31 Ocak 2008 Perşembe

Sobe bende :)

Yapmak zorunda oldugum ve bir türlü yapamadığım şeylerin en başında bu sobeye cevap vermek vardı. Burdan da ne kadar hımbıl oldugum kolayca anlaşılabilir sanırım :))

Yapmak zorunda olduğum derken yanlış anlaşılmasın, sıkıcı bir zounluluk değil bu. Severek bile yapsam serde hımbıllık var işte. Gecikti de gecikti. Ööösür diliyorum Öykücüm, gecikerek de olsa cevaplarımı veriyorum işte :

1- Temizlik konusundan bahsetmeyeceğim, sanırım o hepimizin genel sorunu :) Dawson's Creek'leri seyretmek diyebilirdim dün yazabilseydim. Ama dün nihayet başardık ve başladık serilere :) Eeee ilk maddeye ne yazacağım peki ben şimdi?

2- İlkini bilmem ama İstanbul'a ve Ankara'ya gitmek kesinlikle ikinci maddem. İki şehre de ne zamandır gidemedik ve çok özledik hem dostlarımızı hem büyük şehrin havasını.

3- Arkadaşlarla ne zamandır yaptığımız sosyal aktivite planlarını artık gerçekleştirebilmek. Gerçi bu sadece benim elimde olan bir şey değil. Arkadaşlarım benden de hımbıllar :) Bir şey yapılacağı zaman iteklenmeleri gerekir falan.. Kendimi itekleyecek gücü bulduğumda onları da iteklerim elbet :)

4- Resim kursuna gitmek. Ortaokuldan beri meraklıyım resme. Aslında pek tabi ki daha da küçükkenden beri ilgiliyim ama elime kalemi fırçayı alıp da bilinçli bir sevinç ile resim yapmam sanırım ortaokul yıllarıma denk geliyor. Lisedeyken resim öğretmenimizin de dikkatini çekmişti bu ilgim ve pazarları benim gibi birkaç öğrenci ve değerli öğretmenimizle birlikte okulda buluşup resim ve heykel yapmaya başlamıştık. Çok keyifli zamanlardı onlar. Üniversitedeyken fırsatım olmamıştı resimle ilgilenmeye. Duvara Spider-man resmi çizmiştim ama karakalem olarak :)) O yıllarda yaptığım en güzel çalışma oydu.. Buraya geri döndüğümdeyse karakalem için bir resim kursuna gittim. Öğretmeni çok yararlı görmesem de tam bir dönem gittim. Bir dönem dediğim baya aydı tabi.. Sonra ben bırakmasam da kurs bitti. Şimdi iyi bir resim kursu arıyorum. Geciktirmem de bu yüzden. Bulduğum zaman gideceğim..

5- İncik boncuk kutumda biriktirdiğim bütün boncukları masanın üzerine yayıp elime geldiği şekliyle değişik değişik takılar yapmak. Bunu uzun zamandır erteliyorum işte. Kış döneminde iyice içim geçmiş oluyor. Ara sıra arkadaşlar geldikçe kutuyu açıp birkaç küpe yapıp onlara veriyorum ama daha koca bir kutu daha var beni bekleyen..

6- Bu blogu açmamdaki en büyük neden seyrettiğim filmleri ve okuduğum kitapları meraklılarıyla paylaşmaktı. Epeydir istediğim gibi detaylı yazamıyorum. Bu arada da filmler ve kitaplar biriktikçe birikiyor. Ben anlatana kadar çoğunun ayrıntısını unutmuş oluyorum. Bu işe bir son verip anında yazımı yazmalıyım.

7- Ha bir de şu kitap listemi güncellemeliyim.Çakılım ebe sobe :)

28 Ocak 2008 Pazartesi

Bizim Badi, Otto ve Ana

Kar yağıyoooooor! :)

Ama öyle televizyonlarda söylendiği gibi etkili kar yağışı falan değil. 30 saniyelik aralarda dolumsu kar yağışı, sonrası fıs. Yerleri bırakın çatılarda bile birikmedi :)  Neyse şimdi bir uyarı daha yapıldı televizyonda. Bugün 23:00 itibariyle başlayacakmış asıl kar yağışı! O ne demekse :)) Gün boyu uyarı yaptılar. Yok efendim 16:17 de başlayacakmış yok 18 miş. Şimdi 23'e ertelendi..

Günlerdir yazamadım. Bugün Öykücü'yle konuşurken geçen hafta iki gün işe arabayla gittiğimi yazmadığımı farkettim. Evet evet yanlış okumadınız :) Tam iki kere arabayı kendim sürerek gittim işe :) Ondan önceki haftasonu da markete gitmiştim. Şu kar bir yağsın da, sonra tekrar başlayıp bu sefer peşini bırakmayacağım araba işinin..



Dün zuzu geldi. Bir arkadaşının "o filmi görünce yarıldım" yorumunu duyunca oturduk Kuzey Kutbu Aşıkları'nı (Los Amantes del Circulo Polar) seyrettik. Ben yarılmadım. Dahası 
nasıl olur da yarılınır bilemedim. Bilmiyorum film modunda mı değildim yoksa hakikaten güzel 
miydi film?

Küçük bir çocuk var okul bahçesinde. Onunla birlikte bir sürü çocuk hatta bu çocukları almaya gelen aileleri de var aynı bahçede. Ama kameraman abim o "bir çocuk" a odaklanmış, belli ki kahramanımız "O". Biri topa vuruyor ve çocuk topu yakalayamayınca top dışarı kaçıyor. Çocuk da arkasından koşuyor. Ormana doğru gittiğinde bir de küçük kız beliriyor önünde. O da koşuyor. Sonra çocuk topu yakalayınca kız yere düşüyor. Böylece başlıyor Otto v e Ana'nın hikayesi. Otto ilk görüşte aşık oluyor Ana'ya. Ana da Otto'ya tabi ki. Ama birbirleriyle konuşmuyorlar hiç. İsimlerini bile bilmiyorlar..

Otto'nun anne-babası boşanıyor bir gün ve Otto annesinde kalıyor. Bir tesadüf eseri Ana'nın annesi Olga ve Otto'nun babası Alvaro tanışıyorlar ve onların da ilişkisi başlıyor. Otto ve Ana'ya kardeş gözüyle bakıyorlar bu sefer. Ama onlar birbirlerini hiçbir zaman kardeş olarak görmüyorlar. Birbirlerini seviyorlar çünkü ve Otto Ana'yı hergün görmk için annesini bırakıp babasının ve Olga ile Ana'nın birlikte yaşadığı eve taşınıyor.

Otto ve Ana'nın ilişkisi gün geçtikçe derinleşiyor ama aileleri hala habersiz bundan.

Bir gün Otto evi terkediyor ve bütün aile dağılıyor.

..

Sonunda Otto tekrar Ana'yı buluyor ama maalesef tekrar kaybediyor.


Bunu yazmasa mıydım? Ne bileyim ben çok sevmedim ya, belki de o yüzden saklanılası gelmedi.
Film karşısında yarılanların varlığını da unutmamak gerekir gerçi :))

23 Ocak 2008 Çarşamba

Umuda Doğru

Zor bu yaşam. Hakikaten çok zor. Hayatın zorluğunun yanında kendi kendimize yaptığımız ya da yarattığımız durumlar sonucunda daha da işin içinden çıkılmaz hale gelen hayat! Bize hem en mutlu anlarımızı veren, hem zindan azabı çektirebilen hayat!

Dünyanın bin bir köşesinde hayatının tek derdi yemek bulmak olan insanlarla kıyaslıyorum kendimi. Bazen sorunlarım ne kadar da küçük geliyor gözüme. Sonra yaratılış nedenimi soruyorum kendi kendime. Neden yaratıldım? Neden bedenime can verildi ve neden geldim bu dünyaya
tam da bu yerde ve tam da bu zamanda?

Yer ve zaman konusunda bir fikrim yok, ama hayata geliş amacımın sadece mutlu olmak
olduğunu fısıldıyor iç sesim. Ne insanlığa faydalı olmak, ne başkalarını mutlu etmek, ne sessiz sedasız yok olup gitmek.. Sadece mutlu olmak! İnsan kendisi mutluysa çevresindekileri de mutlu etmez mi zaten? Saf mutluluktan sonrası çorap söküğü gibi gelmez mi? Yani insan kendisi
mutluysa yani tamsa o zaman çevresindekilere de bu mutluluğu vermek istemez mi? Dünyayı
daha yaşanılası bir yer haline getirmeye çalışmaz mı mesela?

Peki var mı saf mutluluk? % 100 mutluluk var mı?

Aslında var bana göre. Ama tek bir kişiyle yaratılmıyor bu. Rüzgara karşı çırpılan bir küçük kanat gibi kalıyor insan tek başına. Tek başına savaş kazanılmıyor işte. İnsan saf mutluluğu yakaladığını düşünse de bazen, aslında kendini kandırmaktan öteye gidemiyor çünkü saf mutluluk sadece tek bir insana bağlı bir şey değil. Bir insan mutluysa bile yanındakinin mutsuzluğundan etkileniyor. Eninde sonunda mutsuz olandan bulaşmıyor mu çevresindekilere? Ya da en azından mutsuz olan biri bunu işine yansıttığında iş arkadaşları bundan etkilenmiyor mu mesela?

Bütün soruların cevabı evet benim için. Evet saf mutluluk var ama tek başına yok. Evet insan önce kendi mutlu olacak ki bu mutluluğu çevresine yayabilecek. Evet insan mutlu olacak ki diğer insanları sevip onlar adına iyi bir şeyler yapmaya çalışacak.

Evet hala umut var!

21 Ocak 2008 Pazartesi

Sevinç gözyaşlarım :)

O la la sayın seyirciler. Heyecandan ellerim ve ayaklarım titremekte :)

Eskide kalan ama bir türlü eskimeyen anılarımı tekrar su üstüne çıkarmanın vakti gelmişti. Sonunda Dawson's Creek'i henüz hiç seyretmemiş olan uzunbacakla birlikte üstelik en başından seyredebileceğiz :) Buna "süper"den daha çok yakışan bir kelime var mıdır? Hmm belki "olağanüstü" olabilir.

Çok sevinçliyim, berhudarım, mutlu mesudum sayın seyirciler.  O eski heyecanı yaşar mıyım? Umutluyum ben. Büyük ihtimal yaşarım. Bir kere yanımda hayatımın en atraksiyonlu yıllarına tanıklık etmiş karakterlerle henüz tanışmamış bir seyirci olacak. Onunla aynı hisleri paylaşma umudu bile çok heyecan verici benim için! :)

Ah bilseniz ne kadar özledim o diziyi. Sanki beni o yıllardaki halime götürebilecekmiş gibi bir kıpırtı var içimde. Öylesi bir heyecan ve mutluluk yani. Çok heyecanlıyım bildiğiniz gibi değil :)

Daha önce bu diziden azbuçuk bahsettiğim yazıları da hatırlatayım size. Bölümlerde ilerledikçe ben daha çooook yazarım :)

Önceden bahsettiğim yazı

Bir bilene danışmak lazım : Sayfama arama özelliğini nerden koyabilirim bilen var mı?

19 Ocak 2008 Cumartesi

Yalnızlık ve Çılgınlık

Bazen çok yalnız hissediyorum kendimi. Bazen de dünyalar benimmiş gibi. Sanırım herkes zaman zaman bu psikolojiyi tadıyor. Bazen burası dar geliyor bana ve bırakın burayı, bu ülkeyi terkedip gitmek istiyorum. Bazen de her şeyi veriyor bana burası, bu ev, bu iş, bu memleket.

Ama bazen yetersiz geliyor işte. Aslında yerin yetersizliği değil bu. Benim olumsuz psikolojim. Bu psikolojiyle dünyanın neresinde olursam olayım yetersiz gelecek bana. Zaman gerekiyor biraz. Zaman tanıyorum kendime, işime, arkadaşlarıma..

Uzunbacak'ın eşi dahil herkesi aylardır ihmal etmesinin sonucu olarak İngilizce sınavında göstermiş olduğu üstün başarıyı kutlayacağız bir ara (birinci oldu!). Değdi yani. Hani epeydir uzun solukluca görüşemedik ya, işte ona değdi. Uzun saatler boyu çalışmasına da değdi. Şimdi sıradaki sınavı bekliyoruz :)  Yok yok öyle düşündüğünüz gibi bir sınav mınav yok. Hayatın kendisi bir sınav değil mi zaten?

Geçtiğimiz çarşamba günü Badem İstanbul'a gitti iş gezisi için. Bu sefer yalnız kalacaktım aslında ama yalnız olacağımı duyan annemler gelip bizde kaldılar. İyi de oldu aslında. Birlikte yemek yaptık, yedik, içtik, film seyrettik. Film derken yakınlarda sevgili Gülçin'in bahsettiği Kuşlar : Kanatlı Uygarlık belgeselini seyrettik. Daha önce seyretmiştim aslında ama onun güzel yazısından sonra bir kez daha seyredesim geldi. Babamın da belgesel hastası olduğunu bildiğimden açtım onu seyrettik. Çok da keyif aldılar. Film kareleri bir bir ilerledikçe verdikleri tepkiler çok güzeldi doğrusu. Annemin gördüğü her kuşa "vah yavrum vah" edişi, babamın her gördüğü kuş karşısında şaşkınlık ve sevinçle karışık tepkiler verişi çok hoşuma gitti.

Kuş ve babam diyince aklıma ufak bir anım geldi :) Bir gün sofrada oturmuş konuşuyoruz. Laf nerden geldiyse hindiye geldi. Bizim köyde hindiye "coruk" derler bilmem bu kelimeyi hiç duydunuz mu. Annemle konuşuyoruz işte köydeki coruklar gulu gulu eder falan diye, Badem de hiç 
duymamış, "Coruk nedir?" diye sordu. Hindi diye açıkladım. Pek bilmezler tabi bu ismi falan diyince babam da sohbete katıldı nedir ne değildir 
diyerek. Badem bilmiyormuş diyince babam atıldı "Hindiyi nerden bilsin, onun adı coruk zaten!" :)

Evelsi gün iş yerindeki telefonum çaldı. Dış hat çalıyor. "Efendim" diye açtım telefonu. Telefonu "Alo" değil "Efendim" diye açanlardanım ben. Neyse açtım, karşımdaki yıllardır tanışıyormuşuzcasına "Çınar hanım merhaba ben bilmem nerden arıyorum nasılsınız?" diye sordu. Sesi hiç tanımadım, nerden aradığını zaten anlamadım ama hatırım sorulmuş cevap vermek lazımdı. Usulünce cevapladım bu sefer karşımdaki yarın Dilara'nın sınavının olduğunu haber verdi bana. Dilara mı, o kim ki? Nerden aradığını bir kez daha sorunca isimleri tutturduğunu ama soyisimlerini tutturamadığını söyledim. Sanki küçücük şehirde hastanede çalıan kaç tane Çınar var ki? :) Bir tek ben varım!

Konuya yalnızlıkla başladım sonra alakasız şeyler yazdım. Bir de Patsy Cline'ın o güzel sesinden harika bir fon yaratabilirsem 
bu yazıyı "Yalnızlık ve Çılgınlık" başlığı altında toplamam çok çılgınca olmaz sanırım :)

13 Ocak 2008 Pazar

Kaygı

Müziğin hayatıma kattığı anlam gerçekten çok büyük. Yazılarımı okurken dinlemeniz için
seçtiğim müziklerin de bende ayrı bir yeri vardır. O çok sevdiğim şarkıların arasından yazımla
en çok ilgili olanı bulup paylaşmaya çalışıyorum. Bunun için sevgili Archisugar ve Öykücü'ye tekrar teşekkür ederim.

Bu hafta nöbetçiydim. Her nöbetimde bir vukuat çıkmazsa olmazlardanım ben. Pek tabi ki bu sefer de iç karartıcı bir olay yaşadım. Aslında bu seferki biraz da benden kaynaklandı sanırım.

İcap nöbeti tuttuğumuz için işe gidip eve dönerken hastane aracı gelip bizi alıyor ve gideceğimiz yere bırakıyor tıpki icap nöbeti tutan doktorlara yaptığı gibi. Dün buranın pazarıydı. Her pazar (yani Cumartesi günü) yaptığımız gibi pazara gittik. Bu sefer Badem yoktu ama yanımda. Onun da işe gitmesi gerekiyordu çünkü. Ben de annemi aradım birlikte gittik. Sonra işe gitmem gerekti ben de hastaneyi aradım. Şoför arkadaş zaten bir doktora MR sonuçlarını göstermek için dışarı çıkmış. Ben de gel git olmasın diye daha önceden tedarik ettiğim cep telefonundan aradım şoför arkadaşı. Beni pazaryerinden al diye. Tabi ellerimde pazar poşetleri. İnsan hem ev hanımlığı hem iş kadınlığı yapınca böyle oluyor. Gerçi normalde Badem'le alışveriş yaptığımız için poşetler kendi arabamızda kalır ben de hastane aracıyla işe giderdim ama dedim ya işte bu sefer Badem yanımda değildi. Biz yolda beklerken bir de baktık ambulans geldi. Hastanenin taşıma araçları da var ama doktora gideceği için hasta çıkar düşüncesiyle ambulansla gelmiş şoför arkadaş. Ben de pazar poşetleriyle ambulansa bindim, yanımda annem de var tabi. İşin iç yüzünü bilmeyen için dışardan oldukça kötü bir manzara, kabul.

Bir duyarlı vatandaş çatdadanak bizi şikayet etmiş 112'ye. Ambulansı pazar eşyalarını taşımak
için kullanıyorlar diye! Haydaa!! Nöbetçiyim diye her an aranabilirim kaygısıyla tüm hafta evde oturmam gerekiyor demek ki! Böyle bir manzarayla ben karşılaşsam ben de hoşlanmayabilirdim ama insanların bu kadar sabırsız ve önyargılı olmalarına üzüldüm biraz. İşe gidince hemen 112'yi arayıp mantıklı olan açıklamamı yaptım. Pazardaydım ve işe gitmem gerekti, mecburen elimde pazar poşetlerim vardı. Nöbetçi doktor da anlayışla karşıladı beni ama telefonu kapatmadan önce bir uyarı yapmaktan da geri kalmadı : Bir dahaki sefere bu kadar çok poşetle yolculukla yapmayın.

Oldu!

Oldu mu şimdi? 

Bence pek de olmadı. Şikayet eden vatandaş keşke şunu da düşünseydi mesela. Bu ambulans pazar poşetlerini almak için mi yola çıktı sadece yoksa yol üzerinde diye bunları da mı alayım dedi. Serviste yatan hastasını muayene etmeye gelmeyen bir doktora MR sonucu göstermek için yola çıkmıştı ambulans. Vatandaş bunu bilseydi o doktoru da şikayet eder miydi acaba? Bunu çok merak ettim. Merak ettim etmesine de böyle bir olay yaşadığım için dünden beri acaip huzursuzum. Kaş yapayım derken göz çıkaranlardanım. Keşke gel git olmasın diye düşünmeyip ambulansın hastaneye gitmesini sonra da pazar poşetlerimi koyduğumda dikkat çekmeyecek 
olan diğer araçla beni almaya gelmesini bekleseydim.

Daha önce yazdığım takıntı yazısına bir örnektir bu da. Taktım mı tam takarım. İçi beni dışı da beni yakanlardanım. Bu üzüntüyü 1 hafta atlatamayacak olanlardanım :(

11 Ocak 2008 Cuma

Şarkı söylemek lazım

Hangi seneydi hangi televizyon kanalıydı hatırlamıyorum ama ismini hatırlıyorum : Akademi Türkiye. Diğer şarkı yarışmalardından farklıydı bana göre. Daha modern ve daha seçici buluyordum. Katılan yarışmacılardan birçoğu şimdilerin yıldızları. Mesela Barış Akarsu'nun sesi hakikaten güzeldi. Trafik kazasında gencecik hayatını kaybetti maalesef, bence gidecek çok
yolu vardı daha, çok şey başarabilirdi ama yarım kaldı.. Aynı dönemden birkaç isim daha
geliyor aklıma.  Mesela Özgür Çevik de dizi oyunculuğuna iyi tutundu (Yabancı Damat) ve bence hakikaten başarılı idi bu dizide. Diğerlerinin isimlerini unuttum şimdi. Ama onlar da çok güzel şarkı söylüyorlar ve hala göz önündeler..

Asıl yazmak istediğim şuydu aslında. Dün "Deaths of Ian Stone" diye bir korku filmi seyrettik. Çok güzeldi. Monster Inc.'i biliyor musunuz? Hani şu animelerde gerçek tüy teknolojisini kullanan ilk tür. İşte konu olarak ona çok benziyordu. İnsanların korkularından ve acılarından beslenen hasatçılar ve onlardan kaçmaya çalışan insanlar vs.. Bir ara anlatacağım. Konu bu da değil :)

İşte o filmden sonra televizyonu açıp da kanalları şöyle bir dolaşırken Akademi Türkiye'ye rastladım. Bir kanalda 2. yarışmayı başlatmışlar meğer. Ben de yeni başlarken yakalamışım. Sanırım ilk 5 kişi falan müzik okuyordu. Yani hakikaten bu konuda eğitim görüyorlardı bu yüzden de sesleri gerçekten güzeldi. Sanırım 10 kişinin falan performansını seyrettim sonra araya reklamlar girince ben kanal değiştirdim haliyle, dönene kadar birkaç kişiyi kaçırmışım.

Sonuç olarak seslerine ve kendilerine güvenen bu gencecik insanların (86 doğumlular falan vardı) idealleri peşinde koşmaları çok hoşuma gitti. Öyle yok popstar yok yıldız arıyoruz mudur nedir abuk subuk yarışmalardaki gibi tipler değillerdi çünkü. İnsanları ikiye ayırmak istemem ama okumuş görmüş insanlarla cahil insanların arasındaki fark dış görünüşten bile belli oluyor çoğu zaman, bunlarda bir kalite vardı. İşte dün yarışmada gördüklerimden bazılarına imrendim doğrusu. Daha yolun başındalar. Sevdikleri iş konusunda eğitim almak ve ilerlemek istiyorlar. Ne çok isterdim güzel şarkı söylemeyi. Bir kere hayalimdeki meslekte yazmıştım hatırlarsanız. Bir kafem vardı ve ben istediğim zaman çıkıp şarkı söylüyordum. Neler mi, mesela Zuhal Olcay'dan nameler, ya da Fikret Kızılok'tan, Nilüfer'den, Sezen Aksu'dan. Daha "soft" tabir edilen yumuşakbaşlı şarkılar söylemek ve sesimle insanları etkilemek isterdim.

Utanmayıp şarkı söylediğim zaman sesimi beğenir arkadaşlarım. Kulağım vardır ama sesim çok güçlü değildir maalesef. Üniversite bittiğinde şan dersleri falan almayı düşünmüştüm hatta. Ama fırsat olmadan buraya döndüm. Burda da nerde şan dersi falan? Kendi kendime söyleyip mutlu oluyorum işte. O da yeter bir yere kadar. Yoksa kendimi mi kandırıyorum? :)

9 Ocak 2008 Çarşamba

Bifteki makarna ya da tam tersi :)

İki kişilik tarif için benim kullandıklarım şöyleydi:

Önce biftekleri parmak kalınlığında keseceksin (4-5 adet biftek). Olmadıysa ya da olacak gibi gözükmüyorsa bir lokmalık da kesebilirsin.

Sonra onları bir tavaya atıp üzerine 3 diş sarımsak, bir orta boy soğan keseceksin. Şekilleri sana kalmış. Ben sarımsakları enine 
dilimledim. Soğanı da önce boyuna ikiye böldüm, parçaları da enine dilimledim.

Sonra tavaya biraz yağ, biraz soya sosu, istersen biraz da şarap koyup ocağın altını yakıyorsun. Etler pişince 2 domatesi küp üp kesip tavaya atıyorsun. Renk vermesi için biraz salça ve tabi ki bifteği onsuz düşünemeyeceğimiz kekik ekliyorsun. Ben kırmızı pıl biberle karabiber de koyuyorum. Tuz da koyabilirsiniz, ben genelde unutuyorum.



Bu arada yandaki ocakta makarnamız kaynıyor (bunu söylemeyi unuttum ama neyse siz tarifi tamamen okumadan yapmaya başlamadınız nasılsa :)



Makarna da haşlandıktan sonra süzüp üzerine biftekleri karıştırıyor ve iyice harmanlıyorsunuz. Ve işte servise hazır. Yanına ayrıca yemek de istemez. Koca bir salata yeter :)


Sırası gelmişken


Bir sürü blog keşfettim bugün. Bazılarını yana ekledim ama sonra bir yazı yazasım geldi benim de.

Bloglar sayesinde amma da çok insan tanıdığımı ve hatta bazılarını şimdi yakınımda olan insanlardan daha fazla sevdiğimi farkettim. Bu iyi mi kötü mü?

Bugünlerde lanet işimi devredememiş olmanın verdiği ağır üzüntüyü yaşıyordum ki artık
ben de bıraktım kendimi. Yoo işi bırakamadım henüz ama kendimi bıraktım :) İşte o nasıl bir rahatlıksa artık yüzüme yansıyan, bugün kan tahlili için gittiğimiz sevgili doktor amcamız bile sende bugün bir gevşeklik var dedi.

Kan tahlilini "rutin" olarak yaptırdık. Hastanede çalışıyoruz ya, bu şekilde, senede bir kere
gidip kan tahlili yaptırarak hastanenin bize verdiği o büyük nimetlerden faydalanmış gibi hissediyoruz kendimizi :) Bizden aldıkları 3 tüp. O 3 tüp alınana kadar benden giden 1-2 ay. Her kan verişimde damarlarımı bulamayanlara içten içe kızışım, diğer hastalar adına üzülüşüm, işte bu yüzden iğneyi gözümde büyüterek ancak senede birde karar kılışım ve ben işte. Kan aldırmaktan deli gibi korkan bir ben.

Bugün değişik bir yemek denedik. Aslında bu aynı yemeği ikinci deneyimişiz. İkinci olduğu için yine de deneme sayılır mı yoksa o safhayı geçtik mi biz? Aslında lezzet olarak da değişik değil, görüntü farklı biraz. Biftekli makarna. Birazdan resimleriyle birlikte yazacağım. Yorumunu burda yapabilirim ama. Bence çok lezzetliydi. Makarnanın göbeklerimize ikinci kaıt atmakta usta olduğu kesin, ama bugün yanlarımda kanatlarım var ya benim, her şey tozpembe.

Bugün bir arkadaş gelecekti bize. Dünden haber vermişti hatta, akşam da bizde kalacaktı. Ben de planlarımı ona göre yapmıştım. Sabah dalgınlıkla pilatese hazırlık sırt çantamı bile almamışım yanıma. İş çıkışı ne spor ne sıkılaşma, direkt eve geldim o yüzden. Ama arkadaş gelmedi. Aslında bekliyordum bunu. Yani O'ndan ziyade bunu bekliyordum, yani gelmemesini. Çünkü genelde yaptığı bir şeydir bu. Karar verir sonra vazgeçer. Pilatese de onun yüzünden başlamıştım mesela. İlk birkaç derse geldi sonra vazgeçti. Ben vazgeçmedim ama. Benim için gerekliydi çünkü. Arkadaşın vesilesi iyi olmuştu.

Aynı arkadaş geçen sene de İngilizce konuşma kursuna heves etmişti. Hevesle gidip yazılmıştık. Sonra o vazgeçmişti, ben yine devam etmiştim. Bu sefer vazgeçme nedeni ud kursu almak istemesiydi. Günleri çakışıyordu. Sonra ud kursuna yazılıp ud siparişini verdi. Sonra vazgeçti, siparişi de iptal etti.

Bu sene bir de briç kursuna heves ettik elerimizle beraber. 4 kişi yazıldık. Arkadaş yine vazgeçti. 3 kişi hala gidiyoruz briçe. Ben, eşim ve o arkadaşın eşi :)

Sabahları işe taksiyle gidiyorum 1 haftadır falan. Havalar soğuk, otobüsler eskisi gibi dakika başı geçmiyor, geçen bir tane var zaten. Onu da yakalayabilene aşk olsun. Otomatik bir arabamız var. Eşim işe servisle gidiyor. Bizim badi her sabah gülen gözlerle bana bakıyor, ben adeta kaçıyorum ondan. Taksiyle giderken onu aldatıyormuşum gibi geliyor. Hava da soğuk ya, sanki ara sıra çalıştırıp ısıtmazsan üşürmüş gibi. Bir mahcubum badimize karşı :( Ama kullanamıyorum işte. Trafik korkum var. Ama hergün taksiyle gide gele o saatlerde yol oldukça boşken badiye atlayıp gitsem kazasız belasız işe gidebilirim gibi geliyor. Evle iş arası kaç kilometredir ben bilmem, gözümün hesap işlemi yoktur ama taksiyle 2 dakika kadar sürüyor sanırım. Yani hakikaten gözümü karartıp gidebilirim aslında. Bir de şu yokuşlar ve dar köprüler olmasa! Tabi bir de akşam trafiğinde eve dönme meselesi var. İşten herkesle birlikte çıkmayabilirim mesela. Ama o zaman da hava çoktaaaaan kararmış olur. Badiyle kısa yolculuklar yapsam da, tabi Badem yan koltukta direktif verirken, akşam karanlığında hiç başbaşa kalmadık kendisiyle. Yine de taksici Hüseyin Amca'yı beklemekten iyi olabilir.

Bu arada yol madem 2 dakika git işine yürüyerek demeyin.
1-ben hımbılım.
2-yol inerken hep yokuş aşağı.
3-düz olan yollardaki kaldırımlar hemen anayol kaldırımı olduğundan (ana yol dediysek otobandan bahsetmiyoruz) sulu havalarda üstüm başım sulanıyor, hiç hazetmiyorum!
4-sabahları ayaz oluyor.
5-geri gelmesi gidişten de beter, hep yokuş yukarı.

Acıdınız mı bana? :P

Değerlisine not: Kan tahlil sonuçlarım iyi çıktı.


7 Ocak 2008 Pazartesi

Güncelleme


@ Son terör olayları hakkında birkaç kelime yazmadan geçemeyeceğim. Bir annenin evine gitmişler. Oğlunu kurban vermiş kadın. Hem de teröre kurban vermiş. Yüreği yanıyor. Gözleri kıpkırmızı, ağzı kurumuş artık. Ama yine de "bugün oğlunu bunlar öldürdü diye önüme adam çıkarsalar, elime silah verseler de bu kötülüğü ben onlara yapamam" diyor. İşte benim vatanımın insanı bu kadın! Nüfus cüzdanında  T.C. vatandaşı yazması hiçbir şey ifade etmiyor. Bunları yapan da vatandaş değil mi sanki? Bağrımızda yılan beslemiyoruz da ne yapıyoruz? Ama suç sadece onlarda değil, onların suyunu kurutmayanda, onlara destek olanda aynı zamanda. Ama yüreği dağlanan o ana, ana yüreğine rağmen gözüyaşlı çıkıp ben onlara ateş edemem, bomba atamam diyor..

@ Neymiş efendim işten vazgeçmişmiş. Ama iş yüzünden değilmiş. İş kolaymış canım, herkes yapabilirmiş ama o yine de (beni burdan kurtarın diye dilekçe verdiği" eski iş yerine dönecekmiş. Yemedi denese şuna. Devredemedim gitti şu lanet işi :(

@ Ben daha diğerlerini anlatamadan bir sürü film seyrettik Badem'le. Hatırladığım kadarıyla sayayım, kesin sonuç için keşke Badem'i bekleseydim, Catherina Zeta-Jones'u çok şükür tombik sayılabilecek bir halde, üstelik artık yaşlanmaya başlamış olarak gördüğümüz No Reservations (kıskancım evet ne var?), neydi yılın en yakışıklı adamı mı seçilmişti-Matt Damon'ı yine kendini yerden yere atıp önüne çıkanı döverken gördüğümüz serinin 3. sü Bourne Ultimatum, konu itibariyla oldukça farklı ve fakat olayın sadece bir odada geçmesi bakımından hafif iç bunaltıcı olan The Man From Earth hatırladıklarım. Bu filmlerden de filmaniacta bahsetmeye çalışacağım ama o zamana 
kadar özellikle The Man From Earth'ü tavsiye edebilirim. İç bunaltıcı dediğime bakmayın. 
Bir adam var. 14.000 yaşında olduğunu iddia ediyor. O zamanki insanlara verilen adla Kro-Magnon olduğunu ve hücreleri yaşlanmadığı için kendisinin de yaşlanmadığını söylüyor. Onu yolcu etmeye gelen üniversiteden prof. ve benzeri arkadaşları da sorularla adamın iddiasını çürütmeye bazen de anlamaya çalışıyorlar. Neyse daha fazla açıklamayayım şimdi burda :)

@ Bir kanalda Sinekli Bakkal yayınlanmaya başlamış. Ben Halide Edip'in bu kitabını çok sevmiştim. Yaprak Dökümü'ndeki tadı bu dizide de bulurum umuduyla açtım ama hiç keyif almadım maalesef. Aslında oyunculuklarını beğendiğim oyuncular da var dizide. Özge Özberk ve Uğur Polat gibi. Uğur Polat'ın özellikle sesine hastayım. O saatlerce konuşsun ben hiç sıkılmam öyle söyleyeyim. Ama dizi gerçekten hoş olmamış bence :( Ses demişken Rutkay Aziz'in de sesini çok etkileyici bulurum bu adara :))

@ Yılbaşını mevzuu bahis edecektim amma şimdi yukardaki yazıların altına kocaman (yok o kadar da koca değildi) yılbaşı ağacımızın resmini yapıştırıp eğlenceli yazılar yazasım gelmedi. Başka bir yazıya saklayayım en iyisi.

3 Ocak 2008 Perşembe

Güzel insan filmi :)

Öykücüüüüüüüüüm,

Müzik konusunda tekrar kocaman teşekkürler!

Dayanamadım filmaniac'a Stardust'ı ekledim! :)

Güzeller güzeli Sienna Miller'ı,


Michelle Pfeiffer'ı


ve Clare Danes'i seyrederken  çok mutlu oldum. Siz de fantastik, masalsı filmleri seviyorsanız mutkala seyredin!


İyi seyirler şimdiden..

(Resimler her zamanki gibi www.images.google.com dan)

Hoşgeldin 2008! :)

Mutlu yıllaaaaaaaar!

Evet yine geciktim sevgili okur (sayın okur cümlesini çok beğeniyorum ama Öykücüden çalamadım olduğu şekliyle, bununla idare edeceğiz artık :)

Geciktim yazı yazmakta. Yeni yıla gireli 3 gün oldu bugün. Ama iyi dileklerde gecikmiş sayılmam yine de. Zaten dilek "iyi" olduğu zaman her dakika, her an kabul edilebilir bence :)

Bu yazı da çok uzun olmayacak bu arada. Kendime hatırlatma bir nevi. Sizlere de yeni yazılarımla ilgili ufak bir bilgilendirme yazısı olacak.

Asıl yazımı yazarken nelerden bahsedeceğim;

Öncelikle şu kahrolası işimi sonunda devredebileceğim! Evet evet yanlış duymadınız, aylardır dert yandığım o işten kurtulacağım sonunda. Ama işte devir işlemleri bitene kadar azıcık daha yoğunum. Sonra yaşasın özgürlük! :)

Bu arada çokça film seyrettim. Bahsetmezsem olmaz.

Mesela Türk filmlerinden;

Zülfü Livaneli'nin kitabından uyarlama Mutluluk
Nazım Hikmet'in hayatından bir kesit sunan Mavi Gözlü Dev
Ahmet Ümit'in kitabından uyarlama Sis ve Gece
gerçekten beğendiğim
Kabadayı

yabancı filmlerden;

çok beğendiğim Stardust
Nicole Kidman'ı hatırladığım kadarıyla ilk defa bu kadar kanlı bir filmde seyrettiğimiz The Invasion
Christian Bale ve Russel Crowe'un bence başarılı performans sergiledikleri 
3:10 To
 Yuma

belki de serilerden en beğendiğim bölüm olan Resident Evel : Extinction
pek de korkunç olmayan Whisper
Viggo Mortensen'i belki de ilk ve çok defa anadan doğma gördüğümüz Eastern Promises
ilk serilerin komikliğini yakalayamayan American Pie Presents Beta House
oldukça güzel bulduğum ve adı üstünde süpriz sonla biten Unknown
bir gay filmi olan Eating Out. Sanırım hepsi bu.

Ha tabi bir de Shortbus var. Ama burda ondan bahsedemem. Çünkü p.orn.o sayılabilecek bir filmdi ama kendi içinde bir felsefesi vardı. Midem kaldırır diyenlere gerçekten tavsiye ederim. Rahatsız edici birkaç sahne dışında ben gerçekten beğendim çünkü..

Evet bir dahaki yazımda bahsedeceğim çok şey var gördüğünüz gibi :)

Ama siz biraz merak edin, ben de işlerimi biraz daha yoluna koyayım olmaz mı?

Ha bu arada Maeve Binchy'nin Aşıklar Korusu'nu da bitirdim. Ondan da bahsedeceğim. Sanırım
bu yazıyı yazana kadar Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'unu da okumuş olurum..