28 Aralık 2007 Cuma

Uçmak

yalın-alışmak zoru...
Hani bazı şarkılar vardır. Sizi alır, bulutların üzerine çıkarır. Orda sevdiğiniz anılarınızla karşılaşırsınız ve mutluluğunuz gitgide artar.

Dinledikçe bir hoş olursunuz ve 10 kere 20 kere dinleseniz de hiç sıkılmazsınız.

Hayatımın her döneminde böyle bir şarkı olmuştur benim için. Duydukça içimi eriten, hep güzel şeyler hatırlatan, mutluluktan uçacakmışım gibi hissettiren şarkılar.

Bu belki de içinde bulunduğum durumlarla ilgili, bilmiyorum. Bir şarkı kaçış yolu olabilir
mi insan için? Rahatlamaya ihtiyaç duyduğunda o şarkıyı açıp mutsuz hissetiği dünyadan ayırıp başka diyarlara götürecek olan şarkılar bulmak yine insan psikolojisiyle ilgili
olabilir mi?

Son zamanlarda bana böyle hissettiren şarkıdan bahsetmek istiyorum tam da bu noktada.

Bir gün televizyon seyrediyorum. Kanalları bir bir dolaşırken, aslında televizyonu ilk açışımda, NTV'deki (NTV bizim evdeki bütün televizyonlarda 1. kanaldadır çünkü) şu 4 bayanın sunduğu programla karşılaşıyorum. Hani 3 bayan ve bir sarışın :)) Haydi gel
benimle ol idi sanırım programın adı. Orda konuk sanatçı var. Çok şeker, insanın ona baktıkça çocukça gülümseyişi ve kardeşiymişçesine gidip yanaklarını falan sıkası geliyor. Çok masum, çok efendi biri çünkü.

Programın sonunda alıyor gitarını eline (bu arada ilk açtığımda programın sonuna zaten 2 dakika falan var) başlıyor şarkısını söylemeye. İçimde hafif bir kıpırtı oluyor ama daha şarkının "o" şarkı olduğunun farkında değilim. Aradan birkaç gün geçiyor. Aynı programın tekrarını görüp tam da aynı noktada tekrar seyretmeye başlıyorum. Tabi gitar yine ele alınıp şarkı söylenmeye başlıyor. Bu sefer daha çok etkileniyorum ve bam! İşte bu şarkı
beni bulutların üzerine uçuruyor.

Merak ettiniz mi?

Sevgili Archisugar'ın yardımlarıyla eklemeye çalıştığım ve şu an fonda dinlemekte
olduğunuz şarkıdan bahsediyorum :)

22 Aralık 2007 Cumartesi

İmdat!

Bazı cümlelerim yarıdan kesikmiş gibi oluyor. Ben yazarken hatta yazdıktan sonra düzenlemeden bakarken bile her şey normalken yayınla dediğimde bazı cümlelerin sonu neden gözükmüyor bilen var mı? :(

Yeniler

@ Salı günü cnbc-e'de C.R.A.Z.Y adlı film varmış saat 22:00'da. Ben çok beğenmiştim, meraklısına duyurulur. Konusu kısaca koccaman bir ailede yaşam. Müzikleri ayrıca çok güzel, şiddetle tavsiye ederim.

@ House'da edindiğimiz bütün bölümleri bitirdik. Zaten 3. sezondan topu topu 9 tane vardı. Hani şu senaristlerin grevi yüzünden. O da bitti işte :( House yeni ekibini oluşturdu. Bu sefer 3 değil 4 kişi seçti. Bazı bölümlerde gülmekten çatlayayazdık :) House'un pratik zekası yüzünden komik duruma düşenlerin haline acıdık falan filan. Eğlenceliydi.

@ Daddy Long Legs'in 20 bölümünü seyrettim. Bazı şeyler o kadar çocukça ki. Ama Judy de daha çocuk zaten. Şimdiki çigi filmleri düşününce eskileri ne kadar eğitici ve güzelmiş! Her bölümün öğretici bir ana fikri oluyor mutlaka. Mesela bugün seyrettiğim bölümlerden biri dürüstlük üzerineydi. Sen dürüst olursan karşındaki de sana karşı dürüst olur gibi bir cümle vardı. Judy ve arkadaşlarını dürüst olmaya iten cümleler ve olaylar. 
Bu yaşımda bile etkilendim. Ben de dürüstlüğe ve olduğun gibi görünmeye çok önem veririm çünkü. Yapmacıklıktan hiç haz etmem. Dürüst olamayacaksam susmayı tercih ederim başkalarını yanıltmamak için. Ama illa da söylemem gerekirse çok da iyi yalan söylerim.

@ Epey zaman önce Keremcem'in bir klibini seyretmiş ve çok beğenmiştim. Türk gibi değil de yabancı klibi gibiydi. Türkleri aşağıladığım sanılmasın ama bu konuda çok da iyi işler çıkardığımızı düşünmüyorum. Her neyse klibi de şarkıyı da çok beğendim ve çok farklı buldum Keremcem'in genel haline kıyasla. Bir filmin müziğiymiş meğer. Hakikaten başarılı!

@ Dün "Cenneti Beklerken"i seyrettik. Yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Derviş Zaim'in yaptığı değişik bir filmdi. Osmanlı çizgileri vardı neredeyse her Türk filmindeki gibi :) Tabi bunda biraz daha fazlaydı çünkü zaten o dönemleri anlatıyordu. Sultanlığa adaylığını koyan bir şehzadenin (Şehzade Danyal) peşinden giden asıl sultanın adamları ve öldürülecek olan şehzadeyi resmetmek üzere bu adamlarla yola çıkan bir nakkaş (Eflatun Efendi) hakkında görsel açıdan zenginleştirilmiş bir filmdi. Nakkaş, minyatur ustası Eflatun efendi rolünde Sahra dizisinden de tanıdığımız Selim Tutumluer, şehzade Danyal 
rolünde nerden tanıdığımı hatırlayamadığım Nihat İleri, yolda buldukları 
güzel hatun rolünde son günlerde Bıçak Sırtı'ndan tanıdığımız Melisa Sözen var. 
Minyaturleri filmin aralarına serpiştirmeleri ve minyaturlerden yola çıkarak hikayeyi yönlendirmeleri görsel açıdan çok hoş olmuş bence. Değişik bir tarz
görme açısından tavsiye ederim.



(Resmi burdan aldım)

"Takı"ntılarım :)



Öykücüm beni sobelemiş takıntılarım konusunda. Takıntılarıma geçmeden önce yine Öykücümün gönderdiği 
ve çok severek taktığım güzel "takı"mın resmini paylaşmak istedim sizlerle (Sevimli buzdolabı süsümüzü de uzunbacak almıştı)..

Asıl konuya gelirsek;

Ben ve takıntı, baya güzel bir ikili oluşturuyoruz sanırım :)

Biyocanın takıntılarında az buçuk belirtmiştim kendiminkileri.

@ Yolda yürürken çizgilere basmadan yürümeye çalışmak : Küçükken çok daha beterdim aslında ve yavaş yavaş atlattım bu takıntıyı. Şimdilerde daha çok oyun gibi benim için :)

@ Mutfak tezgahının her zaman temiz ve düzenli olması. Mümkün mertebede boş olması 
vs. Daha önce ablamla aynı evi paylaşırken en büyük sorunlarımızdan birinin benim bu tezgah düzeni takıntım olduğunu yazmıştım. Hala da takıntılıyımdır bu konuda ama çok faydasını görüyorum :)

@ Yatmadan ya da en kötü ihtimalle evden çıkmadan önce evi derleyip toplamak.
Öykücüm sen de bu konuda bir şeyler yazmıştın. O zamanlar aynı şeyi yapıyormuşuz diye gülümsemiştim. Ama yazı konusu ararken bunun bir takıntı olabileceğini farkettim. Bu da iyi takıntılarımdan biri aslında. Süpriz misafirlere karşı her zaman, en azından görüntü olarak, hazırızdır :) Ben bunları yaparken Badem de hep biri mi gelecek diye sorar. Belli mi olur değil mi? :)

@ Tuvalet kağıdı takıntım : Bu takıntım aslında tuvalet problemimden kaynaklanıyor. Kendi evimiz haricindeki tuvaletleri kullanmamayı tercih ederim genellikle. İlkokulda falan eve koşarak geldiğimi hatırlıyorum. Bütün bir gün tuvalete girmez, evin kapısından girerken altıma yapıverme güdüsüyle dolardım :) Lojmanlarda otururken, Allah'tan!, tuvaletimizle ev kapısı yanyanaydı. Ayakkabılarımı falan çıkarmadan direkt tuvalete giderdim :) Şimdi bu kadar kasmıyorum tabi kendimi. tuvaleti kullanmam gerekiyorsa; yine de en aza indirgeyerek kullandığım tuvaletlerde; duvardan geçebilecek 'pis'liklere karşı tuvalet kağıdını duvara değmeyecek şekilde döner hale getiriyorum: bana göre düz hale getiriyorum yani :)

@ Bütün dişlerim aynı çalışsın diye, sanki az çalışan diş "diş" işlevini yerine getirmeyecekmiş gibi, bir lokmayı yutmadan önce hem sağ tarafla hem sol tarafla çiğnerim :) Aslında bir yerde okumuştum. Örneğin çay karıştırırken hep sağ elinizi mi kullanıyorsunuz? Ara sıra sou da kullanarak beyninizin her iki lobunun da çalışmasını 
sağlıyormuşsunuz. Gerçi ben bu çiğneme mevzusunu çok önceden beri yapıyorum..

@ Ters duran terlik olduğunda hep rahatsız olur ve mutlaka düzeltirim onu. Yanyana durması falan önemli değil, tek derdim tabanının yere değiyor olması. Saçma ama içim rahat etmiyor nedense :(

@ Masa örtüsünün kenası, perdenin ucu mu bükülmüş, mutlaka kalkar düzeltirim. Bir düzen takıntım var dedim ya, bu da onun uzantısı sanırım. Yamuk duran tabloları düzeltirim, kıvrılan örtüleri düzeltirim, cd lerin biri biraz daha dışta mı kalmış, gider onu düzeltir hepsini bir çizgide sıralarım. Bir de alfabe takıntım vardır mesela. Filmler, kitaplar her şey alfabetik sıradadır bizim evde. Bu işimizi de çok kolaylaştırır tabi her aradığımızı koyduğumuz yeri çok iyi bilir ve hemen buluruz. Ama bizim düzenimizi 
farketmeyip ya da hiçe sayıp da bakmak için aldığı kitabı , cd yi farklı bir yere koyan
olursa çok kızarım.

@ Çekmece içlerinde bile rahatsız edici şekilde düzenliyimdir. Bazen çok sıkıcı oluyorum bu konuda, biliyorum. Mesela ince askılılar hep bir yerdedir, kalın askılılar başka bir yerde, üstelik bunlar koyudan açık renge doğru düzenle katlanmış giyilmeyi bekliyorlardır. Hani bir gün üşenip de kendi yerine koymazsam penyeyi o zaman ölmem ama yerini düzeltmem gerektiği konusunda aklımda her zaman bir ünlem işareti olur. Düzeltince rahatlarım :)

@ Daha fazla takıntılarımdan bahsedersem benden kaçabilirsiniz :) O yüzden bu yazıya tam da bu noktada nokta koymak isterim :) Lakin, çakılcımın ve sugarımın (archi) takıntılarını da ben çok merak ederim :)


19 Aralık 2007 Çarşamba

Eski bayramlar

İyi bayramlar :)

Eskiden ne kadar heyecanli ve mutlu geçerdi bayramlar.. Aslında bunu daha çok büyüklerimiz söylerdi. Hatta biz küçükken bile söylerlerdi. Düşünün ki aradan çok uzun yıllar geçmemesine rağmen ben bile böyle söyler oldum.

Ama eskiler aklıma gelince gerçekten bu şekilde düşünüyorum.

Ben küçükken diye başlayacağım söze :) Öyleyse, ben küçükken:

@ Her bayram köye giderdik. Ananemlerle babaannemler aynı köyde oturuyorlar. Hatta arada sadece 2 ev var. Bir anlamda güzel bu. Bir taşla iki kuş vurup bir yolculukla iki sülaleyi de ziyaret etmiş oluyorduk. Ama anneannemlerde kalınca babaannemler gönül koyuyordu. Biz de aksi gibi abla kardeş anneannemlerde kalmayı seviyorduk :) Yine de iki gün kalacaksak biri birinde diğeri öbüründe şeklinde pay ediyorduk gece kalmalarını. Ay aklıma geldi de, zaten anneannem de her gidişimizde hatırlatır, sabahları kalkıp "anane! tereyağ, bal, mımırta!" diyerek peşinde koşarmışım :) Ne güzel günlerdi bak şimdi eskilere gittim yine. Şimdi büyüdük de zaten, kimselere eziyet olmayalım diye her işimizi kendimiz görmeye çalışıyoruz. Bir de her gün her gün yumurta falan yiyemem ben be, o neymiş öyle :)

@ Annemler, canlarım benim, her bayram elde avuçta yokken bile bize yeni bir şeyler alırlardı. Alamazsak annem dikerdi falan filan. Şimdi o heyecanı kaybettik sanırım ya. Çünkü kendim bile bayram heyecanına bürünüp yeni bir şey almak istemiyorum, büyükler alsa bile o çocukluktaki mutluluk olmuyor sanki.

@ Köyde kurban kesildiği zaman kurbanın başına gider dikilirdik çoluk çocuk. Şimdi bir yandan bu ne canilik, küçücük çocuğa bir hayvanın ölüşü nasıl seyrettirilir diye düşünüyor, diğer yandan da iyki de seyretmişim o yüzden bu kadar soğukkanlıyım diyorum kendi kendime. Bugün çocuğum olsa seyrettirir miyim bilmiyorum. Sanırım midesi kaldırıyorsa, korkmuyorsa ya da istiyorsa seyrettiririm. Belki de bu soğukkanlılık doğuştandır diyeceğim ama her doktor işine soğukkanlılıkla başlamıyordur bence. Sonuçta göre göre alışma gibi bir durum söz konusu. Çocuk yetiştirmek başlı başına zor bir şey zaten, bütün anneler, ne doğrudur ne yanlıştır çocuk için nerden bulup nasıl davranıyorsunuz? Başarılar diliyorum hepinize de :)

@ Köyde sülaledeki diğer çocuklarla şeker toplamaya çıkardık. Şimdi nerdeeeeeee? Şimdi kapı kapı dolaşan çocuklara kızıyorum üstelik. Gerçi bizim burda dolaşan çocukları sevmiyorum desem daha doğru olur. Çünkü kapıyı açıp da şeker ya da çikolata ne varsa tuttuğumda abla para yok mu diye soruyorlar. Çocuktur güler geçersin tamam ama, cidden mağdur olup başı eğik çocukları görüp de bu fırlamalarla karşılaşınca hem üzülüyor hem sinirleniyorum. Hayatta da böyle değil midir zaten? Gerçekten ihtiyacı olanlar hep daha ezik, sorulmadan asla ihtiyacını söylemeyen gururlu insanlar olmaz mı? Çünkü yırtık olanlar bir şekilde yolunu bulup geçinir giderler aslında. Asıl mazlum o sessiz kalabalıktır. Ben onlara üzülür onları bilirim. Zamane çocukları da bu yüzden sinirlendiriyor işte beni.

@ Yıtık diyince aklıma geldi. Hastanede işe ilk başladığım günlerde, SSK zamanında, yardım için poliklinik eczanesine inmişim. O zamanlar eczane deli gibi kalabalık. Günde 1500 hastaya reçete veriyoruz. Bilenler bilir SSK'lıların canı çok az olur ve her zaman parlamaya hazırdırlar (istisnalar hariç), SSK hastanesinde çalışan herkes onların verdiği paralarla çalışıyor gibi abuk subuk bir düşünceye sahiptirler çünkü. Bu insanlar hırala gürele sıraya girmeden ilaç almaya çalışır, verdiğin ilacı da beğenmezler. Bir de daracık camdan sana akıl öğretmeye çalışırlar. İşte böyle biriyle karşılaşmışım o gün. Daha yeniyim ya, herkes susup oturacağım zannetmiş. Ama ben de karşılık vermişim hemen karşımdaki adama. Neymiş o benden iyi bilirmiş ilacı. Verdiğim ilaç yanlışmış. İlk günden kavga etmeye başlamışım sorunlu insanlarla :) O zaman iş arkadaşlarım bana daha önce İstanbulda çalıştığın belli o yüzden böyle yırtıksın demişlerdi. Yırtık diyince aklıma bu geldi işte :)

@ Bayrama geri dönelim. Yine kurban kesme meselesine gelirsek bunun bir anlamda vahşet olduğunu düşünüyorum. Çünkü çoğu zaman amacına ulaşmıyor. Eski zamanlarda da zengin-fakir arasında uçurum varmış ve herkes et yiyemezmiş gerçekten. Şimdi de öyle olmasına rağmen insanlar kurban kesseler de fakir fukaraya dağıtamıyorlar eti. Çevremde genelde böyle. Cidden ihtiyacı olanlar yine ulaşamıyorlar ete. Üstelik bence et yerine ihtiyacı olan birine para vermek daha güzel. Belki o parayla et alır belki çocuğuna mont alır, ne bileyim evinin ihtiyaçlarını karşılar. Yanlış anlaşılmasın ben de inançlı bir insanımdır ama dini eskiden olduğu gibi kabul etmekten ziyade güne ayak uyduracak şekile getirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Sonuçta her şey Allah'la kul arasında bence.

@ Neyse ağır konulara girmek istemiyorum. Kimse kimsenin içini bilemez öyle değil mi?
Son olarak tekrar iyi bayramlar diliyorum hepinize. Eski günlerdeki gibi tatlı geçmesi dileğiyle..

16 Aralık 2007 Pazar

Efsane geri döndü! :)



Efsane kim mi? Tabi ki Greg House, bilinen dizi adıyla House M.D.

Uzun bir ara vermiştim House'a. Yeni bölümleri elimin altında değildi çünkü. Badem sağolsun bir el atıp keyfimi yerine getirdi yine. 3. sezon, 4. müydü yoksa? O kadar çok
dizi seyrettim ve hali hazırda seyretmeye devam ediyorum ki hangisinin kaçıncı sezonu kaçıncı bölümü şaşırdım artık :)

Neyse 3. sezon diyelim. Bundan önceki sezonun en son bölümünde salak House sarı
kafayı kovmuştu, ekibin tek kızıyla çikolata renkli diğer erkek arkadaş da istifa etmişlerdi (isimlerini hatırlarsam yazacağım). İşte görüyorsunuz, iyi ki de müptelası olarak seyrediyorum diziyi! İsimleri bile hatırlayamadım şu saniyede. Bu arada 10 dakika önce yeni bir bölüm seyrettiğimi de hatırlatmalıyım..

Kendime not : Artık işi gücü bırak da bir doktora görün şu unutkanlıkla ilgili.

Dizimize geri dönelim. Bu House tüm ekibini kaybedince seksi başhekimimiz Cuddy (ah
bir de bizimkini görseniz!) House'a yeni bir ekip kurması için baskı yapar. House ise
yalnız çalışmaktan memnun görünür ama ne de olsa patronunu kırmayacaktır! :) Zaten Cuddy bütün hastaneye duyurular göndermekte ve House'un yeni bir ekip oluşturacağını haber vermektedir. Sonunda House kendini 40 kişilik bir sınıfta yeni ekibini seçmeye çalışırken bulur.

Yeni vakalarla aday doktorların karşısına çıkar ve onları bir bir elemeye başlar..

3 bölüm seyrettik henüz yeni sezondan. Hala yeni ekip oluşamadı. Bu arada eski ekibin üyeleri Chase (sarı kafa bu işte) ve Cameron (bu da tek kız) aynı hastaneye geri döner, üstelik birbirleriyle nişanlı olarak..

E hadi arkası yarın diyelim madem :)

15 Aralık 2007 Cumartesi

Ablam

Çok ilginç bir haftaydı bu hafta. Bütün hafta hem bitmek bilmedi hem de cuma çok çabuk geldi sanki. Değişik düşüncelerde, değişik duygularda olduğum için belki de..

Geceleri uyuyamamam, başhekimle yaptığımız telefon görüşmeleri, öykcüye hazırladığım paket, ablamlarım gelecek olması ve işte cuma.

Bugün İstanbul'dan ablam ve eşi geliyorlar hihoyt :) Canım ablamla keşke aynı şehirde yaşayabilseydik. Burdaki arkadaşlarım, hayatım falan güzel ama hiçbiri ablamın yerini tutamıyor. Üniversitede aynı evde kalırken güzelce geçinip giderdik ve çok mutluyduk diyemeyeceğim :) Tamam iyiydi de sürekli kavga ederdik :) Arkadaş kavgaları gibi olmazdı tabi. Sonuçta ikimizin de başka kardeşi ve yok en büyük dayanak yine birbirimizdik. Sonunda barışır eskisi gibi mutlu mesut yaşardık :)

Ablam çok dağınıktı. Hala da öyledir. Bense çok titizdim. Temizlikten ziyade düzen hastasıydım. Mutfak tezgahının üzeri mutlaka temiz ve boş olmalıydı mesela. Bir çatal bile bırakılsa çıldırırdım. Ablamsa evde tek temiz çatal kalmayana dek bütün çatalları yıkamayabilirdi :) İşte kavgalarımız da hep bu yüzden çıkardı. Canım ablam, öyle çok özlüyorum ki onu..

Ereğli'ye her geldiklerinde içim kıpır kıpır oluyor. Bugün de yine öyleyim. Heyecanla gelmelerini bekliyorum. Mutluluktan ta pazartesinden hazırladım kekleri börekleri :) Ama kahvaltıya yetişemeyecekler her zamanki gibi.. Zaten geldiklerinde de isterlerse pikniğe götüreceğiz onları. Soğukta ne pikniği demeyin! Paltoları giyip de deniz kenarına gider, mangalı yaparız. Soğukta balık ya da sucuk-ekmek yemenin tadı ayrıdır :)

Bu arada aksi gibi nöbetçiyim! Önce işe gitmem gerekiyor. Şu nöbet işini de hala tatlıya bağlayamadık zaten. Allah'ım bizi kurtar şu başhekimden ya!

Amin diyin arkadaşlar! :)

11 Aralık 2007 Salı

Hafif depresif

Blogunu her gün güncelleyenlere çok özeniyorum, misal Öykücüm.

Bu kadar gücü nerden buluyor bilmiyorum ama zevkle okuyorum. Sürekli güncellenmeyen blogları çok sevmiyorum ve son zamanlarda benimki de onlara döndüğü için çok üzülüyorum.

Hep 2008'i bekle diyorum kendime ama bana ne getireceğinden şüpheliyim aslında.. İş yerimdeki sıkıntıyı bir türlü üzerimden atamıyorum çünkü her gün yeni bir olumsuzlukla karşılaşıyorum. İş ve özel hayatını bıçak gibi keskin hatlarla birbirinden ayıranlara da çok özeniyorum ama insan işyerindeki üzüntüsünü akşam evine taşımamayı, bütün olumsuzlukları saatin 5'i vurmasıyla kafasından atmayı nasıl başarabiliyor ben hiiiiiç bilmiyorum :(

Yine yorgunum, yine üzgünüm, yine sıkkınım bugün. Kalın kafalı başhekimin yüzüne istifa dilekçemi fırlatarak kaprislerini daha fazla çekemeyeceğimi haykırmak istiyorum. Sonra
da eczanemi açıp amiri de memuru da ben olacağım kendi iş yerimde gerektiğinde elime örgümü alıp örmek istiyorum (!) (Pöh, bu çok aykırı oldu bana :) )

Bazen üniversite bitirmesine rağmen çalışmayıp da ev hanımlığı yapan ya da çoluk çocuk 
yetiştirmek için işine sonsuza kadar işine son veren kadınları çok iyi anlıyorum. Şu durumda bile bunu yapabilir miyim bilmiyorum, hayır büyük ihtimalle yapamam, ama yapsam neler olurdu çok merak ediyorum!

                            *              *              *

Bu arada Badem ve Osi'yle briçe yazıldık. Dakyüz nerde derseniz, evinde, hımbıllık
yapıyor.
Briç de tam benlikmiş! Müthiş bir hafıza gerektiren bir oyun, yok yok spormuş, eğitmenlerimiz öyle söylüyor. Daha oynamaya başlamadığımız için oyun mudur spor
mudur konusuna pek yorum yapamayacağım ama 3 derste anladığım kıvrak zekalı insanların briç oynayabileceği gerçeğidir. Ben, alzi, elimde notlar olmadan nereye gidiyorsun diye sordum bugün kendime. Bakalım nereye gideceğim..

Günün özeti :
1-Sen yine de 2008'i bekle.
2-Briç senin neyine?
3-Hadi şimdi git sıcak bir duş al da yat artık. 

7 Aralık 2007 Cuma

Hayalimdeki meslek

Eveet sıra geldi öykücümün sobesine :)

Hayalimdeki meslek.. Aslında birkaç tane var desem yeridir ama hepsini şu şekilde birleştirebilirim:

Ufak bir sahil kasabasında yaşıyorum. İnsanları evinde hissettiren rahatlıkta bir cafem var (Bunun Türkçesini bilen var mı? Kafe desem kafi olur mu acaba?).

Kafenin her bölümünü kendim yapmışım. Tabi sıvayı tahtayı alıp değil. Benim beğenilerim doğrultusunda yaptırmışım her şeyi diyelim :)

Kafenin manzarası da çok güzel. Önümüzde masmavi deniz uzanıyor. Kasaba halkı beni çok iyi tanıyor, tabi ben de onları. Kafem dolup taşıyor o yüzden.

Bir duvar raflarla kaplı. Kitap arşivimi kafeme taşımışım. İnsanlar gelip kafemde sıcacık kahvelerini içip benim yaptığım keklerden yerken bu kitaplardan alıp okuyorlar. Kitabın sonunu merak edip de her gün kitap okumaya gelenler bile var! :) Onlar okurken ben de zaman zaman kendim bir şeyler yazıyorum. Küçük bir okuyucu kitlem bile var.

Duvarların birinde müzik aletleri var. Her zaman kullanılmıyorlar. Çoğu zaman müzik makinesinin çaldığı güzel şarkılarla ortamı renklendiriyorum. Ama bazen de çıkıp kendim söylüyorum sevdiğim şarkıları. Arkadaşlarım da eşlik ediyorlar bazen.

Çok mutluyum, keyfime diyecek yok! :)

Çakılcım ya sen?

The Lost Room

Dün The Lost Room'u bitirdik. Zaten 6 bölümlük demiştim ya, 3 bölüm kalmıştı onu da seytrettik rahatladık :) Aslında dizinin sonu itibariyle çok da rahatlamadık çünkü odanın gizemi hakkında bir şey öğrenemedik.



Joe Miller (Peter Krause) bir dedektiftir. Kızı Anna (Elle Fanning) ile yalnız yaşamakta ama bir yandan da velayet davası sürmektedir.
Bir gün önlerine gelen davada insanların garip bir şekilde yandığını ve görgü tanıklarından 
birinde de bir otel odası anahtarı olduğunu görür. Görgü tanığını kendi de tanımaktadır ve otelle ne işi olduğunu anlayamaz. Çocuğu sorguya çekse de bilgi edinemez ama çocuk ondan kaçarken garip bir şeye tanık olur. Çocuk dedektifin oda kapılarından birini açmış ve yok olmuştur. Bunun üzerine Miller anahtarı araştırmaya başlar ve her şey karmaşıklaşır.



Anahtar sadece nesnelerden biridir ve bazı nesnelerin aksine çok değerlidir. Her kapıyı açma gücü vardır. Üstelik her seferinde Sunshine otelinin 10 numaralı odasına açılır kapılar. Odaya girip kapıyı tekrar açtığınızdaysa aklınızdan neresi geçiyorsa oraya açılır kapı..

Ama anahtarı bilen çok kişi vardır ve hepsi de onun peşindedir. Böylece Miller'ın da başı belaya girer. Üstelik anahtarı ondan almaya gelen sansar ve adamları yüzünden kızı korkmuş ve anahtarı denemeye kalkmıştır. Ama Anna kapıyı açsa da son anda sansar anahtarı Anna'nın elinden alıp kapıyı kapatır ve Anna anahtarsız odada kalır. Aynı kapı tekrar açılığında Anna artık odada değildir. Odaya ait olmayan her şey oda kapandığında resetlenir çünkü. Yalnızca anahtarla birlikte odaya giren tekrar odadan çıkabilmektedir.

Miller Anna'yı bulabilmek için her şeyini ortaya koyacak ve olayları çözmeye çalışacaktır. Bu sırada nesnelerden;
"otobüs biletine" sahip olan Wally (Peter Jacobson) ile, otobüs biletini insanların alnına tuttuğunda onları Gallup diye bir kasabaya yollar,
"tarak"a sahip olan Harold Stritzke (Ewen Bremner) ile, tarak zamanı 10 saniyeliğine durdurmaktadır,
birçok nesneye sahip olan Karl Kreutzfeld (Kevin Pollak) ile, saat pirinci süblimleştirebilmekte, votka kutusu insanı nefessiz bırakabilmekte, kol düğmeleri tansiyon düşürebilmektedir,
"törpü"ye sahip olan Jennifer (Julianna Margulies) ile, törpüyü yönelttiğiniz insan bayılmaktadır,
yardım alarak yoluna devam eder.



Jennifer'ın amacı bütün nesnelerden kurtulmak ve nesneler yüzünden aklını kaybeden abisini eski haline getirmektir.

Wally otobüs biletiyle kendini güvende hissetse de aslında istediği eski yaşantısına dönmektir.



Karl'ın oğlu Isaac'ı lösemi hastasıdır. Nesnelerden cam gözün etkisinin iyileştirici olduğunu düşünmekte ve oğlunu iyileştirmek için bu nesneyi aramaktadır.

Sonunda Miller'ın kıvrak zekası sayesinde kayıp olan 40 kadar nesnenin saklandığı kasayı bulurlar ve Karl cam gözü alır ama Miller'la işi bitmiştir artık ve onu kasada bırakarak kendi kaçar. Ama Miller akıllı adamdır ve o odadan da kurtulmayı başarır.

Sonunda ne mi olur? Merak eden olursa yorumlarda sorduğunda cevaplarım. Ama sonunu öğrenmeden diziyi seyretmek isteyenler olacaktır. O yüzden burda bitiriyorum :)

(Resimleri burdan aldım)

Ama o zamana kadar hadi bir sobe başlatayım. Bu nesnelerden hangisi sizin olsun isterdiniz ve neden? (Bütün nesnelerin amacını öğrenemedik biz de, saydıklarımı beğenmediyseniz nasıl bir şey istediğinizden de bahsedebilirsiniz!)

Hadi bakalım öykücüm, çakılcım, archisugarım ve biyocancım, sobeledim sizi! :)

6 Aralık 2007 Perşembe

Ağlamaklıyım sayın okuyucum :(

Hüngüüüüüüüüürt :((

Bu satırları "evim güzel evim"den yazıyorum size. Buraya kadar her şey normal evet, ama ben bu blogu hep iş yerimdeki boş vakitlerimde (aaaah eski zamanlar) yazdığım için bu bir yenilik..

İş yerimizde artık sınırsız internetimiz yok :( Sevgili BAŞ amirimiz interneti yasakladı bize. Sanki verilen işleri internette lak lak yapmaktan bitiremeyen biziz.. Sanki imkansızı başarmak için geceleri 11 lere kadar kalıp çalışmıyoruz.. Of adalet istiyorum artık ya!!

İş yerimi yine bir kenara bırakmak istiyorum..

Haftasonu Ankara'ya gittik Badem'le. Badem'in annesi, evet kayınvalidem, ufak bir ameliyat geçirdi. Korkulacak bir şey yok, safra kesesi ameliyatı oldu ve şu anda çok iyi.

Ama işte ameliyattır, gelen giden olur, yemek yapmak gerekir falan diye cumartesi sabah çıktık burdan yola. 2 gün de izin aldım. Geldiğimde masamdaki işler ufak çapta bir dağ oluşturmuştu (çakılcım bilir bu konuyu). Onları halledeyim bloguma sonra uğrarım falan derken bizim blog falan hikaye 
olmuş meğer. Artık evden eve yazacağım anlayacağınız.. Eskisi kadar sık da yazamam 
heralde :((

O zamana kadar arayı kapatmak için başlıyorum:

* Badem bir dizi bulmuş yine. Hani bizim telekomcular gibi Hollywood senaristleri de
greve girmiş ya, müptelası olduğumuz dizilerin, Lost, Hereoes, Grey's Anatomy, House
gibi, sonraki sezonları yokmuş efendim. Seyircisine veda etti gibi üzücü haberlerini okudum en son. Bir hüngürt de buraya o zaman. İşte Badem de beni bu kadar üzgün görünce başka bir dizi bulmuş : The Lost Room. Konu bir yerden acaip tanıdık gelse de
dizi çok heyecanlı ilerledi. Zaten topu topu 6 bölümden oluşuyormuş ve biz dün heyecan içinde ilk 3 bölümünü seyrettik bile. Bugün de sonuna geleceğiz yani. Size de tavsiye ederim. Kısaca bahsedeyim konusundan. Özel eşyalar var. Anahtar, tarak, saat gibi
sıradan görünen yaklaşık 100 tane eşya varmış. Bazıları bu eşyaların Tanrının olduğuna inanıyormuş çünkü her birinin farklı bir gücü, farklı bir özelliği varmış. Örneğin anahtar her kapıyı açıyormuş, üstelik her kapıyı aynı otel odasına açıyormuş.  Odadaki kapıyı açtığındaysa nerede olmak istiyorsan oraya açılıyormuş. Tabi ki iyi adamlar ve kötü adamlar var bu dizide. Ama kötü adamların bile kendilerin
e göre bir sevimlilikleri var inanın :) Oyunculuk da çok süper değil ama heyecan için seyredin derim ben :)

* Efendim evelsi gün ilk defa kereviz yaptım evde. Ben eskiden hiç sevmezdim kereviz falan. Ama Ankara'da ananemle oturduk kayınvalidem için kereviz yaptık. Gaz oldu bu da bana, Ereğli'ye döner dönmez gittim aldım :) Evde havuç yokmuş tabi onu almayı unutmuşum. Yine de kereviz, patates, soğan ve taze sıkılmış portakal suyuyla yaptım kerevizi. İlk yiyen de bugün temizliğe gelen Sezi oldu. İlk yapılmasına rağmen fena
olmamış. Öyle dedi :))

* Geçen hafta sevgili Tabiat Ana Öykücü'ye güzel yorumlar bırakmıştı benden de bahsederek. Öncelikle güzel sözler için teşekkür ederim. Bunu yorumlara ek olarak yazacaktım aslında ama eski yazılara gelen yeni yorumlardan haberi olmuyordur belki diye buraya yazıyorum. Öykücüyle dostluğumuz çok eski yıllara dayanıyor evet. Bıkmadan usanmadan bırakmadık peşimizi. Üniversite yıllarımızda başlayan dostluğumuzu bugünlere kadar getirebildik, üniversiteye 1997 yılında girdiğimizi düşününce 10 seneyi devirmişiz işte.. Nice 10 senelere :)

Arkadaşlık çok değerlidir benim için. Çok emek veririm ben. Emeğimin karşılığını alamadığımda ya da alamadığımı düşündüğümdeyse çok kırılırım. Hani sevgi karşılıksızdır derler ya bazen, yalan o. Karşılıksız sevgi ancak annenin çocuğuna duyduğu sevgidir aslında. Arkadaşlık karşılıklı sevgidir. Ama yanlış anlaşılmasın bu "karşılıklı" ifadem. Çıkar anlamında değildir. Karşılıklı olması, bazen bir gülümsemedir, bazen hatırlanmaktır,
bazen sesini duymaktır. Bir nevi manevi tatmindir. Bu da bir çıkar değil midir diye soracaksınız. Bana göre değildir. En azından burda bahsettiğim çıkar ilişkisi maneviyatla değil maddiyatla ilgilidir.

* Daha önce Öykücü'mün gönderdiği kitaplardan "Biri Benim Üç Nikah (Chris Manby)" okduğumdan ve çok beğendiğimden bahsetmiştim. Hala kitapayracıma ekleyemedim gerçi ama Ankara yolunda yine 
Öykücü'mün gönderdiği kitaplardan "Yalancının Mumu (Chris Manby)" nu okuyayım dedim. Bir de ne göreyim, tanıdığım karakterlerden Lizzie Jordan
ve arkadaşları bu kitapta da var. Meğer ilk önce okuduğum kitap bu kitabın sonrasını anlatıyormuş, Star Wars misali :) Sanki eski arkadaşlarımı bulmuşum gibi çok mutlu oldum kitabı okurken. İkisini de ekleyeceğim kitap ayracıma (hala umutluyum!)(birini ekledim bile) :)