates tarlalarındaki çamurlarla oynardım ben. Ablamın toprakla çok işi olmazdı. Bir de ceviz ağaçlarına ve dut ağaçlarına çıkar ellerim kapkara oluncaya kadar yer yer eğlenirdim :)

Şimdi işten güçten eskisi kadar çok gidemiyoruz köye. Annemler yine gidiyorlar da biz ancak senede bir kere. Ananemler de ordaki hayvanlarını bırakıp gelemiyorlar. Her seferinde gelin en azından soğuk kış günlerini bizim sıcak evlerimizde geçirin diyoruz ama nafile. Hayvanlarını çocuklarını gibi gördüklerini ve onları bırakamayacaklarını söylüyorlar. Konu komşudan da uzun süreli yardım isteyemiyorlar. Ananem gelmiş 68 yaşına, dedem 73. Babanemse 75 falan sanırım. Diğer dedem rahmetli olmuştu 2004'te. O yaşlarına rağmen hala tarla işlerine koşuyorlar. Kendi işlerini görüyorlar. Keşke imkan olsa da daha rahat şartlarda yaşatabilsek onları. Ama buraya geldiklerinde 1 günde bile hemen sıkılıyorlar. Toprağa bağlı insan topraksız kaldığında mutsuz oluyor. İnanmazdım eskiden. Ama gerçekten ineklerini, tavuklarını görmek onlara ayrı bir mutluluk veriyor, sürekli çalışır halde olmaları da daha dinç yapıyor onları.

1 Şubat 2008 Cuma

Seri başladı :)

@ Dün "Daasın"lara başlamıştık sevgili okuyucu. Uzunbacak ve kardeşi tonton bize geldiler. Eşlerimiz her Çarşamba olduğu gibi basket oynamaya gitmişlerdi. Tonton bize ilk kez gelmişti ve onu rahat ettirmeliydik.

Uzunbacak, tonton ve ben rahat koltuklarımıza gömüldük ilkten. İlk sezonun heyecanla beklediğimiz o ilk bölümünü seyre daldık. Sonra sıkılmasın diye tontonun eline verdiğimiz laptopta internet olmadığı (bağlantı hatası) anlaşıldı. Bizim kız huzursuz. Ben kalktım bir bak iki bak olacak gibi degil. En son tontona da kendi seveceği bir film ayarlamaya karar verdik. Altyazılı değil Türkçe seslendirmeli film aramaya başladık bu sefer. Tonton ilkokul 5'e gidiyor çünkü. Allah'tan ben de onun gibi Harry Potter hayranıyım da arşivdeki filmlerden birini çıkardık.

Biz uzunbacakla tekrar yayıldık sevgili okur. Ama tonton yerinde duramıyor. Gençlik işte :) Bu enerji nerden geliyor hiç anlamıyorum :)) Klavyede o tuşa bas bu tuşa bas derken seslendirme işlemini birkaç kere düzenlemem gerekti. Ama bu aralarda uzunbacak'ı kaldırmadım tabi, o heyecanla seyretmeye devam etti. Onun heyecanla sevinmesi karşısında ben de çok sevindim, iyi tepkiler bekliyordum çünkü. Sonunda birlikte büyük keyifler alarak seyredebileceğimiz bir dizi daha bulduğumuz için çok sevinçliydik :) Eşler 3 saat basket oynamadıkları için tontonun filmi yarıda kaldı tabi ki. Ama giderken hiç de mutsuz ya da üzgün gibi görünmüyordu. Çok sevmedi sanırım filmi :)

Bu arada Yaprak Dökümü'nü pazar günkü tekrarda seyretmeye karar vermiştim ama misafirler gidince televizyonu açtıktan sonra yarım saatten fazlasını seyredebildim. Nasıl oldu anlamadım. Topu topu 1 saat değil miydi bu dizi?

@ Geçenlerde, hayatımda ilk defa, uyuyakaldım!! Hem de işe geç kaldım bu yüzden. Ben ki .. pireler uçuşurken diye tabir edilen zamanlarda hep uyanığımdır. Uyuma sebebiyle işe geç kaldığımı hayal bile edemezdim o yüzden. Ama nasıl olduysa oldu. Pazar günü kayınvalidemle zuzu bizdelerdi. Hatta oturup Kuzey Kutbu Aşıklar'ını seyrettik demiştim ya, o gün 11 de yattım uyudum işte. Çok geç falan değil. Üstelik sabah uyanmışım aslında. Badem öyle dedi. Ama hiiiiiiç hatırlamıyorum.

Sabah birden telefonum çaldı. Bir müddet çalmasına izin verdim. Sonra sabahın köründe kim arar ki diye merak ederek telaşla telefona koştum. Bir yandan da Badem niye hareket etmiyor bu kadar sese diye düşünüyorum. Meğer o çoktaaan kalkıp işe gitmiş, ben yalnızmışım!! İşteki arkadaşlar da geç kaldığımız görünce merak edip aramışlar :)) İyi ki de aramışlar, kimbilir kaçta uyanırdım :)

Ayıl, giyin et derken saat 9 oldu zaten. Ben ki bazı sabahlar 7 de işe gelen küçük Çınar. En kötü ihtimalle tam 8 de gelip kapıları açan Çınar. Hayretlik verici bir şeydi sevgili seyirciler..

@ Dün gidip iki tane broş aldım kendime :) Renkli şeyleri seviyorum. Siyah ve lacivert paltolarımın sol köşelerine takıverdim hemen. Biri minik bir köpek şekli biri de bir demet gül. Aslında annemden aylar önce istediğim örgü çiçekler vardı. Örmüş örmüş bir torba, renk renk, ama şimdi nereye koyduğunu hatırlayamıyor :)) Ben de dayanamadım gittim broş aldım en sonunda. Elinden örgü marifeti gelenlere örme çiçekleri şiddetle tavsiye ederim. Renk renk ve boy boy çiçekler örüp bunları uygun şekilde birleştirip paltolarınıza ya da kazaklarınıza takabilirsiniz. Çok şık ve güzel duruyor. Annemin ördüklerini bulabilirsek resim çeker buraya koyarım :)